• Sonuç bulunamadı

Uzun dönemde izlenen eksiklik sendromu olan ve olmayan şizofreni hastalarının beyinlerindeki yapısal değişikliklerin karşılaştırılması

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Uzun dönemde izlenen eksiklik sendromu olan ve olmayan şizofreni hastalarının beyinlerindeki yapısal değişikliklerin karşılaştırılması"

Copied!
90
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Türkiye Cumhuriyeti

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi

Psikiyatri Anabilim Dalı

Tıpta Uzmanlık Tezi

Dr. Gülser Karakoç

Tez Danışmanı

Prof. Dr. Ali Saffet GÖNÜL

Ocak 2020

UZUN DÖNEMDE İZLENEN

EKSİKLİK SENDROMU OLAN VE OLMAYAN

ŞİZOFRENİ HASTALARININ

BEYİNLERİNDEKİ YAPISAL DEĞİŞİKLİKLERİN

KARŞILAŞTIRILMASI

(2)

Uzmanlık eğitim sürecimin ilk gününden bu yana bilgi ve tecrübeleriyle biz asistanlara güven veren, hekimlik ve hocalık vasfını her daim hissettiren, tez danışmanlığımı üstlenerek çalışmamın planlanması, gerçekleştirilmesi ve sonuçlandırılmasında bilimsel katkı ve desteğini hiçbir zaman esirgemeyen, akademisyen titizliği ve çalışma ahlâkını kendime örnek aldığım, beni akademik çalışmalara heveslendiren, zorlandığım bir hasta ya da konu ile ilgili aklıma takılan birçok soruda yoğun çalışma temposunda bile zaman farkı gözetmeksizin yardımını isteyebilme özgürlüğünü bana sunan, ufkumu açmam

ve kendimi geliştirmem için olanaklar tanıyan, kendisi ile çalışma fırsatı bulduğum için kendimi şanslı addettiğim, yetiştirdiği bir psikiyatrist olmaktan her zaman gurur duyacağım sayın hocam Prof.Dr.Ali Saffet Gönül’e ve misafirperverliği, elinin lezzeti, samimiyeti ve zarafetiyle tanımaktan büyük

mutluluk duyduğum sevgili eşi Emine Gönül’e,

Mesleki ve kişisel gelişimime büyük katkıları olan, iyi bir psikoterapist olmamız yolunda verdiği emekler için teşekkürü borç bildiğim, bize her zaman güler yüzle yaklaşan, istek ve görüşlerimizi önemseyen ve bizlere her zaman keyifli bir çalışma ortamı sağlamaya çalışan anabilim dalı başkanımız

Prof.Dr.Şebnem Pırıldar’a

Mesleki eğitimime katkılarının yanında, bana insanları ve hayatı anlama çabamda ışık tutan ve yalnız olmadığımı hissettiren, şefkati, desteği, güveni ve sevgisini her daim hissettiğim canım hocam Prof.Dr.Ayşin Noyan’a

İlk olarak intörnü olarak yolumun kesiştiği, psikiyatriye olan ilgimin artmasında büyük katkısı olan, uzmanlık eğitimim sürecinde hem klinik hem de hayata dair bilgi ve deneyimlerini paylaşarak, karşılaştığım sorunların çözümünde sevgisi ve desteğiyle yanımda hissettiğim değerli hocam

Prof.Dr.Ender Altıntoprak’a,

Engin bilgi ve deneyimlerinden yararlanmak adına kapısını çalmaktan hiçbir zaman çekinmediğim, destek, anlayış ve yardımlarını esirgemeyen Prof.Dr. Çağdaş Eker’e,

Mesleki gelişimime sağladıkları katkı, öğrettikleri ve paylaştıkları bütün bilgi ve deneyimler için,

EÜTF Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’nın değerli öğretim üyelerine,

Birlikte çalışmaktan keyif aldığım, her kongre öncesi kapısını çaldığım ve yardımlarını esirgemeyenUzm.Dr.Özlem Kuman Tunçel’eve güler yüzü, keyifli sohbeti ve lezzetli kahveleri içinUzm.Dr.Damla Haznedaroğlu’na,

Rotasyonlarım sırasında bilgi, deneyim ve keyifli sohbetlerini paylaşma fırsatı bulduğum Prof.Dr.Nur Yüceyar, Prof.Dr.Figen Gökçay, Prof.Dr.Neşe Çelebisoy, Prof.Dr.Tezan Bildik ve Uzm.Dr.Birsen Şentürk Pilan’a,

Tezimin ortaya çıkma aşamasından ayrıldığı son ana kadar desteğini hep hissettiğim, her problemimizde yılmadan çözüm yolları arayanSeren Tanülkü Açıkel’e, tezimin MRG çekimlerini yapan Duran Açıkel’e ve tezimin MRG görüntülerinin analizinde yoğun emeği olanÖzgün

Özalay’a,

Tez süreci boyunca birlikte yol aldığım, başarılarımızı birlikte kutladığımız ve bir parçası olmaktan gurur duyduğum

tüm SoCAT ekibine,

Psikiyatride ekip çalışmasının önemini emekleriyle taçlandıran, zor hastalarla baş etmede çok şey öğrendiğim

tüm hemşirelerimize,mesai saatlerimizi paylaştığımızpersonellerimiz ve tüm klinik sekreterlerimize,

Asistanlığımın ilk günü yanına verilmemle birlikte benim için yeni bir dönemin başladığı, ilk klinik deneyimlerimi birlikte yaşadığım, izinden gittiğim ve bundan çok da memnun olduğum, dört yıllık süreci benim için keyifli hale getirencanım Nazlış’ıma;aslında o kadar da kuru olmayan,

gossip yapamasa da çok iyi bir dinleyici olan, sağduyumuz, zor zamanlarımda içimi açtığımcanım Burçin’ime;en küçüğümüz, ama en ‘happy hour’cumuz, mimikleri ve yorumlarıyla enerjimizi yükselten, samimiyeti ve dostluğunu ilk günden bu yana hissettiğimcanım Aslı Ceren’e,tezimde

emeği olan, birlikte çalışma fırsatımız olmasa da, arkadaşlığını tanıma, dostluğunu hissetme fırsatı bulduğumcanım Irmak’a,

Asistanlık sürecini varlıklarıyla anlamlandıran, yollarımız kesiştiği için kendimi şanslı hissettiğim, işbirliği ve dayanışma içinde çok şey öğrendiğim, birçok deneyimi paylaştığımız ve güzel anılar biriktirdiğimiz başta Dr.Ecem Karagözlü, Dr.Selin Tanyeri, Dr.Burak Akdöner, Dr.Hüseyin Ozan Torun, Dr.Mert Büke, Dr.Özgür Özkalaycı,, Dr.Ali Kayahan, Dr.Umut Baklacı, Dr.Aslıhan Demir, Dr.Mehmet Yorulmaz, Dr.Salih Mert Balkaya,

Dr.Gökhan Eşim, Dr.Seren Kaplan, Dr.Özlem Avcı olmak üzere çalışmakta olan ve uzman olmuş

tüm çalışma arkadaşlarıma,

Hayatımda olduğu ilk günden bu yana yaşamımı güzelleştiren, desteğini, sevgisini her daim hissettiğim, hayatımın her alanında varlığıyla mutluluk ve huzur kaynağım olan, hüzünlerimi, mutluluklarımı ve heyecanımı paylaştığım, mesleki gelişimimde de büyük katkısı olan, bu yorucu süreci benim

için katlanılır hâle getiren, her zaman bana ne kadar şanslı birisi olduğumu hissettiren

biricik dostum Handiş’ime,

Ve onun vasıtasıyla tanıdığım, tanımaktan da çok mutlu olduğum, çeviri konusunda yardımlarını esirgemeyen, her zaman anlayış ve sabrını örnek alacağım sevgili İbrahim’e,

Her zaman ve her koşulda arkamda varlıklarını hissettiğim, her kararımda destek olup, daha ileriye gitmem için yüreklendiren, sonsuz şefkat ve sevgilerini esirgemeyen, tüm hayatım boyunca sahip olduğum için kendimi her zaman şanslı hissettiğim, hissedeceğim

canım annem, babam ve her zaman yanımda olan prensesim kardeşime,

Bana kitaplardan öğrenemeyeceğim şeyler öğreten, hastalıklarının klinisyenlerce daha iyi anlaşılması ve yeni çözümler üretilmesi temennisiyle en sıkıntılı zamanlarında bile çalışmalara katılmayı kabul eden

hastalarım ve yakınlarına, En içten teşekkürlerimle…

(3)

ÖZET

KARAKOÇ G. (2020), UZUN DÖNEMDE İZLENEN EKSİKLİK SENDROMU OLAN

VE OLMAYAN ŞİZOFRENİ HASTALARININ BEYİNLERİNDEKİ YAPISAL

DEĞİŞİKLİKLERİN KARŞILAŞTIRILMASI

Tıpta Uzmanlık Tezi, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İZMİR

GİRİŞ: Şizofreni toplumda %1 oranında görülen, önemli ölçüde işlevsellik kaybına neden olan bir hastalıktır. Hastalığın erken yaşlarda başlaması, kronik seyri, bu rahatsızlığı hastalar ve aileleri için engelleyici bir durum haline getirmektedir. Kronik maluliyet öncelikle negatif ve bilişsel belirtilerden kaynaklanırken; akut ataklar sanrı ve varsanılar gibi pozitif belirtilerin alevlenmesinden kaynaklanmaktadır. Bozukluğun toplum ve aileler üzerindeki sosyal ve ekonomik etkileri belirgindir. Kapsamlı araştırmalara rağmen, hala tanısal kesinliği, netliği ve şizofreninin altta yatan patofizyolojisi tam olarak bilinmemektedir. Heterojen bir hastalıkta homojen bir alt grubun ayrılabilmesi, o hastalıkla ilgili patofizyolojiyi daha iyi anlamamıza yardımcı olmakta, bu çalışmada da, DS ve NDS hastaların uzun dönem izleminde (5 yıl) beyinlerindeki yapısal değişikliklerin tespit edilmesi, eksiklik sendromu olan hastalarda gri madde değişikliklerinin eksiklik sendromu olmayan hastalardan daha fazla olup olmadığının ve klinik farklılıklarla ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.

