YELKEN
düşün - sanat dergisi * 161 -16 2 * temmuz - ağustos * 19 70 * 2 ti.
û<r KA5IT<-' ( . M M ç A /& / iJ 'rO ΑJ b iL V U K U f i i l D UVlfi E V / !,£KSEjU M h.yon/B i Avpi?£ iu - L fi# bPıfbf) E V İ İMA/oet'- VUUYfi $ 4 f / L n v g kOi
orhan
kemal de
geçti
bu
dünyadan
çağrı
BASIN VE İLAN KURUMU DERGİLERE VERDİĞİ AYLIK YARDIMI KESTİ. 13 YILDIR YAYIMLANAN YELKEN DERGİSİ BASIN VE İLÂN KURUMU’NUN BU KARARINI ÜZÜNTÜ İLE KAR ŞILAR VE KINAR.
13 Y ILLIK YELKENİN RÜZGÂRI OLMALARI İÇİN TÜM İLE RİCİ KİŞİLERİ YARDIMA ÇAĞIRIRIZ.
SAYGILARIMIZLA.
YELKEN
niğde’de
oturum
Niğde’de, İsmet Kemal Karadayı yönetiminde sürdürülen «Açık otu rum» Iarın beşincisi de 13 Haziran 1970 Cumartesi günü saat 15’de Sun- gurbey Sosyal Salonunda yapıldı. Aksaray’dan konuşmacı ve dinleyicile rin katıldığı açık oturumun konusu, «TARİHTE TOPLUMDA KADIN» idi.
Kalabalık dinleyici karşısında konuşan Av. Muzaffer Küçük ve Stj. Av. Nihal Elmacı, Mübeccel Haznedaroğlu, Raşit Daldal, «Kadın» konu sunu değişik açılardan ve çağdaş düşüncelerin de ışığı altında işlediler. Kadının hâlâ kurtulamamış ve insan haklan yönünden eşitliğe varamamış olmasını; a - ekonomik etmenler ve bağımlılıklara, b - erkek bencilliği ve yersiz olmuş geleneksel - toplumsal baskdara, c - dinsel baskılara, d - tarihsel akış yonım ve uygulamalanndaki bilim dışı, çağ dışı kalışlara, e - kültür ve eğitim yetersizliklerine, f - devrimci kuruluşlar yerine en çok da tutucu ve gerici besleme kuruluşların alanda at oynatmalarına, g - Türk Ceza Kanunu ve Medenî Kanun’daki erkek lehine konmuş hü kümlerin (zina, çalışma izni, aile reisliği, son söz, soyadını taşıma mal v.b.) bugünkü Anayasamıza ve uygar insan - çağdaş düzen İlkesine ay kırı bulunmasına bağladılar.
Sonuçtaki «dinleyici - konuşmacı tartışması» bölümünde «ırk», «halk», «millet», «bağımlılık» kavramlarına ilişkin olarak maksatlı bir lıozgunculuk çıkarılmak istendiyse de karşılıklı yersiz «itham» dışında başkaca olay yaratılmadı.
SANAT DERGİSİ
Bu Sayıda
□ A. Gül VAHAPOĞLU □ 1. Kemal KARADAYI □ Fethi SAVAŞÇI □ Ahmet KÖKLtJGİLLER □ Talât KILIÇ □ H. Zekai YİĞİTLER □ Behzat AY □ Atay ÇABUKEL □ Stefaıı MORAWSKİ □ Aysel SAN □ Aykut POTUROGLU □ Tülay ORTAÇ □ Erhan TIĞLI □ A. Cum hur ŞENDERİN □ Meray ÜLGEN
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü RÜKNETTİN RESÜLOĞLU
Yönetim Y e ri: Melek H an 3, P.K. 639 Karaköy . İst. T el: 49 30 74 - 44 17 34 Yıllık 24 TL. (Öğretmen ve öğrencilere
20 TL.)
Baskı ve D izgi: Dilek Matbaası T e l: 26 63 78
FİATI 2 LİRA
Yelken’den
Geçen ay ünlü sanatçı Orhan Ke mal ayrıldı aramızdan. Orhan Kemal halktan aldığı güçle sanat yolımda ölümsüzlüğe ulaşmış bir yaratıcıdır. Orhan Kemal ölür, yapıtları düşün celerde anıtlaşır.
