M U H İ T
/yu
965M in ya tür Tasvirler
G
ök yüzü gibi, denizin de rengi değişti. Geçengün baktım, çividi kirle bulanmış kesik köpük lü çamaşır sularını andırıyordu.
Siyah kurşuni alacalı bulutlar batıdan doğuya, do ğudan batıya kulaçlayıp duruyorlar. Rüzgâra bir hal ol du; titizliği, dönekliği pek üzerinde: gün doğuşundan batıya, batıdan yıldıza çeviriyor; kıble keşişleri, batı lo dosu, dönüştürüyor, dönüştürüyor.
Nerdesiniz, kabak, kiraz meltemleri; şimdi hangi ufuklarda nazlı nazlı esiyorsunuz?
Delişmen poyraz, sert, insafsız kara yel bütün den sizliklerini ele aldılar, kasıp kavurmadıkları şey kalmıyor. Fırtınalar da resmi geçide başladılar. Koç katımı fır tınası, Turna fırtınası, Bağ bozumu fırtınası, Kuş geçimi fırtınası... hiç ümit vermeyen, hep karanlık, kasvetli kara kışın gelip çattığını haber veren zehirli, acı ıslıklı kara haberciler...
Neredesiniz, kırlangıç, çaylak fırtınaları ? Hep vâde den, ümitlendiren, yarı çatık, yarı güler yüzlü behar, yaz müjdecileri, neredesiniz ?
Sislendi hava, tarfı - çimenzarı nem aldı, Bülbül yuvadan uçtu, gülüstanı gam aldı.
Evet, kuşlar da yuvalarından uçtular, ağaçları daima yapraklı, çimenleri daima yeşil, ılık memleketlere uçtu lar. Turnalar katar katar, kırlangıçlar sürü sürü, leylek ler alay alay Cenup yolunu, güneşin, sıcaklığını bir an bile esirgemediği çöllerin, sahraların yolunu tuttular. Sa çaklardaki, baca üstlerindeki, ağaç dallarındaki boş yu vaları dağıtan rüzgârlar, kuru gazallerle birlikte “son ka lan tüyleri” de savuruyorlar. Acaba leylekler, yuvaların dan kaç sakat yavruyu atıp da kaçtılar?
★ * *
S
okakta, tramvayda, vaporda, evde, misafirlikte, hepbir “melodi” nin perde perde ağırlaşan, acılaşan, öl gün, bezgin nağmelerini duyuyorum. Her keşte ve her şeyde bu neş’esizlik, gelen, yaklaşan felâkete, mateme karşı bir yılgınlık var.
- - Havalar gergi gibi soğudu, bu sene kış pek er kenden bastıracağa benzeyor.
M A H M U T Y A S A H İ
— Sus kardeş... damı aktartamadık. Ev sahibine güç halle ancak olukları (âmir ettirtebildik. Yağmur yağmaya başlamıyormu, bizim evin halini görme ar tık; evde nekadar eski yeni leğen, gerdel, tas, tencere> kap, kaçak varsa damlayan yerlere koyuyoruz. Fakat yene nafile...
— Kiraz vakti eve odunu, kömürü atamadık. Bu kış hemen Allah yardımcımız olsun...
— Benim başımda da ayni dert var. Bu sabah aş ç ı : kok kömürü bitti, demez mi? Vallahi sıkıntıdan du dağım çatladı.
— İnsan tam vakti, saati gelip çatmayınca iktisat kaidelerinin sırrına, hikmetine akıl erdiremez. Yazın, eli me hemen hemen açıktan gibi bir az para geçmişti. Ter zinin teltik kalan hisabını vermeği ihmal ettim, şimdi palto ısmarlamağa yüzüm yok. Galiba bu kışı da bizim emektar tornistan palto ile geçireceğim.
— Ben, sözüm ona paltoyu ısmarladım, lâkin son taksiti vermek imkânını bulabilirsen bul. Bugün bakkal, yarın kasap, öbtirgün ev kirası, göz açabilirsen aç...
— Hanımcığım, orta kat merdivenin ara camekânın, alt kat sahanlığın kırık camlarını bugün de yaptırtma- mışsın 1
— İlahi bey, öyle de kinayeli kinayeli söylersin ki... Hani bir duyan olsa benim kayıtsızlığıma, ihmalciliğime verir. Aşçı kadın: kömür... kömür... diye dayandı. Haydi yemeği toz kömürü, tahta kırığı ile pişirteyim, çocuğun odasına mangal koymadan olurmu ?
— Ayvaların da maşallahı var, ne kadar çok 1 — Miibareki pek severim. Gel gör ki baktıkça içi me ürperme gelir.
— Haklısın, kışın şiddetli olacağına işarettir, derler... — Anne, sefer tasım nerede? Bugün de geç kalır sam hoca beni sınıfa almayacak...
966 M U H İ T
Dur yavrum, hazırlıyorum işte... Sen çantana iyi bak, yene dünkü gibi defterlerini unutma...
— Anne, lastiğim de su alıyor.
— A... meram anlamayacak yaşta değilsin maşal lah, ay başına kadar dişini sık, Beybaban aylığını alsın, o vakit...
— Kuzum evladım, odanın kapısını kapayıver. Bu sene kanım mı kurumuş nedir, sırtıma, dizlerime karlar yağıyor... Pencere pervazlarından, kapı aralıklarından rüzgâr zehir gibi üfleyor.