YÖNTEM: Çalışmaya, 5 sene önceki MRG araştırma protokolü ile yapılan çalışmada yapısal beyin MRG’ı çekilmiş olan 45 hastanın 39’u katılmayı kabul etmiştir. Çalışmaya katılmayı kabul etmeyen hastaların 5’i bir önceki çalışmada eksiklik sendromu olan ve 1’i eksiklik sendromu olmayan grupta değerlendirilmiştir. Katılımcılara bilgilendirilmiş onam formu imzalatılmış, ayrıntılı psikiyatrik muayene yapıldıktan sonra DSM IV için yapılandırılmış klinik görüşme (SCID-I), Pozitif ve Negatif Belirtiler Ölçeği (PANSS), Negatif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği (SANS), Eksiklik Sendromu için Tanı Ölçütleri (SDS), Kısa Negatif Belirtiler Ölçeği (BNSS), Calgary Şizofrenide Depresyon Ölçeği (CDRS), Ektrapiramidal Belirtiler Değerlendirme Ölçeği (ESRS) uygulanmıştır. Sonrasında 3 Tesla MRG cihazı kullanılarak MR görüntüleri elde edilmiş ve 3D T1 ağırlıklı MP-RAGE sekanslarıyla elde edilen görüntüler ilgi alanı analizleri için kullanılmıştır. FreeSurfer (v6.0) yazılım paketi ile beyin alt bölümlerinin hacim ölçümleri yapılmıştır.

BULGULAR: Yaş, cinsiyet, eğitim süreleri, çalışma durumu, medeni durum, hastalık süresi, ailesel hastalık yükü, mevcut antipsikotik dozları (klorpromazin cinsinden mg/gün), PANSS pozitif alt ölçeği, PANSS genel psikopatoloji ölçeği (bazal) , ESRS (bazal), CSRS açısından gruplar arasında farklılık bulunmamaktadır. Beklenildiği üzere DS grupta bazal ve izlem PANSS negatif alt ölçeği, SANS ve BNSS ölçek skorları, NDS

(4)

gruba göre belirgin düzeyde yüksek bulunmuştur (p<0,001). DS grubundaki hastaların ekstrapiramidal belirti ölçek puanları daha yüksek iken, affektif belirti (depresyon) skorları daha düşük idi. DS grupta toplam gri madde hacminin yıllar içinde azalma eğilimde olduğu (z=-1,71 p=0,09); NDS grupta ise total beyaz madde hacminde yıllar içinde artma eğiliminde (z=-1,9 p=0,06) olduğu görülmüştür. Grupların bazal ve izlem çekimlerinin yıllar arasındaki değişimi karşılaştırıldığında; DS grupta zaman içinde sağ ve sol ventrikül hacminde genişleme olduğu ve bunların istatiksel açıdan anlamlı olduğu (sırasıyla ortalama fark=-1360,84

p=0,01; ortalama fark=-1400,9 p=0,01), sağ hemisfer caudat bölge hacmindeki yıllar içindeki azalma

eğiliminin ve sol lateral orbitofrontal kortekste yıllar arasındaki artmanın istatiksel açıdan anlamlı olma eğiliminde olduğu (sırasıyla F(1)=3,44 p=0,07; (F(1)=3,7 p=0,06)) saptanmıştır. Sol lateral ventrikülün izlem ölçümlerinde ise DS grupta PANSS negatif alt ölçek puanıyla arasında negatif korelasyonun olduğu (kk=-,84

p=0,001) ve SANS skorlarıyla negatif korelasyonun anlamlı olma eğiliminde olduğu (kk=-,6 0=0,06)

saptanmıştır.

TARTIŞMA VE SONUÇ: Elde edilen bulguların eksiklik sendromu olan ve olmayan grubun 5 yıllık bir izlem süresinde nörogörüntüleme açısından karşılaştırıldığı ilk çalışma olması, şizofreni alt gruplarıyla ilgili bilgilerimizi arttırmak, hastalığın patofizyolojisini aydınlatmak, hangi hastada hangi tedavinin işe yarayacağını öngördürebilecek yöntemler geliştirmek açısından literatüre katkı sağladığı düşünülmektedir. Daha kesin bilgilere ulaşabilmek ve neden sonuç ilişkilerini açıklayabilmek için sağlıklı kontrollerin de dahil edilmiş olduğu, daha geniş örneklemli, daha uzun izlem sürelerini kapsayan, çok merkezli ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.

ANAHTAR KELİMELER: Şizofreni, Lateral Ventrikül, Gri Madde, Manyetik Rezonans Görüntüleme, Üç Boyutlu Analiz, Defisit Sendromu

(5)

ABSTRACT

KARAKOÇ G. (2020), COMPARING THE STRUCTURAL CHANGES IN THE

BRAINS OF SCHIZOPHRENIC PATIENTS WITH AND WITHOUT THE DEFICIT

SYNDROME OBSERVED IN THE LONG-TERM PERIOD

Dissertation, Ege University, Faculty of Medicine, Department of Psychiatry, IZMIR

INTRODUCTION: Schizophrenia is a psychiatric disorder which is seen in 1% of the society and results in significant loss of functionality. That the disorder starts at an early age and the chronic course of it makes the illness very preventive for the patients and their families. While the chronic disability primarily results from negative and cognitive symptoms, acute attacks result from exacerbation of positive symptoms such as delusions and hallucinations. Social and economic effects of the disorder are evident on the society and the families. Despite the extensive studies, the diagnostic accuracy and certainty of the disorder and the underlying pathophysiology of it is yet to be fully known. Differentiating a homogeneous subgroup in a heterogeneous disorder can be helpful to understand the pathophysiology about that disorder better. This study aims to find out the structural changes in the brains of the patients who have and who do not have the deficit syndrome in their long term observation (5 years), and aims to evaluate if the grey matter changes in the patients who have the deficit syndrome is more than in the patients who do not have the deficit syndrome, and its relations to the clinical differences.

METHOD: 39 of 45 patients who had structural brain MR imaging in the study conducted by the MR research protocol has accepted to take part in the study. 5 of the patients who have declined to participate in the study are considered in the group which has the deficit syndrome and 1 of them is considered in the group which does not have the deficit syndrome. Informed consent form has been signed and detailed psychiatric examination has been done to the volunteers who agree with the criteria and agree to participate in the study. In addition to psychiatric examination, Structured Clinical Interview for DSM IV (SCID-I), Positive and Negative Symptoms Scale (PANSS), Negative Symptoms Assessment Scale (SANS), The Schedule For The Deficit Syndrome (SDS), Brief Negative Symptoms Scale (BNSS), Calgary Depression Scale (CDRS), Extrapyramidal Symptoms Assessment Scale (ESRS) have been conducted. Subsequently MR images have been obtained by using 3 Tesla MR devices and images obtained with 3D T1 weighted MP-RAGE sequences have been used for region of interest analysis. Volumes of brain subsections have been measured with FreeSurfer software package.

(6)

RESULTS: There is no difference between the groups in terms of age, gender, education, employment status,

marital status, duration of the disorder, familial clustering, current antipsychotic doses (chlorpromazine equivalents, mg/d), PANSS positive subscale, PANSS general psychopathology subscale (basal), ESRS (basal), and Calgary Depression Scale. As expected, in the group with the deficit syndrome, scores of the basal and current PANSS negative subscale, SANS and BNSS scale are distinctly higher compared to the group without the deficit syndrome (p<0,001). While the extrapyramidal symptom scale scores of the patients in DS group is high, their affective symptom (depression) scores are lower. It is seen that there is a tendency towards decreasing in the total volume of grey matter in the group with the deficit syndrome (z=-1,71 p=0,09) and there is a tendency towards increasing in the total volume of white matter in the group who does not have the deficit syndrome (z=-1,9 p=0,06). When the change in the basal and current volumes of the groups by years is compared, it is found out that in the group with the deficit syndrome, there is an enlargement in the volumes of right and left ventricles, and that it is statistically significant (respectively average difference=-1360,84

p=0,01; average difference=-1400,9 p=0,01). It is also found out that the tendency towards decreasing by

years in the volume of right hemisphere caudate area and the increase by years in the left lateral orbitofrontal cortex is tend to be statistically meaningful (respectively F(1)=3,44 p=0,07; (F(1)=3,7 p=0,06)). In addition, it is found out that there is a negative correlation between the current volumes of the left lateral ventricle in the group with the deficit syndrome and PANNS negative subscale score (kk=-,84 p=0,001) and that this negative correlation with the SANS scores tend to be meaningful (kk=-,6 0=0,06).

DISCUSSION AND CONCLUSION: the results are considered to make a contribution to the literature

by being the first study in which the groups with and without the deficit syndrome were compared in terms of neuroimaging during the five-year observation period; and considered to contribute in terms of increasing our knowledge about schizophrenia subgroups, illuminating the pathophysiology of the disorder, developing methods that will help to foresee which treatment will work in which patient. There is a need for further multicentral research which includes the healthy controls, which has a wider sample and which has longer observation period to obtain more accurate information and to explain cause effect relationship.