Yeni kuşak sanatçılarının (ama sanatın her dalında çalışan) Orhan Kemal'in yaşantısını incelemeleri gereklidir. Orhan Kemal’in yaşantı sını inceleyen kişiler birden halk gerçeği ile karşılaşacaklardır. Ve sanımızca bu denli bir karşılaşma - eğer kişi içtenlikle işe girişmişse - kişinin mihenk taşı olur. Geçmiş ça lışmalarını bir özel eleştiriden geçi rir, geleceğe daha sağlam adımlarla girer. Kısacası halk sabunuyla arı nır.
YELKEN ve diğer ilerici düşün ve sanat dergileri Orhan Kemal gibi diğer sanatçıların da halka gidebil meleri için bir araç. YELKEN ve diğer dergilere her ay az da olsa Basın ve ilân Kurumu tarafından bir yardım yapılırdı. Bu yardım ge çen ay kesildi. Kesilen yardım değil Türk sanatına bir şeyler katabilmek için 13 yıldan beri canını dişine ta kıp çabalayan YELKEN’in canda nlarıydı. 13 yaşuıda bir çocuk ölüme itilmekte.
Fakat her şeye rağmen YEL KEN gene elinizde. Durum ortada. Yaşamak savaşındayız.
Türkiye’nin ilerici düşünceli ki- şlieri, maddî ve mânevi yardımları nızla YELKEN’in rüzgârı olmak elinizde.
orhan kemal’in
ardından
âdil gül vahaboğlu
Orhan Kemal de, çileli Türk Of lusunun çileli yazarlarından biri ola rak ayrıldı aramızdan. Özlediği dup duru ortamı, herkesin özgür olduğu Türkiye’yi görmeden doğal bir sona ulaştı, ölümünün edebiyat, sanat ev reni için ne denli büyük bir boşluk olduğunu anladığımız için, kaygılan mamak elimizde değildir. Fakat, do ğal sonun tüm canlılar için olduğunu düşünerek bu dev romancının, bize sunmuş olduğu otuz üç ayrı öykü ve romanın sayfalarında sonsuzlaştığı- nı anlıyor ve bundan dolayı büyük bir kıvanç duyuyoruz. Çünkü Orhan Kemal ömrü boyunca dalkavukluk yapmadan direnmiş, gerçeğin her za man savunucusu olmuştur. Toplum sal görüntü uğruna mutluluğunu bir köşeye koymuş, halk mutluluğu i- çin yazmayı, savaşmayı insan olma nın temel koşulu saymıştır. Bunun içindir ki Orhan Kemal girmiş oldu ğu savaşların hemen hepsinden za
ferle çıkmıştır. Bu büyük, becerikli savaşçının zaferlerini eserlerinin tü mü belgeler. Yani O’nun eserlerinin tümü, savaş meydanlarında kazanı lan zaferlerin esas amaca varmasını sağlama yolunda yapılan savaşların cesur anıtlarıdır. Bu bakımdan Or han Kemal’i ölümsüzler arasında görmek aşırı bir sevgi ifadesi değil- dir. Toplumun kabuğunu, sömürge nini anlatmayan yazarlar, sanatçılar tarihin her döneminde (zaman) de- nilen yaman eleştirmene dayanabil- mişlerdir. Orhan Kemal de böyle o- lacaktır. Çünkü o herkesin mutlulu ğu için savaştı, gerçeği verdi. Istı- raplı, acılı insanları anlattı. Olayları esaslı bir özle anlatmak, gerçeği de ğiştirmemek, kişileri oldukları gibi yansıtmak O’nun sanatının temel felsefesi oldu.