— Hanımanne, sen merak etme... Ben kola kaynat tım, pencere kenarlarına gazete kâğıdı yapıştıracağım. Kapı altlarına da kalın keçe parçaları çakarım.
Evlerde, hümalı, oğultulu bir hazırlık, bir çırpınma. — Hanım, kışlıkları sandıktan çıkar da bir iki gün havalansın, naftalin kokusu genzime kaçıyor.
— Kışlık... Kışlık dediğiniz ne var ki, ne kaldı ki? A — Kuzum abla, benim boyun atkısını bir iki ye rinden güveler yemiş, şöyle belirsiz örebilir misin ?
A — Şerife kadın, su saatine keçe sarmayı unut ma. Geceleri fena ayaza çekiyor. Havalara artık inan olmaz. Başımıza dert çıkmasın. Keçenin üstüne biraz da kül, kepek atıver.
A — Bey, bu odunlar çok fena. Hiç kor dökme- yor. Geçen kış almıştın hani, ne iyi idi onlar! Elleme gibi parçaları tencerede söndürür sabahları kolaycacık yakardık.
A — Manavlar, kavun, karpuz, üzüm, kaysı, şef taliden dolup taşarken sabah, akşam kahvaltısı diye reçellerin dibine darı ektiniz. Şimdi ne bulup ta yiyecek siniz? Yeşil zeytin kurarken hepiniz burun kıvırdınızdı, birinize tattırmasam hakkım var ya...
A — Hemşire, bizim kalemdeki Remzi beyin ha reminin de elleri, kışın tıpkı seninkiler gibi çatlarmış. Bana bir ilaç sağlık verdi, pek iyi geliyormuş, sen de bir tecrübe et...
Bu sonsuz endişelerin, şikâyetlerin arasında teselliler, teselliyi andırır avun malar da duymayor değilmi!
— Yorganı başıma çektim mi horul horul deliksiz uyuyorum. Tahta kurusu, pire, sivri sinek, kara sinek, tatarcıktan dât bir feryat iki... Uykular tatlandı, tam mevsimi doğrusu...
A — Senin kopay ne âlemde? Be nim kurtboğanı bu sabah bir temiz yıka dım. Çifteler de ter temiz, kartuşları dol- durtum, Cumaya avlanacağız, geleceksin değilmi 1
A — Nedir o vıcık vıcık ter? Ada ma souktan ziyan gelmez. Sağlam hava birader, demir gibiyim şimdi...
A — Şoşon aldım, sokağa, sinemaya giderken to
puklu terliklerin üzerine çekiyorum. Nasırdan halim
harap...
Duvarları kaplayan, camekânları dolduran renk renk sinema, tiyatro, balo, konser îylanlarına bakıyorum.
Süs eşyaları satan mağazaların, oğul gibi işleyen ka pıları önlerindeki çeşit çeşit münakaşalar kulağıma akse diyor.
Kürkçü dükkânlarının, lüks terzilerin mankenlerinin mu’tat ve manasız tebessümlerine, acı tebessümlerle mu kabele eden canlı kuklalar görüyorum.
Evet, bunları, bunların her nev’ini, her çeşidini gö rüyorum, duyuyorum. Fakat nedense, biri, bana bir şey söylemiyor...
Dar, karanlık, bodrum hissini veren küf kokulu bo zuk bir sokaktan geçiyorum. Basık çatıları bir birine omuz vermiş ev iskeletlerinin, kapatmağa lüzum görül meyen ve daima açık duran kapılarının önlerinde mumya kollu, mumya bacaklı çocuklar, acı miyavlamayı andıran mariz çığlıklar kopararak oynayorlardı. Dökük kaplama ların aralıklarından odaların içi görünüyordu. Mumya kollu, mumya bacaklı çocukların bu söuk kış akşamında sokakta, ıslak taşlar üzerinde oynamalarına şaşmadım. Evlerin içi sokaktan daha serin, daha rüzgârlı, daha souktu! Kimbilir ?...
Pencerelerden ışık görünmüyordu. İki sokak aşırı geniş, işlek caddenin karpuz elektrik lambası buraya, sıska, sarı bir kol uzatmıştı. Bu ölü, sarı ışık, içleri ka rarmış insanların nesine, nelerine yetmezdi k i!... Bir evin zemin katındaki camı kırık penceresine gözüm kaydı. Yer yer dökük sıvalardan bağdadileri sırıtan dıvarın ke narında bir tek şilte ile bir tek ince, kirli yorgan duru yordu, o kadar. Fazla bakamadım. Gözüm üşümüştü. Faz la düşünmek istemedim. İstesem bile düşünemezdim, çün kü beynim donmuştu 1...
Bir çiçekçi dükkânının önünde ayaklarım kendiliğin den duraklamıştı; limonlukta yetiştirilmiş saksı çiçekieri,
haremde büyütülmüş saz benizli beyzade ler gibi süzgün süzgün, edalı edalı kırılıp dökülüyor, süzüm süzüm süzülüyor!
Balolarda, Çaylarda, tuvaletlerindeki sun’i renklere bir parça da tabiî renk ilave etmek için omuz başlarına kondurulan
kamelyalara gözüm dalmıştı. Bakarken
zümrüt yeşili çayırlarda laal kadehler gibi titreya ince saplı gelincikler, kır lâlecik- leri hayalimde çelenk örmeğe başladılarl...
Ben de neler düşünüyorm? Gelin ciklerin, lâlerin mevsimi şimdi mi ?
Mangal başı kış gününün lâleza- rıdır.
Taha Toros Arşivi