KEY WORDS: Schizophrenia, Lateral Ventricle, Gray Matter, Magnetic Resonance Imaging, Three-dimensional Analysis, Deficit Syndrome

(7)

İÇİNDEKİLER

1. GİRİŞ

11

2. ŞİZOFRENİ TARİHÇE 11-13 3. ŞİZOFRENİ TANI ÖLÇÜTLERİ 13

4. ŞİZOFRENİDE NEGATİF BELİRTİLER 14-15 5. EKSİKLİK SENDROMU TANI KRİTERLERİ 15

6. EKSİKLİK SENDROMU 16 6.1.1.Prevalans 16 6.1.2.Risk Faktörleri 16 6.1.3.Klinik Özellikler 16-17 6.1.4.Genetik 17 6.1.5.Premorbid İşlevsellik 17-18 6.1.6.Hastalık Seyri 18 6.1.7.Değerlendirme Araçları 18 6.1.8.Tanısal Stabilite 19 6.1.9.Nörokimyasal Çalışmalar 19 6.1.10.Metabolik Ölçümler 20 6.1.11.Nörotransmitterler 20 6.1.12.Elektrofizyolojik Çalışmalar 21 6.1.13.Nörokognitif Bulgular 21-22 6.1.14.Yapısal ve Fonksiyonel Beyin Görüntüleme Bulguları 22-28 6.1.15.Tedavi Yanıtı 29-31

7. AMAÇ

32

(8)

9. YÖNTEM

32

9.1.Örneklem 32

9.1.1. Çalışmaya Alım Kriterleri 32

9.1.2. Çalışmaya Alınmama Kriterleri 32

9.1.3. Çalışmadan Çıkarılma Kriterleri 33

9.2. Uygulama 33

9.2.1. Psikiyatrik Görüşme 33

9.2.2. Formlar ve Ölçekler 33-34 9.2.3. Manyetik Rezonans Görüntüleme 34-35 9.2.4. Görüntülerin İşlenmesi 35

9.2.5. İstatistiksel Değerlendirme 35

10. BULGULAR

36

10.1. Katılımın Değerlendirilmesi______________________________________36 10.2. Eksiklik Sendromu Olan Ve Olmayan Grubun

Sosyodemografik Verilerinin Değerlendirilmesi_______________________36-37 10.3. Eksiklik Sendromu Olan Ve Olmayan Grubun

Ölçek Verilerinin Karşılaştırılması__________________________________37-39 10.4. Eksiklik Sendromu Olan Ve Olmayan Grubun

Yıllar İçinde Hastalık Özelliklerinin Karşılaştırılması__________________39-42 10.5. Eksiklik Sendromu Olan Ve Olmayan Grubun Yıllar İçinde Beyin Bölge Hacimlerinin Karşılaştırılması_______________42-57

11. TARTIŞMA______________________________________________________58-60

12. SONUÇ__________________________________________________________60

13. KAYNAKLAR____________________________________________________61-68

14. EKLER__________________________________________________________68-90

(9)

TABLOLAR VE ŞEKİLLER DİZİNİ

TABLO 1: Şizofreni tanılı hastalarda yapılmış nörogörüntüleme çalışmaları

TABLO 2: Şizofrenide negatif belirtilerin tedavisi üzerine yapılan çalışmalar ve yanıtları TABLO 3: Katılımcıların sosyodemografik verilerinin karşılaştırılması

TABLO 4: Katılımcıların bazal ve izlem ölçek skorlarının yıllara göre gruplar arasında karşılaştırılması TABLO 5: Katılımcıların bazal ve izlem ölçek skorlarının grup içinde karşılaştırılması

TABLO 6: Katılımcıların hastalık özelliklerinin yıllara göre gruplar arasında karşılaştırılması TABLO 7: Katılımcıların bazal ve izlem hastalık özelliklerinin grup içinde karşılaştırılması

TABLO 8: Katılımcıların bazal ve izlem beyin hacimlerinin (gri ve beyaz madde) grup içinde karşılaştırılması TABLO 9: Katılımcıların sağ prefrontal korteks hacimlerinin yıllara göre gruplar arasında karşılaştırılması TABLO 10: Katılımcıların sol prefrontal korteks hacimlerinin yıllara göre gruplar arasında karşılaştırılması TABLO 11: Sol lateral orbitofrontal bölge post-hoc analizi

TABLO 12: Katılımcıların sağ ve sol singulat korteks hacimlerinin yıllara göre gruplar arasında

karşılaştırılması

TABLO 13: Katılımcıların sağ ve sol temporal lob hacimlerinin yıllara göre gruplar arasında karşılaştırılması TABLO 14: Katılımcıların sağ ve sol parietal lob hacimlerinin yıllara göre gruplar arasında karşılaştırılması TABLO 15: Katılımcıların sağ ve sol hemisfer bazal ganglion yapıları hacimlerinin yıllara göre gruplar

arasında karşılaştırılması

TABLO 16: Bazal ganglion caudat bölge post-hoc analizi

TABLO 17: Katılımcıların sağ ve sol hemisfer amigdala ve hipokampüs hacimlerinin yıllara göre gruplar

arasında karşılaştırılması

TABLO 18: Katılımcıların sağ ve sol hemisfer lateral ventrikül hacimlerinin yıllara göre gruplar arasında

karşılaştırılması

TABLO 19: Sağ lateral ventrikül post-hoc analizi TABLO 20: Sol lateral ventrikül post-hoc analizi

TABLO 21: Lateral ventrikül hacimlerine bağımsız değişkenler ile uygulanan Spearman korelasyon sonuçları TABLO 22: Grup içinde lateral ventrikül hacimlerine bağımsız değişkenler ile uygulanan Spearman

korelasyon sonuçları

Resim 1: Sol lateral orbitofrontal bölge hacim değişim grafiği Resim 2: Sağ caudat bölge hacim değişim grafiği

Resim 3: Sağ lateral ventrikül hacim değişim grafiği Resim 4: Sol lateral ventrikül hacim değişim grafiği

(10)

KISALTMALAR LİSTESİ

BDNF: Beyin Kaynaklı Nörotrofik Faktör BNSS: Kısa Negatif Belirtiler Ölçeği

CDRS: Calgary Şizofrenide Depresyon Ölçeği COMT: katekol-O-metil transferaz

dF: serbestlik dereceleri

DLPC: Dorsolateral prefrontal korteks DS: Defisit Sendromu

ESRS: Ekstrapiramidal Belirtiler Değerlendirme Ölçeği F değeri: etki büyüklüğü

kk: korelasyon katsayısı LV: Lateral Ventrikül MR:ManyetikRezonans

MRG: Manyetik Rezonans Görüntüleme NDS: Nondefisit Sendromu

NRG-1:nöroglin-1

PANSS: Pozitif ve Negatif Belirtiler Ölçeği PAS: Premorbid Uyum Ölçeği

PET: Pozitron Emisyon Tomografisi

SANS: Negatif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği

SCID-I: Structured Clinical Interview for DSM IV (DSM IV için yapılandırılmış klinik görüşme) sd: standart sapma

SDS; ESTÖ: Eksiklik Sendromu Çizelgesi, Eksiklik Sendromu için Tanı Ölçütleri SPSS: Statistical Package for the Social Sciences

TIV: Total İntrakraniyal Hacim η2: eta kare

(11)

1. GİRİŞ

Şizofreni toplumda %1 oranında görülen, önemli ölçüde işlevsellik kaybına neden olan bir hastalıktır. Hastalığın erken yaşlarda başlaması, kronik seyri, bu rahatsızlığı hastalar ve aileleri için engelleyici bir durum haline getirmektedir. Kronik maluliyet öncelikle negatif ve bilişsel belirtilerden kaynaklanırken; akut ataklar sanrı ve varsanılar gibi pozitif belirtilerin alevlenmesinden kaynaklanmaktadır. Bozukluğun toplum ve aileler üzerindeki sosyal ve ekonomik etkileri belirgindir. Kapsamlı araştırmalara rağmen, hala tanısal kesinliği, netliği ve şizofreninin altta yatan patofizyolojisi tam olarak bilinmemektedir. Heterojen bir hastalıkta homojen bir alt grubun ayrılabilmesi, o hastalıkla ilgili patofizyolojiyi daha iyi anlamamıza yardımcı olmakta, bu çalışmada da, eksiklik sendromu olan (DS) ve olmaya (NDS) hastaların uzun dönem izleminde (5 yıl) beyinlerindeki yapısal değişikliklerin tespit edilmesi, DS hastalarda gri madde değişikliklerinin NDS hastalardan daha fazla olup olmadığının ve klinik farklılıklarla ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.

2. ŞİZOFRENİ TARİHÇE

Şizofreni, oldukça eski bir tarihe sahip olup pek çok yazılı metinde bu hastalıktan söz edilmektedir. M.Ö. 1400‘lerdeki yazılı metinlerde, bakımsız, dinle çok ilgili, Tanrı olduğunu düşünen, zehirlenip zarar göreceğinden endişe duyan kişilerden söz edilmiştir (Bhugra ve ark., 1992). M.Ö. 400’lü yıllarda, Hipokrat, ruhsal hastalıkların vücut sıvılarındaki dengesizlik sebebiyle meydana geldiğini öne sürmüş, tedavide çeşitli diyet ve hijyen uygulamalarını önermiştir. Romalı hekim Galen, o dönemde tıp ve ruh bilimi birbirine en yaklaştıran kişi olmuştur (Colp ve ark., 2005). Orta Çağ Avrupasında, ruhsal hastalıklar şeytan olmakla ilişkilendirilmiş, bu kişilere işkenceler yapılmış, diri diri yakılmışlardır. 19. yüzyılın başlarında Fransa’da Philippe Pinel, büyücülük veya kötü ruhların varlığı gibi kavramları reddederek akıl hastalıklarına yol açan nedenlerin bilimsel olarak araştırılmasına ve akıl hastalarının insani koşullar altında tedavi edilmesine öncülük etmiştir (Erkoç ve ark., 1998). Pinel‘in, hastaların bakım evlerinde eğitim ve telkin ile yakınmalarında azalmaya yönelik girişimleri olmuş, bu girişime moral tedavi adını vermiştir (Colp ve ark., 2005). John Haslam, 1810’da “Deliliğe Dair İllüstrasyonlar” isimli eserinde gençlikte başlayan, içe kapanma ve düşünce bozukluğu gibi durumlarla ilerleyen, günümüzde şizofreni olarak değerlendirilebilecek psikotik bir hastasından bahsetmiştir. Günümüzde halen bazı İngiliz psikiyatristlerce şizofreni, “Pinel-Haslam Sendromu” olarak adlandırılmaktadır (Işık ve ark., 2006). Fransız psikiyatrist Dominique Esquirol, ‘’halüsinayon’’ kavramı ve ‘’monomani’’ terimini ilk kez ortaya koymuştur. (Colp ve ark., 2005). 1856 yılında, Bénédict Augustin Morel, ‘’Traire des maladies mentales’’ adlı eserinde, genç erişkinleri etkileyen dejeneratif, gittikçe ağırlaşan ve kalıtsal bir sendrom tanımlamış olup bunu Latince erken bunama anlamına gelen “démence

précoce” olarak isimlendirmiş; 1871’de, Ewald Hecker, ‘’hebefreni’’ terimini, Laseque zarar görme

sanrılarını, 1874‘te Karl Ludwig “katatoni” kavramını tanımlamıştır. (Öztürk ve ark., 1997; Erkoç ve ark.,

1998; Özmenler ve Battal, 1998). 1899 yılında Emil Kraepelin, bu klinik tabloların genç yaşta başlaması,

(12)

“demantia praecox” terimi altında bir araya getirmiştir (Andreasen ve ark., 1997; Erkoç ve ark., 1998).