Türk romanında pozitivizm Or han Kemal’in eserleriyle kendini gös terdi. Tam ve haklı olarak. Bu ba
kımdan bu dev romancıya yirminci yüzyıl Türk toplumunun aynası gö züyle bakabiliriz. O bir fizik bilgini gibi, olaylara sataşmadan, olayları didiklemeden tam bir nesnel gözle toplumumuzun yaşantısını vermiş tir. Bu durum, dürüst bir sanatçı ol duğunu ifade eder. Hayalin Mısır, verimsiz avuntularına kapılmadı. Süslü yazmayı, şekle, biçime önem vermeyi geçerli saymadı. Kişileri kendi dünyasının, düşüncesinin kop yası durumuna sokmadı. Nasıl idi lerse öyle verdi. Sosyoloji kanunla rının sanatla ifadesini biz, ilkin Or- kan Kemal’den öğrendik. Her baskı nın, etkinin, bir tepkiyle karşılana cağım ondan öğrendik. Sade, duru bir dille yazdı. Türk dilini en iyi bir şe kilde kullandı. Tekrara düşmedi. Ele aldığı konuları kaim çizgilerle birbi rinden ayırabilirsiniz. Bu kadar bol yazdığı halde yapıtlarından herhan gi biri bir başkasına asla saldırmaz. Bu da Orhan Kemal’in olaylara ta rafsız bir gözle bakmasının ve yük sek zekâsınm ürünüdür. Bu bakım dan Orhan Kemal’in eserleri her sı nıf tarafından okunur. Değer yara tan sınıflar, içinde bulunduktan or tamın olumsuz, yıkıcı, yutucu yönle rini gene ondan öğrenirler, insan i- çinde bulunduğu gerçeği kitap sayfa larında görünce kendine işte o za man bir değer verir. Kahveci çırak larından, garsonlara, pamuk, inşaat işçilerine, sahipsiz çocuklara, aç su suz, bakımsız, zavallı insanlara dek büyük bir ıstırap yığını Orhan Ke mal’in yapıtlarıyla gözlerinizin ö- nünden geçer. Bu açıdan da ilginç bir yazardır. Orta öğretim sınıfların dan birinde herkes bir roman özet lesin dediğimde altmış beş kişilik sınıftan otuz altı öğrenci şu on ya pıtın özetini çıkarmıştı. Yaptığım yoklama sonunda öğrencilerin bir birlerinden kopya çekmediklerini de anladım. Bu yapıtlar şunlardır: A- vare Yıllar, Kanlı Topraklar, 72. Koğuş, Murtaza, Cemile, önce Ek
mek, Suçlu, El Kızı, Gurbet Kuşları, Eskici ve Oğulları, Baba Evi, Ma halle Kahvesi, Bir Filiz Vardı, So kakların Çocuğu. Bunların içinde kuşkusuz ki öykü kitabı olanlar da vardır. Ama biz bu iki tür arasında önemli bir ayrım olmadığını düşüne rek onları da kabul ettik. Esas olan Orhan Kemal’in dev bir usta oluşu dur.
Bence bunların içinde Kanlı Topraklar, Türk edebiyatında yüz yıllar boyu bir doruk olarak yaşaya caktır. Gerçi belli bir dönemde sanat akımlarının duracağı söz konusudur ama, bu yapıtıyla Orhan Kemal a- şılmayacak, kendinden sonrakilerin bir örneği ya da kardeşi olacaktır. Anlatımdaki canlılık, kamçılayıcı güç ve teknikteki özgünlük (orijina lite) nedeniyle Kanlı Topraklar’dan kısa bir bölüm almadan geçemeye ceğim :
«İnsan çok sonra gelmişti yer yüzüne. Çok sonra gelmişti ama, çok önce gelen toprakların da, tohumun da, hattâ sert rüzgârların da canını sıkmış, rahatını kaçırmıştı. Sert rüz gârlar eskiden olduğunca duvarsız bir dünyada yalın ayaklarıyla dolu dizgin koşamıyor, insanların engelle rine çarparak parçalanıp ufalanıyor, öfkeyle derlenip toparlansa bile ye niden yeni yeni engeller velhasıl rahatı kaçmıştı sert rüzgârlarm bi le.» (S: 278).
Cebinden kurşun kalemiyle bir tomar kâğıt çıkarıp yazdı:
«İnsandan önce topraklar vardı, Sert rüzgârlar,
Tohum.
\ İnsanlardan sonra rahatı kaçtı sert rüzgârın, tohumun, bereketli toprakların!
Pay pay oldu topraklar, Ev ev bölündü dünya, Kana bulandı topraklar. Kardeş sofraları bozuldu!»
— Ne o Hakkı Bey? Şiir mi ge ne?
—• Aman efendim, dedi. Rica e- derim.
«Elindeki kâğıt tomarını gocuğa benzeyen kirli paltosunun geniş ce bine soktu. Sokmasıyla da hemen herşeyi unuttu. Şimdi gözlerinde uç suz bucaksız tarlalar. Yer yer işlen miş, yer yer de işlenmemiş, malaz, çalılar dikenler içinde tarlalar. Çok sonra gelen insan işte böyle bölmüş tü tarlaları, pay pay etmiş, bu in sanların dünyasını kendi çıkarlaruıa yarattıkları bir «Hukuk» mı dar sı nırlarına sokmağa çalışmışlardı.»
(S: 279).
«Artık düııyanuı tadı kaçmıştı. Bereketli toprakların bütün yaratık lara, daha doğrusu tekmil canlılara açık kardeş sofralığı, insan kalaba lıkları içindeki bir avuç insanm aç gözlülüğü yüzünden anbarlara, kilit altlarına alınmış, insanlardan kaçırıl mıştı.» (S: 279).
Buradaki akıcı, doğal anlatıma ek olarak ders verici, didaktik hava yı sezmemek mümkün mü? îşte bu parça Orhan Kemal dünyasının, Türkiye’nin sanat alanındaki örneği dir. Fakat bunları yazmak suç oldu işte. Bunları yazanlara iyi gözle ba kılmadı. Bakılmadığı gibi. Bu ba kımdan tedirgin oldu Türk sanatçı sı. Romanın, öykünün, tiyatronun ne olduğunu bilmeyen zavallı kişiler ta rafından izlendi. Ülke - ulusseverli- ğin edebiyatını yapan sanatçılar, ül keyi mide olarak, bacak arası ola rak anlayan, dünyası dar kişiler ta rafından adım adım izlendi. Güneşe bakmasını bilmeyenler güneşi öğret mekle görevlendirildiler. Sanatçının ulusal dil ve edebiyatın yaratıcısı ve yaşatıcısı olduğunu bilemediler. Türk ulusu diliyle vardı. Orhan Ke mal bu dilin ustasıydı. Yontucusuy- du. Olmadı. Anlamadılar. Bir an ön
ce öldürmeyi denediler. Mahpusane- lere yolladılar. Ne yapalım bizde mahpusane demek sanatçıların bileyi taşı demektir. Bir çeşit sanatçı oku ludur. «işte bu azaptaki sanatçıları mız, pek uzun süre azap yollarının karanlığın da ışıklı yapıtlar doku muşlardır. Nazım Hikmet’i, Saba hattin Ali’yi, Orhan Kemal’i, Rıfat İlgaz’ı, A. Kadir’i, Yaşar Kemal’i, Attilâ Ilhan’ı, Aziz Nesin’i, Halikar- nas Balıkçısı’nı, Fakir Baykurt’u, Talip Apaydın’ı, Haşan Hüseyin’i yüzde elli yaratan Türk faşizmi’nin yarasalar karanlığıdır.» (1)
Bizde sanatçının sürülme ve mahpushanelere tıkılması geleneği Namık Kemal’le başlar. Ne yapalım geleneği çok seven bir toplumuz. Bu geleneğe de sımsıkı sarılmışız (!) Mahpusaneye girmeyen sanatçı yok bizde. Demek oluyor ki, Türkiye de ğer harcayan bir ülkedir. Bunun için de değersizlere değer verildiği süre ce dünya fikir ve sanat çevreleri ta rafından değersiz bir ülke olarak bi linecektir. Burjuva kriminolojisine göre mahpusaneye girenlerin tümü suçludur. Ama değil. Bizde düşü nen insanların yeridir. O halde ikisi de değerlidir. Mahpus da mahpusane de...