Kraepelin, bu tabloları, sonlanışlarını dikkate alarak, yıkım gösterenler (dementia preecox) ve göstermeyenler (manik-depresif psikoz) olmak üzere iki büyük gruba ayırmış; sonra yıkım gösteren grubu paranoid tip, hebefrenik tip ve katatonik tip olarak üçe ayırmıştır. 1911 yılında Eugen Bleuler, “Dementia Praecox veya Şizofreniler Grubu” adlı kitabında, hastalık sürecinde en önemli hususun kişinin ruhsal hayatındaki yarılma olduğunu belirtmiş, hastalığa ‘’zihin yarılması’’ anlamına gelen “şizofreni” ismini önermiştir (Öztürk ve

ark., 2001; Buchanan ve Carpenter, 2005). Bleuler, duygulanım (affect) bozukluğu, otizm (autism), çağrışım

(association) bozukluğu ve ambivalans (ambivalance) belirtilerini 4 temel belirti olarak vurgulamış, bilinç, yönlim ve bellekte temel bozukluk olmaması gerektiğini belirtmiş ve ek olarak şizofrenide basit tipi tanımlamıştır (Arkona. ve ark., 1996; Öztürk ve ark., 2001; Buchanan ve Carpenter, 2005). 1930’larda Kurt Schneider, şizofreni için patognomonik olarak belirlediği birinci sıra belirtileri: durum bildiren, yorum yapan, kendi aralarında tartışan, kendi düşüncelerinin sesle söylendiği işitme varsanıları, dış güçler tarafından bedeninin etkilenmesi, düşünce çalınması, sokulması, etki altına alınması, başkalarınca okunması, yayılması, sanrısal algılama ve duygu, irade ve dürtülerin dış güçlerce etkilenip denetlendiği duygusu olarak tanımlamıştır. Schneider’in ikinci sıra belirtileri ise; özkıyım, homisidalite, ekolali, ekopraksi, negativizm, depersonalizasyon, derealizasyon, stereotipi, manyerizm olarak tanımlanmıştır (Koehler ve ark., 1979; Erkoç

ve ark., 1998; Öztürk ve ark., 2001).

Şizofreni kavramı üzerine önemli bir etki, her bir hastanın bireysel öyküsünün şizofreni sendromu üzerindeki etkisini vurgulayan Adolph Meyer’in teorileri tarafından sağlanmıştır. Diğer önemli tanısal kavramlar ‘’şizoaffektif psikoz’’ ve “psödonevrotik şizofreni” olmuştur. Tsuang ve Winokur (1974), olguları; paranoid tip- sanrı ve varsanıların varlığı, dezorganize düşünce ve affektif değişikliklerin yokluğu ile karakterize, başlangıç yaşı >25 ve daha iyi prognozlu olan alttip- ve nonparanoid tip- erken başlangıç yaşı (<25), dezorganize düşünce, uygunsuz affekt ve bizar davranışların varlığı ile karakterize, kötü prognozlu alttip- olarak ayırmayı uygun bulmuştur. Farmer ve ark.(1983), olguları; hebefrenik tip ve paranoid tip olarak ayırmışlardır. Murray ve ark.(1985), aile öyküsünü kullanmayı ve vakaları akrabalarında psikotik bozukluk öyküsü olan ve sporadik vakalar olarak ayırmayı önermişlerdir.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 1948’de yayımlanan ‘’Uluslararası Hastalık, Yaralanma ve Ölüm Nedenleri El Kitabı’’nda ilk kez ruhsal hastalıklara yer vermiştir. 1992’de yayımlanan ICD-10’da şizofreni ile ilgili konular şizofreni, şizotipal kişilik bozukluğu ve sanrılı bozukluklar başlıklarıyla değerlendirilmiştir (DSÖ, 1992;

Zimmerman ve Spitzer, 2005; Mezzich ve Berganza, 2005). ICD-11’de ise ‘’şizofreni spektrumu ve diğer

birincil psikotik bozukluklar’’ şeklinde yer verilmesi beklenmektedir (Escobar ve Jaramillo-Lopez, 2017). 1952 yılında, Avrupa Psikiyatri Birliği (APB) tarafından yayımlanan ‘’Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel Elkitabı-1 (DSM-I)‘’ sınıflandırılmasında şizofreni, şizofrenik reaksiyonlar olarak tanımlanmıştır. 1968’de DSM-II’de şizofrenik reaksiyon terimi bırakılmıştır. Dahil etme ve dışlama ölçütlerinin kullanıldığı ilk resmi tanı sistemi olan DSM-III (1980) tanı ölçütleri, Schneiderien belirtilere odaklamış, genel tıbbi

(13)

durumla ilişkili hastalıkların, zeka geriliğinin, duygudurum bozukluklarının dışlanması, hastalığın 45 yaşından önce başlamış olması ve altı aylık süre koşullarını getirmiştir. DSM-III-R’de ise yaş ve zeka geriliğinin dışlanması gerekliliği kaldırılmıştır. DSM-IV’te şizofreni ile ilgili tanılar ‘‘Şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar’’ başlığı altında sınıflandırılmıştır (APB 1994). 2013 yılında yayımlanan DSM-5’te, ‘’Şizofreni Spektrumu ve Diğer Psikotik Bozukluklar’’ üst başlığı kullanılmış, geleneksel alt tipler ve tanı koymada Schneiderian belirtilere verilen önem kaldırılmıştır (APB 2013).

3. ŞİZOFRENİ DSM-IV TANI ÖLÇÜTLERİ

A. Aşağıdaki belirtilerden ikisinden (ya da daha çoğundan) her biri, bir aylık (ya da başarıyla tedavi edilmişse daha kısa) bir sürenin önemli bir kesiminde bulunur. Bunlardan en az birinin (1), (2) ya da (3) olması gerekir.

1- Sanrılar 2- Varsanılar

3- Konuşmada düzen bozukluğu (sapmalar, dağınık konuşma) 4- Çok dağınık ya da katatonik davranış

5- Eksi (negatif) belirtiler (duygu ifadesinin veya istek, iradenin azalması gibi)

B. Hastalık başladıktan sonra, iş, kişilerarası ilişkiler ya da kendine bakım gibi, bir ya da birden çok ana alanda

işlevsellik düzeyinin, en az birinde hastalık öncesine oranla gerileme olmalıdır (ya da çocukluk ya da

ergenlikte başlamışsa, kişilerarası, okul ya da işle ilgili işlevsellik, erişilmesi beklenen düzeye erişemez). C. Hastalık en az altı ay sürmelidir. Bu altı aylık evre, A tanı ölçütünü karşılayan, en az bir aylık (ya da başarıyla tedavi edilmişse daha kısa süreli) belirtileri kapsamalıdır.

D. Şizoaffektif bozukluk ya da psikoz özellikleri gösteren depresyon bozukluğu ya da iki uçlu (bipolar) bozukluk dışlanmalıdır.

E. Bu bozukluk, bir maddenin (örn. kötüye kullanılabilen bir madde, bir ilaç) ya da fiziksel tıbbi bir durumun etkileriyle açıklanamaz.

F. Otizm açılımı kapsamında bir bozukluk ya da çocuklukta başlayan bir iletişim bozukluğu öyküsü varsa, en az bir ay (başarıyla tedavi edilmişse daha kısa) süre ile sanrıların ve varsanıların bulunması gerekir.

(14)

4. ŞİZOFRENİDE NEGATİF BELİRTİLER

Negatif belirti ve bulguların şizofrenideki önemi ilk kez 1980’lerde Crow ve ark. tarafından dile getirilmiştir. Kraepelin’in ‘’avolisyonel sendrom’’ olarak tanımlaması ‘’sürekli olarak iradenin temelini oluşturan duygusal faaliyetlerin zayıflaması’’ olarak belirtilmekte ve ‘’zihinsel faaliyetlerin başarısızlığı, çaba, irade ve bağımsız eylem yeteneğinde kontrol kaybı’’ olarak sonuçlanmakta ve negatif belirtilerin en zarif tariflerinden birini temsil etmektedir (Buchanan ve ark., 2006).

Strauss ve ark.(1974), çekirdek belirtiler olarak gördükleri pozitif semptomlar (sanrı, varsanı) ve negatif

semptomlar (kısıtlı duygulanım, konuşma yoksunluğu, azalmış sosyal güdü) arasındaki ayrımı vurgulamıştır

(Pull ve ark., 2005).

Crow ve ark.(1980), şizofreniyi iki alt tipe ayırmış: Tip 1 pozitif semptomlarla (sanrılar, varsanılar, düşünce

bozuklukları) karakterize edilen ve dopaminerjik yoldaki biyokimyasal bozukluklarla ilişkili olduğu ve nöroleptik tedaviye yanıt verebileceği düşünülen alt tip iken (Bleuler ve ark., 1993); tip 2 negatif belirtilerle (affektif küntleşme, konuşmada yoksulluk) karakterize edilen ve yapısal beyin değişiklikleri, zihinsel bozukluk ve nöroleptik ilaçlara kötü yanıt ile ilişkili olduğu düşünülen alt tip (Kraepelin ve ark., 1986) olarak ele alınmıştır.

1987’de Kay ve ark. tarafından ‘Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği’, 1989’da ise Nancy Andreasen tarafından ‘Negatif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği’ geliştirilmiştir.

Carpenter ve ark. (1988), kalıcı, idiyopatik ve negatif belirtilerden oluşan bir grubu tanımlamışlar ve bu

tabloyu şizofrenide defisit sendrom olarak adlandırmışlardır.

Negatif belirtiler terimi, nedenlerini, boylamsal stabilitesini veya süresini dikkate almadan tanımlayıcı bir terim olarak önerilmiştir. Carpenter ve ark. (1998), şizofreni için belirleyici olanın negatif belirtiler olduğunu ve buradan sınıflanması gerektiğini belirtmişler ve negatif semptomların homojeniteye sahip olmadığını, birincil ve ikincil olarak bölünmesini önermişlerdir. Birincil ve ikincil negatif belirtiler, nedenleri, boylamsal stabiliteleri veya süreleri açısından farklılık gösteren ve kesitsel değerlendirmeden ziyade boylamsal gözlem yoluyla farklılaşan, negatif belirtilerin farklı alt gruplarını ifade etmektedir.