Toplum yararına çalışan insan ların yöneticilerle anlaşamayacakla rı doğal bir gerçektir. Çünkü yöneti cinin yaşantısıyla halkın yaşantısı arasında çelişki vardır. Bu çelişki nin somut örneklerini veren de sa natçıdır. Orhan Kemal’in yazdıkları hoşa gitmeyen gerçeklerdir. Sanatçı onların yaşanmamasını ister. Gerekli kişilere gösterir onları. Düzeltin, de-', ğiştirin diye. Sonra topluma göster rir. Siz busunuz diye. Bu suç mudur ? insan beynini mahpusanede eylemsiz' duruma getirmek olanaksızdır. Biz- deki durum bunu tanıtlamıştır. Akıl, fikir, duvarları bile yıkar, mahve der. O karanlık dünyada daha bir de ğerlenir insan. Namık Kemal Magosa’ . dan çıkınca Şûrayı Devlet’e atandı. |
— Ne o Hakkı Bey? Şiir mi ge ne?
—■ Aman efendim, dedi. Rica e- derim.
«Elindeki kâğıt tomannı gocuğa benzeyen kirli paltosunun geniş ce bine soktu. Sokmasıyla da hemen lıerşeyi unuttu. Şimdi gözlerinde uç suz bucaksız tarlalar. Yer yer işlen miş, yer yer de işlenmemiş, malaz, çalılar dikenler içinde tarlalar. Çok sonra gelen insan işte böyle bölmüş tü tarlaları, pay pay etmiş, bu in sanların dünyasını kendi çıkarlaruıa yarattıkları bir «Hukuk» un dar sı nırlarına sokmağa çalışmışlardı.»
(S: 279).
«Artık dUııyanuı tadı kaçmıştı. Bereketli toprakların bütün yaratık lara, daha doğrusu tekmil canlılara açık kardeş sofralığı, insan kalaba lıkları içindeki bir avuç insanuı aç gözlülüğü yüzünden anbarlara, kilit altlarına alınmış, insanlardan kaçırıl mıştı.» (S: 279).
Buradaki akıcı, doğal anlatıma ek olarak ders verici, didaktik hava yı sezmemek mümkün mü? îşte bu parça Orhan Kemal dünyasının, Türkiye’nin sanat alanındaki örneği dir. Fakat bunları yazmak suç oldu işte. Bunları yazanlara iyi gözle ba kılmadı. Bakılmadığı gibi. Bu ba kımdan tedirgin oldu Türk sanatçı sı. Romanın, öykünün, tiyatronun ne olduğunu bilmeyen zavallı kişiler ta rafından izlendi. Ülke - ulusseverli- ğin edebiyatını yapan sanatçılar, ül keyi mide olarak, bacak arası ola rak anlayan, dünyası dar kişiler ta rafından adım adım izlendi. Güneşe bakmasını bilmeyenler güneşi öğret mekle görevlendirildiler. Sanatçının ulusal dil ve edebiyatın yaratıcısı ve yaşatıcısı olduğunu bilemediler. Türk ulusu diliyle vardı. Orhan Ke mal bu dilin ustasıydı. Yontucusuy- du. Olmadı. Anlamadılar. Bir an ön
ce öldürmeyi denediler. Mahpusane- lere yolladılar. Ne yapalım bizde mahpusane demek sanatçıların bileyi taşı demektir. Bir çeşit sanatçı oku ludur. «îşte bu azaptaki sanatçıları mız, pek uzun süre azap yollarının karanlığın da ışıklı yapıtlar doku muşlardır. Nazım Hikmet’i, Saba hattin Ali’yi, Orhan Kemal’i, Rıfat İlgaz’ı, A. Kadir’i, Yaşar Kemal’i, Attilâ Ilhan’ı, Aziz Nesin’i, Halikar- nas Balıkçısı’m, Fakir Baykurt’u, Talip Apaydın’ı, Haşan Hüseyin’i yüzde elli yaratan Türk faşizmi’nin yarasalar karanlığıdır.» (1)
Bizde sanatçının sürülme ve mahpushanelere tıkılması geleneği Namık Kemal’le başlar. Ne yapalım geleneği çok seven bir toplumuz. Bu geleneğe de sımsıkı sarılmışız (!) Mahpusaneye girmeyen sanatçı yok bizde. Demek oluyor ki, Türkiye de ğer harcayan bir ülkedir. Bunun için de değersizlere değer verildiği süre ce dünya fikir ve sanat çevreleri ta rafından değersiz bir ülke olarak bi linecektir. Burjuva kriminolojisine göre mahpusaneye girenlerin tümü suçludur. Ama değil. Bizde düşü nen insanların yeridir. O halde ikisi de değerlidir. Mahpus da mahpusane de...
Toplum yararına çalışan insan ların yöneticilerle anlaşamayacakla rı doğal bir gerçektir. Çünkü yöneti cinin yaşantısıyla halkın yaşantısı arasında çelişki vardır. Bu çelişki nin somut örneklerini veren de sa natçıdır. Orhan Kemal’in yazdıkları hoşa gitmeyen gerçeklerdir. Sanatçı onların yaşanmamasını ister. Gerekli kişilere gösterir onları. Düzeltin, de ğiştirin diye. Sonra topluma göate> rir. Siz busunuz diye. Bu suç mudur? insan beynini mahpusanede eylemsi?/ duruma getirmek olanaksızdır. Biz- deki durum bunu tanıtlamıştır. Akıl, fikir, duvarları bile yıkar, mahve der. O karanlık dünyada daha bir de ğerlenir insan. Namık Kemal Magosa’ . dan çıkınca Şûrayı Devlet’e atandı, i
Zekeriya Sertel’in deyimiyle bizde mahpusane memleketin küçülmüş bir parçasıdır. Her sınıftan gelen kişiler sanatçılara ders verirler. Sanatçı onları okur. Değerlendirir. Denilebi lir ki, Nâzım’ı da Kemal Tahir’i de mahpusane bilemiştir. Orhan Kemal de bu ıstıraplı ortamı yakınen gör müş ve yaşamıştır. Hem beş yıl. Sa natçı için zaten Türkiye’nin her ya nı birdir. Yani karanlıktır. Dört du var arası gibidir. Türkiye bir açık hava hapishanesidir diyen Aziz Ne- sin’e de hak vermek gerekiyor. Dört duvar arasına (egemen felsefeye gö re) ahlâksızlar girer. Ama yanlış bu... tüm ahlâklılar giriyor bizde. Ahlâksızlığı dile getirenler girer. Oysaki en büyük ahlâk, ahlâksızlığı, toplumu kemiren ahlâksızlığı dile getirmektir. Göstermektir. En büyük ahlâk budur bence. Eğer ahlâksızlığı vermek ahlâksızlık ise Türkiye’de ah lâksızlık cirit atıyor demektir. Ah lâksızlığın ne olduğunu ve Türkiye’yi nasıl sardığını görmek için, öğren mek için okumalıyız Orhan Kemal’in yapıtlarını. Kanlı Topraklarıj Önce Ekmek’i, 72. Koğuş’u, Uç Kâğıtçı’ yı...
İşte Kanlı Topraklar’daıı birkaç mısra:
«Boğulacak kadar hırslanan Kan tarcı kesti attı:
— Hamal mamal yok! — Yok ne demek?
__ Yok, yok demek. Vermeye ceğim!
__ Nasd vermezsin? — Vermem. Alabilirsen al! — Alırım tabiî.
— Al bakalım.
Topal Nuri hamallara döndü: — Şahit olun. Birazdan bunları ağanın yanında da isterim...
— İste. Ağa değil, feriştalıa git. Ağa benim işimi bilmez. Bu iş yarın ben den sorulacak, ağadan değil!»
(S: 9).
Tevfik F ik ret öldüğünde bir Bulgar ş a iri: «O İstanbul da gurup eden bir güneşti. Ne yazık ki, o öl medi. Onu öldürdünüz!..» Ne kadar doğru söylemiş değil mi? Yüzyılımı zın doruğu F ik ret için az bile. Aynı sözü Orhan Kemal için de te k ra rla mak mümkün: Orhan Kemal Sofya da batan bir güneştir. Bizde kemalle rin değişmez o rtak niteliğidir bu. Sürülmek, kovulmak, mahpusane yaşantısına zorunlu bırakm ak. Namık Kemal’in sürgün, mahpusluk neden leriyle şimdikiler arasında da esaslı bir ayrım yoktur (2). Gelecek yüz yıllar, Orhan Kemal’in özlediği top lumu kuracak ve sanatçı o zaman adamakıllı anlaşılacaktır.
(1) Hasaıı İzzettin Dinamo, May Sanat Dergisi, 31, S: 3.