Defisit semptomlar terimi, hastalığın pozitif semptomlarının alevlenme atakları sırasında ve arasında mevcut olan kalıcı semptomlardır ve hastanın ilaç durumundan bağımsız olarak gözlemlenebilir (Carpenter ve ark.,

1988). Aksine, sekonder negatif semptomlar dalgalanma içerir, kalıcı değildir ve olası altta yatan nedenlerle

(örn., depresyon, çevresel yoksunluk, ekstrapiramidal semptomlar veya hastanın pozitif belirtileri gibi) geçici bir ilişki ile birlikte bulunur. Sekonder negatif semptomlar genellikle altta yatan nedenin tedavisine yanıt

(15)

verirken, farklı patofizyolojik mekanizmalarından dolayı primer negatif semptomlar veya eksiklik semptomları farklı tedavi seçenekleri gerektirebilir.

Eksiklik sendromu olan ve olmayan şizofreninin tipik olarak hastalıkların ayırt edilmesinde kullanılan: semptomlar, hastalığın seyri, patofizyolojik bağlantılar, beyin fonksiyonu ve yapısı, risk ve etiyolojik faktörler ve tedavi yanıtı gibi boyutlarda farklılık göstermesine de dayanarak; Galderisi ve ark.(2009) defisit şizofreninin eksiklik sendromu olmayan şizofreniye göre farklı bir hastalık olduğunu öne sürmüşlerdir.

5. EKSİKLİK SENDROMU TANI KRİTERLERİ

1. Aşağıdaki 6 kriterden en az 2 tanesi bulunmalıdır ve şiddetleri klinik düzeyde anlamlı olmalıdır. a. Kısıtlı duygulanım

b. Azalmış duygusal aralık c. Konuşmada fakirleşme d. İlgi alanlarında azalma e. Amaca odaklanmada azalma f. Sosyal motivasyonda azalma

2. Yukarıdaki belirtilerin en az 2 tanesi ardışık 12 ay boyunca devam etmeli ve klinik olarak stabil olunan dönemlerde de (kronik psikotik dönemler) bulunmalıdır. Bu belirtiler geçici akut psikotik dezorganizasyonda veya dekompanzasyon dönemlerinde olabilir veya olmayabilir.

3. Bu kalıcı belirtilerin 2 ya da daha fazlası idiopatik olmalıdır. Örneğin, hastalığın süreci dışındaki faktörlere bağlı olmamalıdır. Bu faktörler;

a. Şüphecilik (veya diğer pozitif belirtiler: sanrı, varsanı) b. Anksiyete

c. Formel düşünce bozukluğu d. İlaç etkisi

e. Zeka geriliği f. Depresyon

4. Hastalar DSM-4 şizofreni tanı kriterlerini karşılamalıdır.

Negatif belirti ve bulguların hastalığın başlangıcından itibaren ve süreğen olması ön koşullardır. Bu koşulların varlığına göre şizofreni hastaları eksiklik sendromu olan (defisit sendromu-DS-) ve eksiklik sendromu olmayan (nondefisit şizofreni-NDS-) olarak iki gruba ayrılabilmektedir (Galderisi ve ark., 2009)

(16)

6. EKSİKLİK SENDROMU

6.1. Prevalans

Epidemiyolojik çalışmalara göre şizofreni gurubu içinde; ilk atak hastalarındaki DS oranın %15, klinik örneklemlerdeki oranın %25-30 ve popülasyon çalışmalarında ise %17 olduğu saptanmıştır (Kirkpatrick ve

ark., 2006).

6.2. Risk Faktörleri

Tekrar edilen çalışmalarda bulunan DS için risk faktörleri şunlardır: (a) erkek cinsiyet; (b) şizofreni aile öyküsü (c) yaz doğumlarının fazlalığı (şizofreninin kış doğum fazlalığı ile ilişkilendirilmiş olmasının aksine)

(Kirkpatrick ve ark., 2008; Roy MA ve ark., 2001).

2001 tarihli gözden geçirme, eksiklik sendromu ile Kuzey Yarımkürede yaz doğumları arasında, eksiklik sendromu olmayan ve kontrol grubundan farklı olarak bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur (Kirkpatrick ve

ark., 2001). O zamandan beri, 6 ülkeden 10 veri kümesinin birleştirilmiş analizinde yaz doğumu defisit

şizofreni için bir risk faktörü olarak kabul edilmiştir (Messias E ve ark., 2004).

DS'li bireyler, ailede daha sık şizofreni öyküsüne sahiptirler (Kirkpatrick ve ark., 2001; Dollfus ve ark., 1998;

Kirkpatrick ve ark., 2000; Ross ve ark., 2000). 58 DS, 54 NDS, 26 sağlıklı kontrolün dahil edildiği bir

çalışmada, şizofreni aile öyküsünün DS grubunda daha sık olduğu, prenatal ve perinatal komplikasyonlar açısından iki grup arasında istatiksel açıdan anlamlı bir fark olmadığı bildirilmiştir (Galderisi ve ark., 2002).

88 DS ve 235 NDS hastayla yapılan bir çalışmada sitomegalovirüs seropozitifliği ve eksiklik sendromu arasında bir ilişki saptanmıştır (Dickerson F ve ark., 2006). DS arasında, düşük serum folat konsantrasyonu arasında da ilişki bildiren çalışmalar mevcuttur (Goff ve ark., 2004).

Waltrip ve ark.(1997), DS’de Borna hastalığı virüsüne karşı oluşan antikorların artmış olduğunu

bildirmişlerdir.

6.3. Klinik Özellikler

DS grupta, pozitif semptomların şiddetinin, çökkünlük, bunaltı, suçluluk ve düşmanlık düşünceleri, intihar riski ve madde kötüye kullanımı daha düşük; hastalık daha sinsi başlamaktadır (Kirkpatrick ve ark. 1993,

1996, Subotnik ve ark., 2000). DS hastalarının, henüz hastalık ortaya çıkmadan önce de uyum becerilerinin

daha zayıf olduğu ve bilişsel yetersizlikler gösterdikleri bildirilmiştir (Galderisi ve ark., 2002). Uzun izlemde DS grupta yaşam kalitesinin, iş yaşamındaki işlevselliğin (Tek ve ark., 2001), toplumsal uyumun (Ekinci ve

(17)

hızlarının daha yavaş (Strauss ve ark., 2010), yetersizlikleriyle ilgili farkındalıklarının daha düşük (Amador

ve ark.) ve yaşamları ile ilgili daha az memnuniyetsiz (Lehman ve ark.) oldukları belirtilmiştir.

6.4. Genetik

Çalışmalarda DS grubunda ailede şizofreni öyküsünün daha fazla; yakınlarında klinik açıdan anlamlı düzeye ulaşmamış eksi belirtilerin daha yüksek, sosyal izolasyonun daha ciddi, yürütücü işlevde bozulmanın daha fazla olduğu bildirilmiştir (Dollfus ve ark., 1998; Kirkpatrick ve ark., 2000; Fouldrin ve ark., 2001; Hong

ve ark., 2003; Scala ve ark., 2014).

Ancak ailede şizofreni öyküsünün, NDS grubundan daha anlamlı bulunmadığı (Dollfus ve ark., 1996) ve kalıtsallığın daha belirgin olduğunun gösterilemediği (Wonodi ve ark., 2006; Bienkowski ve ark., 2015) çalışmalar da mevcuttur.

Şizofreni hastalarında negatif belirtiler ve zayıf bilişler ile ilişkilendirilen bir çinko taşıyıcı molekül varyantı bulunmuş (Kranz ve ark., 2016) ve bu varyantı olan hastaların negatif semptomlarının, sekonder değil, birincil ise bu genin DS ile ilişkili bir gen olabileceği belirtilmiştir (Kirkpatrick ve ark., 2017).

Defisit şizofreninin genetik çalışmaları emekleme aşamasındadır. Bugüne kadar çok az araştırma yapılmış ve bunların değeri küçük örneklem büyüklükleri ve çoğaltma eksikliği sebebiyle sınırlı kalmıştır. Güçlü bir aday genin yokluğunda, genom çapında taramaya dayanan çok merkezli çalışmalar, gelecekteki araştırmalar için en uygun strateji gibi görünmektedir (Galderisi ve ark., 2009).

6.5. Premorbid İşlevsellik

Premorbid Uyum Ölçeği (PAS) kullanılarak yapılan çalışmalar (Cannon-Spoor ve ark., 1982), defisit şizofreni hastalarında premorbid uyumun tüm gelişim aşamalarında zayıf olduğunu, buna karşın NDS grubunda geç ergenlik döneminde ya da erken erişkinlikte bozukluğun ortaya çıktığını bildirmiştir (Buchanan

ve ark., 1990).

Galderisi ve ark.(2002) tarafından 58 DS, 54 NDS, 26 sağlıklı kontrolün dahil edildiği çalışmada, PAS

puanları, DS grubunun, çocukluk çağı, erken ve geç ergenlik döneminde daha kötü premorbid uyum sağladığı ve hem NDS hem de sağlıklı kontrollere göre IQ’nun anlamlı derecede düşük olduğu saptanmıştır.

Strauss ve ark.(2012) akademik ve sosyal alanlarda premorbid uyumu ve erken ve geç adolesan dönemden

itibaren işleyişin bozulma paternini araştırdıkları çalışmalarında, hem DS hem de NDS hastalarında şizofrenide genel olarak gözlenen akademik işlevselliğinde bozulmayı gösterirken; DS grubunda sosyal alanda daha ciddi bir bozulma saptanmıştır.

(18)

İlk atak psikotik bozukluk hastaları ile yapılan bir çalışma, DS’de premorbid işlevlerde daha fazla bozulma olduğu doğrulamıştır (Peralta ve ark., 2014).

Bucci ve ark.(2016), 11 yaşına kadar olan fonksiyonları değerlendirdikleri bir çalışmada, DS'li hastaların,

sağlıklı kardeşlerine ve NDS hastalarına göre daha fazla sosyal geri çekilme ve NDS'ye göre daha kötü sosyal ve akademik premorbid uyum gösterdikleri bulunmuştur.