(2) Mehmet Ali Aladağ’ın ders notlarına dayanarak Namık Kemal’ in sürülme, hapse atılma nedenleri ni sıralıyoruz. Benzerlikler ortaya çıksın, Düşünme özgürlüğünün ol madığı gerçeği sırıtsın. Yüzyıldır ay nı yerde çakılıp kaldığımız bilinsin! 1. Sürgün: 1867’de. Şark Meselesi dolayısiyîe yazdığı bir yazıdan dola yı Erzurum Vali Muavinliğine sürül dü. Suçu gerçeği yazmak. 2. Sürgün: Avrupa dönüşü. İbret gazetesinde «Garez Marazdır» adlı makalesin den dolayı Gelibolu Mutasarrıflığı na.... Suçu gerçeği yazmaktır. Sahte iki yüzlü olmamaktır. 8. Sürgün: 1 Nisan 1873’de. Vatan Yahut Silistre adlı temsilin Güllü Agop Tiyatrosu’ nda temsili nedeniyle... Ulusun «Va rolsun Kemal-i millet» diye alkışla dığı Kemal Magosa’ya zindana sü rüldü. 4. Sürgün: II. Abdülhamit’iıı despot yönetimi devrinde. Abdülha- mit şu beytin anlamını bahane ede
rek Midilli’ye sürer.
Bada arak tükendi sâki getir müselles Eşşey ü la yuseıına illâ vekad yüselles.
Anlamı şöyle: Bir şey iki kez yapılırsa mutlaka üçüncü kez de ya pılır. Bir jurnalci bunu, Abdülâziz ve V. Murat'ın tahttan hıdirilmesini Abdülhamit’hı inmesi takip edecek şeklinde yorumluyor. Ve bunun üze rine Namık Kemal’e yol görülüyor. Sürgün nedeni: Düşünmek. 5. Sür gün: Gene II. Abdüllıamit dönemin de. Rodos’tan Sakız Mutasarraflığı- na. (1887). Nedeni çevrede imar iş lerine hız vermesi, halkuı gözüne girmesidir. Yani çalışmasıdır. Düşü nün bir yol, Namık Kemal yüzyıl sonra okul kitaplarına girebildi. De mek ki, Namık Kemal, toplumdan yüzyıl önce düşünmüş. Orhan Ke mal’de aynı doğrultuda. Gerçi arala rında ancak şekil benzerliği var a- ma, olsun bu da önemli, 1914’te Cey han’da doğan bu güneş, 2 Haziran 1970’de Sofya’da battı. Türk Dışişle ri Bakanlığı cenazesine sahip çıkma mış. İlgilenmemiş. Diriye sahip çık mayan ölüye sahip çıkar |mı? Olsun Orhan Kemal’e Türk ve dünya halk ları sahip çıkıyor ve çıkacaklardır. Orhan Kemal bir tane değil otuz üç tane yapıtıyla milyonlar doğuracak kadar çoktur.
örs ya da
ayla
ismet kemal karada/ı
git diyorum biryerlere biryerlere hemen git ve ben taşım o senin., canım hani işveyle örsümü verin bana ah bir de ne görelim nasıl mı sevişiriz, aylacığım sen söyle. diyelim ülkeleri neden niçin kim böyle inanın bir kezinde geldim gördüm yendiniz geçelim geçin artık go homme yani saat kaç işte nato ve cento.. hahay ne çok bildiniz.
orhan
kemal
için
O’nun ilk hikâyesini nerede ne zaman okudum pek iyi anımsıyamı- yorum. Bir yazar arkadaşımın öne resi üzerine tanışacaktık. Beş altı yıl önce. Şimdiki Milliyet Gazetesinin bulunduğu yerdeki bir kahvede Mu zaffer Buyrukçu ile oturuyormuş. Tedirgin olmasın, kuşkulanmasın di ye rahatsız etmek istemedim. Çok çile çeken, burjuva törelerinin an lamlı, anlamsız baskıları altında kendisini kabul ettirip, belirli bir dü zeye gelen sanatçılarımızın tümünde vardır bu çekingenlik, öylelerini ta nıdım ki omuzlarının üzerine sinek konsa, gözetlenme korkusundan te dirgin olup, hırçınlaşırlar. Korku ve şiniklik alışkanlık halindedir. Durup dururken çok sevdiğim bir yazarı da rahatsız etmeyi başka bir güne bı raktım.