6.6. Hastalık Seyri

DS’nin prognozu ile ilgili yapılan çalışmalarda, seyrin daha kötü olduğu bildirilmektedir. DS grubunun, hayat kalitesinin daha düşük, sosyal ve mesleki işlevlerde yetersizliklerinin daha belirgin olması ve bu hastalardaki eksi belirtilerin hastalığın önemli kısmında bulunuyor olması prognozun olumsuz olmasındaki ana nedenler olarak bildirilmiştir (Tek C ve ark., 2001). Ayrıca tedavinin -özellikle birinci nesil antipsikotiklerin- eksi belirtilere daha az etkili olması da olumsuz gidişin ayrı bir nedeni belirtilmiştir (Breierve ark., 1994).

Fenton ve McGlashan (1994), DS grubunda başlangıcın daha sinsi, bekarlık oranının daha fazla, eksi

belirtilerin hastalığın başlangıcından beri olduğunu ve seyir boyunca şiddetinin arttığını, hemen hiç iyileşme olmaksızın devam ettiğini, prognozun daha kötü olduğunu ve ciddi işlev kaybına yol açtığını bildirmiştir.

6.7. Değerlendirme Araçları

Eksiklik Sendromu tanısı için altın standart, yarı yapılandırılmış bir görüşme olan ‘’The Schedule For The Deficit Syndrome (SDS) (Eksiklik Sendromu için Tanı Ölçütleri)’’ dir. (Kirkpatrick ve ark., 1989)

— Pozitif ve Negatif Belirtiler Ölçeği (PANSS) (Kay ve ark., 1987)

— Negatif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği (SANS) (Andreasen ve ark., 1984) — Calgary Şizofrenide Depresyon Ölçeği (CDRS) (Addington ve ark., 1990)

— Ektrapiramidal Belirtiler Değerlendirme Ölçeği (ESRS) (Chouinard ve ark., 2001) — Kısa Negatif Belirtiler Ölçeği (BNSS) (Kirkpatrick ve ark., 2010)

Hastaların DS ve NDS olarak SDS aracılığıyla sınıflandırılmasının iyi bir değerlendiriciler arası güvenilirliğe ve iyi test-tekrar test güvenilirliği ile yüksek derecede stabiliteye sahip olduğu gösterilmiştir.

Kimhy ve ark., 2006, hastaları alt gruplara ayırmak için kullanılan SDS’nin altı negatif semptomunun iki

faktöre yüklendiğini göstermiştir. Bunlardan ilki avolisyon faktörü olarak adlandırılmış ve ilgi alanının azalması, sosyal güdünün azalması, amaç duygusunun azalmasını içerir iken; ikincisi emosyon ifadesi olarak adlandırılmış ve kısıtlı duygulanım, duygusal alanın daralması, konuşma içeriğinin yoksulluğunu içermektedir.

(19)

6.8. Tanısal Stabilite

Amador ve ark.(1999), DS ve NDS hastalarını ilk tanıdan ortalama 3.8 yıl sonra ilk tanıya kör olan bağımsız

kişiler tarafından tekrar değerlendirilmiş ve bu uygulama sonucunda tanı tutarlılığının DS için %83, NDS için % 88 olduğu bildirilmiştir.

DS/NDS kategorizasyonunun zaman içinde kararlı olduğu ve DS'nin daha şiddetli bir seyir ve daha kötü fonksiyonel sonuçlarla ilişkili olduğu belirtilmiştir (Kirkpatrick ve ark., 2008).

Retrospektif çalışmalar (Fenton ve ark., 1994; Kirkpatrick ve ark., 1994) ve prospektif çalışmalarla (Amador

ve ark., 1999), ilk ve ikinci tanısal değerlendirme arasında %80'den daha yüksek bir uyum oranı ile tanının

uzunlamasına stabilitesi bildirilmiştir (Galderisi ve ark., 2009).

Strauss ve ark.(2010), 20 yıllık bir izlem çalışmasında (ilgili literatürdeki en uzun izlem aralığı), şizofreni

tanılı 39 hastayı DS (n=14) veya NDS (n=25) olarak sınıflandırmış; sonuçlar eksiklik sendromu olarak sınıflandırılan şizofreni hastalarının %71'inin 7.5 yıl, %70'inin 10 yıl, %67'sinin 15 yıl ve %75'inin 20 yıllık izlemde hala eksiklik sendromu olarak sınıflandırıldığını göstermiştir.

Galderisi ve ark. (2013), 5 yıl sonra tekrar değerlendirme yaptıkları çalışmalarında, DS’nin % 82.4’ünün,

NDS % 79.6’sının ilk değerlendirmedeki tanılarının devam etmekte olduğu gösterilmiştir.

6.9. Nörokimyasal Çalışmalar

Ribeyre ve ark. ve Thibaut ve ark.,(1998) plazma homovalinik asit düzeylerinin DS’de daha azalmış

olduğunu saptamıştır.

DS, NDS ve sağlıklı kontroller arasında serum beyin kaynaklı nörotrofik faktör (BDNF) düzeylerinin karşılaştırıldığı bir çalışmada, tüm hastalar sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığında serum BDNF düzeylerinin daha düşük olduğu, ancak DS ve NDS hastaları arasında anlamlı bir farklılık olmadığı bildirilmiştir

(Valiente-Gomez ve ark., 2014).

DS hastalarının serum kortizol düzeylerinin, NDS grup ve sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığı bir çalışmada DS grubunda, NDS ve kontrollere göre kortizol düzeylerinin anlamlı olarak daha düşük olduğu belirtilmiştir

(20)

6.10. Metabolik Ölçümler

DS ve NDS hastalarının, kontrol grubuyla karşılaştırıldığı bir çalışmada, hastaların sağlıklı gruba göre, glukoz tolerans testinde anormal glukoz toleransı saptanırken, NDS grubunun DS grubundan anlamlı olarak daha yüksek değerlere sahip olduğu; DS grubunda NDS hastalarına göre daha fazla inflamasyon; daha az glikoz intoleransının olduğu gösterilmiştir (Kirkpatrick ve ark.(2008).

Özellikle kronik hastalardan oluşan bir örneklemde DS grubunda, NDS’ye göre daha yüksek kardiyovasküler hastalık riski saptanmıştır (Arango ve ark., 2011).

Antipsikotik kullanımı olmayan DS'li hastalarda kontrol olgulara göre daha yüksek konsantrasyonlarda interlökin-6 ve C-Reaktif Protein varken; NDS grubunun IL-6 ve CRP değerleri kontrol olgularından farklı saptanmamıştır (Garcia-Rizo ve ark., 2012).

6.11. Nörotransmitterler

Önceki kuramların, dopamin ve negatif belirtiler arasındaki ilişki hakkındaki görüşlerinde farklılık mevcuttu. Örneğin, Crow (1980, 1985), negatif semptomların yapısal beyin anormalliğinin ürünü olduğunu ve dopamin aktivitesiyle ilişkili olmadığını bildirmişken; buna karşılık, Mackay (1980), negatif belirtilerin dopaminerjik aktivitenin azalması sonucu olduğunu ileri sürmüştür.

Bu teorilerden bu yana, birçok ampirik çalışma, negatif semptomlar ile dopamin metaboliti homovanillik asit (HVA) seviyeleri arasındaki ilişkiyi araştırmıştır. Bazı çalışmalarda, düşük beyin omurilik (CSF) HVA seviyeleri daha ciddi negatif semptomlarla ilişkilendirilmiştir (Lindstrom ve ark., 1985; Pickar ve ark. 1990;

Van Rammen ve ark., 1986). Bu azalan CSF HVA'nın önemli bir kaynağının frontal korteks olabileceği

düşünülmüştür (Berman ve Weinberger, 1991; Pickar ve ark., 1990).

Weinberger (1987), azalmış prefrontal dopamin aktivitesinin negatif semptomlara yol açabileceğini öne sürmüşken, artmış subkortikal dopamin aktivitesinin pozitif semptomlara yol açabileceğini ifade etmiştir. Diğer nörotransmiterlerin de negatif semptomların etiyolojisindeki rolü incelenmiştir. Artmış kolinerjik aktivitenin negatif semptomlarla ilişkilendirildiği çalışmalar mevcuttur (Tandon ve Greden, 1991a). Ayrıca, artmış nöradrenerjik aktivitenin, nüks eden hastalarda negatif semptomlar ile ilişkili olduğu bulunmuşken, klinik olarak stabil olan hastalarda azalmış noradrenerjik aktivitenin negatif semptomlarla ilişkili olduğu öne sürülmüştür (Van Kammen ve ark., 1991).

(21)

6.12. Elektrofizyolojik Çalışmalar

Okülomotor disfonksiyonun DS ile anlamlı derecede bağlantılı, gözle izlemin zayıflamasının azalmış duyusal entegrasyonla ilişkili olduğu belirtilmiştir (Ross ve ark., 1996, 1997, 1998). DS grubunda, NDS’ye göre görsel tepki zamanında anlamlı derecede gecikmeler olduğu bildirilmiştir (Bustillo ve ark., 1997).

Spektral EEG çalışmalarında negatif semptomların şiddetiyle ile yavaş aktivitedeki artışın ilişkili olduğu saptanmıştır (Galderisi ve ark., 2009).

DS ve NDS’nin, şizofreni hastalığının farklı oluşumlarını temsil ettiği hipotezi, birkaç elektrofizyolojik incelemede de test edilmiştir. Yeterli tekrarın yapılmamış olması ve küçük örneklem büyüklükleri nedeniyle hepsi ön hazırlık olarak kabul edilmektedir.

6.13. Nörokognitif Bulgular

DS ve NDS hastalarının karşılaştırıldığı nörokognitif çalışmalarda, defisitli olguların frontal ve parietal lob disfonksiyonuna duyarlı testlerde anlamlı olarak daha kötü bir performans gösterdikleri, ancak temporal lob fonksiyonlarını değerlendiren testlerde fark saptanmadığı belirtilmiştir (Bryson ve ark., 2001, Buchanan ve

ark., 1994).

Fonksiyonel beyin görüntüleme araştırmaları, prefrontal ve parietal bölgeler de dahil olmak üzere kortikal-striatal-talamokortikal devre disfonksiyonunu, eksiklik belirtilerinin nöral temeli olarak önermiştir

(Tamminga ve ark., 1992, Carpenter ve ark., 1996, Heckers ve ark., 1999).

Nörolojik bulguların değerlendirildiği çalışmalarda DS grubunda nörolojik bozuklukların daha sık olduğu, “duyusal entegrasyon” alt ölçek puanlarının DS hastalarında daha düşük saptandığı belirtilmiştir (Buchanan

ve ark., 1990; Arango ve ark., 2000).

Nörobilişsel bulguların bir meta-analizi, defisitli hastaların NDS göre genel olarak daha fazla nöropsikolojik bozukluğa sahip olduğunu ortaya koymuştur. Olfaksiyon testleri, sosyal biliş, global biliş ve dil alanında orta derece bozulma saptanmış, bu da eksiklik sendromundaki nöropsikolojik bozulmanın frontoparietal disfonksiyonu veya anatomik olarak tanımlanmış herhangi bir bozulma şeklini yansıtmadığını düşündürmüştür (Cohen ve ark., 2007).

(22)

Galderisi ve ark.(2009), defisit şizofreni hastalarının, Nörolojik Muayene Ölçeği’nin alt ölçekleri “duyusal

bütünleşme”, “motor koordinasyon” ve “karmaşık motor eylem dizileri’’ üzerinde eksiklik sendromu olmayan şizofreni hastalarından daha fazla bozulma görüldüğünü bildirmişlerdir.

6.14. Yapısal ve fonksiyonel beyin görüntüleme bulguları

Yapısal ve işlevsel görüntüleme yöntemleri, şizofrenide negatif semptomların frontal lob, pozitif semptomların ise temporo-parietal lob, limbik sistem, orta beyin ve beyin sapı bölgelerindeki işlev bozukluğundan kaynaklandığını belirtmektedir (Zec ve ark., 1986; Andreasan ve ark., 1984; Peralson ve

ark., 1993, Çıtak ve ark., 2009).

Şizofreni hastalarında MRG hacim ölçümü çalışmalarının neredeyse tümünde superior temporal girusta (özellikle solda) gri madde hacmindeki azalma saptanmıştır. Ayrıca hacimde küçülmenin en sık görüldüğü bölgelerden birisi de meziyal temporal bölge (amigdala, hipokampus, parahipokampus, unkus, entorinal korteks) yapılarıdır.

18 beyin tomografisi çalışmasının gözden geçirildiği çalışmada, sadece 5'inin ventriküler genişleme ve negatif semptomlar arasında anlamlı bir ilişki olduğu gösterilmiştir (Lewis ve ark., 1990).

Liddle ve ark.(1992), süreğen negatif semptomlarla dorsolateral prefrontal kortekste bölgesel kanlanmanın

azalmasının ilişkili olduğunu göstermiştir.

Çalışmalarda DS için önemli bir açıklama, defisit sendromlu hastaların şizofreninin ‘’hastalık şiddetinin bir göstergesi’’ olduğu yorumudur. Ancak, bazı bulgular bu yorumla çelişmektedir. Frontal lob hacminin değerlendirildiği bir çalışmada (Tamminga ve ark., 1992), 62 defisit sendromlu hasta, NDS olgularla kıyaslandığında daha yüksek frontal lob hacmine sahip oldukları saptanmış, ayrıca normal kontrolle anlamlı bir fark saptanmamıştır. Defisitli hastaların, eksiklik sendromu olmayan hastalara göre daha normal bir ventrikül/beyin oranının bulunması (Wolkin ve ark.) ‘’şizofreninin daha ciddi bir formu’’ olduğu hipotezi ile çelişmektedir (Kirkpatrick ve ark., 1997).

Buchanan ve ark.(1993), yaptığı bir çalışmada 17 DS, 24 NDS tanılı ve 30 sağlıklı olgunun dahil edildiği bir

çalışmada, sağ ve sol toplam prefrontal hacimler, NDS hastaların prefrontal volümün daha küçük olması ile defisitli hastalardan ayrıldığı, sol kaudat veya sağ ve sol amigdala/hipokampus kompleksi hacimlerinde iki şizofreni alt grubu arasında fark saptanmadığı, sağ kaudatın defisitli hastalarda daha büyük olduğu, ancak iki şizofreni alt grubu arasında anlamlı fark olmadığı, herhangi bir prefrontal bölge ölçümünde defisit ve kontrol grubu arasında fark saptanmadığı, eksiklik sendromu olmayan hastaların kontrol grubuna göre daha küçük toplam sağ ve sol prefrontal volümleri olduğu, şizofreni alt gruplarında, kontrol olgulara göre daha büyük sol

(23)

kaudat hacimi ve daha küçük sağ ve sol amigdala/hipokampus kompleksi hacimleri ve defisit hastalarının daha büyük sağ kaudat hacmine sahip olma eğiliminin olduğu bulunmuştur.

Pozitron Emisyon Tomografisi (PET) ile yapılan çalışmalarda, şizofreni alt gruplarının incelenmesi sonucunda, dorsolateral prefrontal korteks disfonksiyonunun negatif semptomlarla ilişkili olabileceği belirtilmiştir (Turetsky ve ark., 1995).

Bölgesel serebral kan akımının PET kullanılarak incelendiği; 8 DS'li, 8 NDS'li ve 8 sağlıklı kontrolün dahil edildiği bir çalışmada, bellek çalışmalarının tümünde, NDS hastalarda DS’e göre frontal korteks aktivitesi daha yüksek bulunmuşken, kodlanmış sözcükleri geri alma girişimi sırasında, NDS hastalar, sol frontal korteksi, DS hastalardan anlamlı derecede daha yüksek kullanmış ve 2 şizofreni alt tipi arasında, belleğe alım sırasında hipokampusun aktivitesinde anlamlı farklılık görülmemiştir (Heckers ve ark., 1999).

Proton MR yöntemiyle, DS, NDS ve sağlıklı olguların karşılaştırıldığı çalışmada, DS grubunda medial prefrontal kortekste nöron kaybının anlamlı derece fazla olduğu gösterilmiştir (Delamillieure ve ark., 2000).

Sigmundsson ve ark.(2001), DS tanılı 27 hasta ve sağlıklı olguları karşılaştırmış ve DS’de sol süperior

temporal gyrustan pars opercularis bölgesine uzanan perisilviyan bölgede gri maddede belirgin hacim azalması saptanmıştır.

Wible ve ark.(2001), 17 erkek kronik şizofreni tanılı hasta ile 17 sağlıklı erkek kontrolün eşleştirildiği bir

çalışmada, her iki hemisferde prefrontal gri cevher hacminin ortalama değerlerinde şizofreni hastaları ve kontrol olgular arasında anlamlı bir farklılık bulunmamış iken; şizofreni grubunda sağ prefrontal beyaz cevher hacminin belirgin olarak azaldığı bulunmuş ve ayrıca, sağ prefrontal gri cevher hacminin şizofrenide sağ hipokampal volüm ile anlamlı düzeyde korele olduğu, kontrol grubunda ise olmadığı gözlenmiştir. Ayrıca, mevcut verilerin önceki bir çalışmayla bir araya getirildiği bir analiz, yüksek negatif semptom skorlarına sahip şizofreni hastalarının, düşük negatif semptom skoru olanlara göre bilateral beyaz cevher hacimlerinin anlamlı derecede daha küçük olduğunu göstermiştir. Bu grup şizofreni hastalarında sağ hemisferde beyaz cevher belirgin olarak azaldığı ve prefrontal volümlerin negatif semptom şiddeti ve medial-temporal lob bölgeleri hacimleri ile de ilişkili olduğu bulunmuştur. Bu sonuçlar şizofreninin semptomatolojisinde temporal-prefrontal yolların önemini vurgulamakta ve temporal-prefrontal anormallikler ile negatif semptomlar arasında bir ilişki olduğunu düşündürmektedir.

Gönül ve ark.(2003), beyin kan akımını inceledikleri çalışmalarında, DS grubunun frontal bölge

kanlanmasının daha az olduğunu bulunmuştur.

Galderisi ve ark.(2007), SDS kullanılarak gruplara ayrılan 34 DS, 32 NDS ve 31 sağlıklı kontrolün

değerlendirildiği çalışmalarında; lateral ventriküllerin NDS olgularda kontrollere göre daha büyük olduğu ancak defisitli grupta büyük olmadığı, singulat gyrus volümlerinin NDS olgularda kontrollere göre daha küçük olduğu, hem DS hem de NDS olguların dorsolateral prefrontal kortex ve temporal lob volümlerinin sağlıklı

(24)

kontrollere göre daha küçük olduğu, ancak defisitli olguların özellikle sağ temporal lob volümünün NDS olgulara göre belirgin küçük olduğu bulunmuş ve bu bulguların DS’nin şizofrenide hastalık şiddetinin göstergesi olduğu hipotezini desteklemediği kanaatine varılmıştır.

Cascella ve ark.(2010), DS'de, özellikle duygu işleme (insula, amygdala, medial prefrontal ve temporal lob

yapıları), hedefe yönelik davranış (putamen, Brodmann alan 6) ve dikkat (precuneus ve üstün temporal girus) ile ilişkili bölgelerde, NDS'li hastalara kıyasla, çeşitli kortikal ve subkortikal bölgesel hacim azalmaları saptamışlardır.

DS, NDS ve sağlıklı olguların dorsolateral prefrontal korteks hacimleri açısından karşılaştırıldığı bir çalışmada, şizofreni hastalarında DLPC hacmideki azalmanın kontrollere göre önemli derecede fazla olduğunu göstermiş ve hacimdeki bu azalmanın, DS grubunda daha fazla olduğu ve DS olgularda görülen kötü seyrin hacimdeki bu azalmasıyla alakalı olabileceğini bildirmişlerdir (Volpe ve ark., 2012)

Gonul ve ark.(2012), yaptığı DS 11, NDS 18 ve 17 sağlıklı kontrolden oluşan çalışmada, şizofreni hastalarının

toplam gri madde hacimlerinin, kontrollerden daha küçük olduğu saptanmıştır. DS ve NDS olgularında toplam hacimde anlamlı fark görülmemiştir. NDS grubunda hiçbir alan DS’den daha fazla gri madde hacmi göstermezken, DS grubunda sol DLPC ve sol meziyal temporal girus alanları, NDS olgulardan daha büyük olarak saptanmış ve çalışmada NDS grubunda frontal görme alanı hacminde azalma olduğu gösterilmiştir.

Kitis ve ark.(2012), çalışmasında DS ve NDS hastaları ve sağlıklı olgular unsinat fasikül fraksiyonel

anizotropisi açısından karşılaştırılmış, fraksiyonel anizotropi değerlerinin, özellikle sol unsinat fasikülde DS hastalarında daha düşük olduğu saptanmıştır.

Fischer ve ark.(2012), yaptığı DS’li, NDS’li ve sağlıklı kontrollerin olduğu bir çalışmada, superior prefrontal,

superior ve orta temporal gri cevher hacimleri, defisit sendromlularda NDS ve sağlıklı kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha küçük bulunmuş ve incelenen subkortikal yapılarda anlamlı bir grup farkı saptanmamıştır.

Fernandez-Egea ve ark. (2012), bir yüz tanıma görevinde DS'li olgularda NDS'lilere kıyasla sol amigdalanın

aktivasyonunun arttığını ve nucleus accumbens hacminin de DS'li olgularda daha azalmış olduğunu bulmuşlardır (De Rossi ve ark., 2016).

Takayanagi ve ark.(2013) DS tanılı olguların, sağ anterior singulat girus hacminin NDS ve sağlıklı olgulara

göre anlamlı olarak azaldığını göstermişlerdir.

Lei ve ark.(2015), DS’li olgularda serebellum, bilateral ekstranükleer ve frontotemporal alanlarda, korpus

kallozumda, posterior superior longitidunal fasikül ve unsinat fasikülde NDS’e göre beyaz cevher ile ilişkili hacim azalmasının daha fazla olduğunu saptamışlardır. Ayrıca DS grubunun birinci derece akrabalarında sağ

(25)

ekstranükleer beyaz cevher hacim kaybının önemli derece fazla olduğunu ve görülen bu beyaz cevher değişikliklerinin DS için bir endofenotip adayı olabileceğini vurgulamışlardır.

Spalletta ve ark.,(2015), 21 DS, 21 NDS, 21 sağlıklı kontrol Difüzyon Tensör MRG ile mikroyapısal

difüzyonla ilişkili parametreleri karşılaştırdıkları çalışmaları, NDS olgularında sağ precentral bölgede ve tüm şizofreni hastalarının sol korona radiatasında fraksiyonel anizotropinin azaldığını göstermiştir. DS olguların sol postcentral bölgesinde ve tüm şizofreni grubunun sol serebellumunda aksiyal yayılma gücünün azaldığı, radyal yayılma gücünün DS grubunun sol forcepsinde küçük, NDS hastalarının sol internal kapsülünde ve tüm şizofreni grubunda sağ inferior frontooksipial fasikulusta arttığı, ortalama yayılma gücünün sağ oksipital loba sağlıklı kontrole göre DS grubunda, DS grubuna göre ise NDS grupta artmış olduğu tespit edilmiştir.

Wheeler ve ark.(2015), şizofreni hastalarını (n = 128) ve iki akademik merkezden eşleştirilmiş sağlıklı

kontrolleri (n = 130) ve bipolar I bozukluk (n = 39) hastalarını ve üçüncü bir bölgeden eşleştirilmiş sağlıklı kontrolleri (n = 43) içeren; şizofrenin hastalarının defisit ne nondefisit olarak ayrıldığı, MRG çalışması yapılmıştır. DS grubunda, NDS ve sağlıklı kontrollere göre daha güçlü frontoparietal ve frontotemporal bağlanma bulunmuş ve NDS ve bipolar 1 bozukluk hastaları, kontrol grubuyla karşılaştırıldığında bağlanmada anlamlı farklılık görülmemiştir. DS hastalarında oluşturulan ağlar, kontrollere ve NDS gruba göre artan bağlantı yoğunluğu göstermiş ve DS grubun ağlarında supramarjinal, orta ve superior temporal ve inferior frontal bölgelerde 4 merkezi metrik sıralamasına göre yüksek merkezi düğümler belirlenmiştir. Spektrumun bir ucundaki şizofreni hastaları, bu spektrumun diğer ucundaki hastalara, bipolar I bozukluğu olan hastalara ve sağlıklı bireylere kıyasla değişen intrakortikal ilişkilerin karakteristik imzaları sahip olduğu ve kortikal konektomik yaklaşımların klinik olarak heterojen hasta gruplarındaki nöral imzaları güvenilir şekilde tanımlamak için kullanılabileceği ileri sürülmüştür.

McKechanie ve ark.,(2016), psikoz riski altında olan 43 ergen, 6 yıl arayla iki zaman noktasında MR

görüntüleme kullanılarak incelenmiş ve belirgin negatif semptomları olan bireyler diğer katılımcılarla karşılaştırıldığında, 6 yıllık süre boyunca sol temporal lob, sol posterior singulat, sol inferior parietal sulkus, sol serebellum bölgelerinde gri maddede doku kaybı tespit edilmiştir.

De Rossi ve ark.,(2016), 22 DS, 22 NDS, 22 sağlıklı kontrolün dahil edilerek MRG uygulanan çalışmada, sol

nucleus accumbens hacmi DSli grupta, NDS gruba ve sağlıklı kontrollere göre daha küçük saptanmış, yaş ve hastalık süresi DS grupta bu küçülme ile ilişkili bulunurken aynı ilişki NDS grupta gözlenmemiştir. Bunun DS’de bulunan psikopatolojik özellikler ve fonksiyonel bozukluklarla tutarlı olduğu ve bu nedenle potansiyel bir mekanizmayı gösterebileceği ileri sürülmüştür.

(26)

Brugger ve ark.,(2017), 3901 hasta (1272’si (%32,6 kadın)) ve 4040 kontrolün (1613’ü (% 39,9 kadın))

oluşturduğu 108 çalışmanın dahil edildiği bir metaanalizde hastalarda putamen, temporal lob, talamus ve üçüncü ventrikül hacim değişikliklerinin anlamlı olarak daha fazla, ön singulat korteks hacmindeki değişikliğin daha az, lateral ve üçüncü ventriküllerin ortalama hacimleri daha yüksek, amigdala, ön singulat korteks, frontal lob, hipokampus, temporal lob ve talamus ortalama hacimlerinin daha düşük olduğu saptanmıştır.

Lei ve ark.(2019), ilk atak daha önce tedavi almamış 34 şizofreni (14 DS, 20 NDS) ve 32 sağlıklı kontrolü 1

yıllık izlemde karşılaştırdıkları çalışmalarında, bazalde sağlıklı kontrollere göre DS grupta internal kapsülün bilateral arka bacağında ve serebellar tonsilde beyaz madde hacminde ve serebellar culmende gri madde hacminde azalma, izlemde NDS grup internal kapsülün bilateral arka bacağında beyaz madde hacminde azalma; her iki hasta grubunda da hipokampus ve insüler kortekste gri madde hacminde azalma gösterilirken, NDS'li hastalarda frontal ve singulat kortekste ek gri madde kaybı ve sol talamusta gri madde hacminde seçici bir artış görüldüğünü bildirmişlerdir.

DS'nin tanısı için kriterler getirilmesinden bu yana DS'yi NDS'den ayırmaya çalışan geniş araştırmalar yapılmıştır. Önemli bir araştırma sorusu DS'nin, NDS'ye göre ‘’aynı hastalığın daha şiddetli bir formu mu’’ yoksa ‘’ayrı bir hastalık mı’’ olduğudur. Beyin görüntüleme ve okülomotor verilerin DS’li hastalarda NDS'li hastalara göre daha az veya farklı anormallikler göstermesi, DS’nin aynı hastalığın daha şiddetli bir formunu değil, diğer şizofreni tiplerine göre ayrı bir hastalığı temsil ettiğini ileri sürmektedir.

Şekil

TABLO 1: Şizofreni tanılı hastalarda yapılmış nörogörüntüleme çalışmaları  ÇALIŞMALAR  SONUÇLAR  Zec ve ark., (1986),  Andreasan ve ark., (1984),  Peralson ve ark., (1993),   Çıtak ve ark., (2009)
Tablo 3. Katılımcıların sosyodemografik verilerinin karşılaştırılması DEFİSİT  SENDROMU (n=13) NONDEFİSİT SENDROMU(n=26) Cinsiyet  Kadın  3 (%23,1) 6 (%23,1)
Tablo 4: Katılımcıların bazal ve izlem ölçek skorlarının yıllara göre gruplar arasında  karşılaştırılması DEFİSİT  SENDROMU (n=13) (mean±sd) NONDEFİSİT SENDROMU(n=26)(mean±sd) PANSS                     Pozitif  Negatif              Genel        Psikopatolo
Tablo 5: Katılımcıların bazal ve izlem ölçek skorlarının grup içinde karşılaştırılması
+7

Referanslar

Outline

Benzer Belgeler

Bizim çalışma- mızda SĞV ve SLV EF’leri ile FEV 1 , FVC arasın- da anlamlı korelasyon bulunamadı, ancak FEV 1 , FVC, MMF ile SĞV sistolik parametrelerinden TPER,

Doğal olarak aynı sonuçları elde ede- ceklerini umuyorlardı, ancak tam tersi oldu ve sağ yarımküre ayrıntılarla uğ- raşırken etkin hale geçti, sol yarımkü- re de

Evre I skuamöz hücreli akciğer kanseri nedeniyle 12 yıl önce sağ pnömonektomi yapılan ve takibe alınan 67 yaşın- daki erkek hastanın göğüs tomografilerinde sol

Distal sol sirkumfleks arterden köken alan sağ koroner arter 327 kalp hastalığı olan kişilerin anjiyografisi yapılırken bu.. durum göz

Çalı şmanın dışl am a kriterle- ri: öğretilen m anevral arı aniayacak ve uygulayacak mental yetiye sahip olamama, sağ atriyum (SA) ve pulmoner ka- p iller wedge

Kuo TT, Yang CP, Lin CH, Changi CH: Lymphoblastic lymphoma presenting as a huge intracavitary cardiac tumor causing heart failure. Bear PA, Moodie DS: Malignant primary cardiac

Bu yazıda interventriküler septumu diseke eden sağ ve sol koroner sinüs Valsalva anevrizmasına sahip aynı zamanda aort yetersizliği ve ventriküler taşikardi atakları sergileyen

Kliniğimizde koroner anjiyografi yapılan 450 hastanın iki- sinde(% 0.4) koroner arter çıkış anamalisi saptanmıştır. Sunduğumuz olgu sirkumfleks arterin çok nadir