Ama bu korkular, çekingenlikler, siniklikler, tedirginlikler, yoksulluk lar zenginleştiriyor yazarın iç dün yasını. Giderek söyleyecek sörfünü çoğaltıyor. Toplumunun hemen her kesitinden, bir kuyumcu titizliği ile işleyebiliyor insanlarını. Bir yazar için ille de korkular, ezikükler, yok sulluklar, çekingenlikler gereklidir. Diye bir ön yargı sürmüyorum orta yere. Böyle bir kural yok, doğal ola rak. Sözüm, Orhan Kemal ve top lumsal gerçekçiliği inanmış, yoksul halkının içinden çıkıp, halkının şavk lı yarınlarına inanmış yazarlarımız içindir.
Her büyük yazar, kişilerini de, kûnularını da, fikirlerini de yarına kalsm diye yazmaz. O’nu çok yazıyor da, araştırmıyor da, okumuyor da, kendisini yenilemiyordu. Dış gözlem ciliğe çok sığmıyordu. Diyenlerin bir kaçını cenazesinde gördüm. Büyük kasıntılar içindeki küçüklükleri ka labalık içinde eriyip gitmişti.
Şimdi bir iç acısıyle kıvranıyo rum. Bu yaz haziran başında O’nun- la tanışmak istiyordum. Yazar, bir kaç arkadaşın aracılığı ile. Alman
ya’da çalışırken Samim Kocagöz’ün bir mektubunda: «Orhan Kemal’imi, bir köfteci dükkânında ihtilâl hazır lıyor diye mapıslara attılar.» Deme si üzerine Orhan Kemal’e geçmiş ol sun mektubu yazmıştım. Yanıtla madı. Ya da eline geçmedi..
İzinli geldiğimde acı haberi Hü samettin Bozok’un Yeditepe \a y m - cvinde Nevzat Üstün getirdi. Hani insanı nedensiz olarak karakollarda döverler de nedenini bilemez insan. Nedenini bilmediğinden, üzüntüsün den yediği dayağın acısını unutur, içi burkulur gider. Öyle bir duruma düştüm. N ’olurdu altı yıl önce gi- dipte konuşuverseydim
Orhan Kemal, hikâye ve roman larını yaşıyordu. Çoğu zaman ro man, hikâye kahramanlariyle ilişki kurmuştu. İçtenliği, gücü, erdemi, yarına kalıcılığını buralarda aramak gerek. O’nu suçlayanların yapıtla rındaki şovenizm ataklığı, diyalog coşkusu, bireyciliğin dar kalıpları- halktan ayrılmak, kopmak, kahra manlarından tiksinmek yoktur.
O, hikâye ve roman kahraman larını hapishane arkadaşlarının tek yönlü anlattığı olaylar üzerine oturt mamıştır. O’nu Gorki’ye benzetiyo rum. Gittikçe özlemi, sevgisi büyü yor gözümde. Fabrikaların paydos düdüklerinden sonra bekçi Mürta- za’ları, işsizleri, doymak bilmeyen işverenleri, küçük orospuları, sırtla rındaki yorganları ile garlardaki yüzbinleri, milyonların destanını yazdı. Az şey mi? Yoksul halkının çilesini çeke çeke gitti. Koca Orhan Kemal’i erkencikten ellerimizle top rağa verdik. O’nun gibi fikir namu suna inanmış, inançlarından bir kıy mık bile caymamış, yaygarasız, ses siz, övüngensiz, çelebi ve güçlü ya zarları beklemek hakkımız olsun.
* * *
orhan Kemal'in ardından
ahmet köklügiller
Açlıktı, sefaletti, zulûmdu, bas- kıydı, polis karakollarıydı, jurnaldi, lıapisaneydi derken, öldü gitti Or han Kemal de! Bizim kadar yetiş tirdiği değerlere sırt çevirmiş; ya- zaruıa, ayduıma zulmetmiş bir millet az bulunur. Uzağa gitmeğe gerek yok, işte Namık Kemal, işte Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Haşan İz zettin Dinamo zulmün ve baskınm anıtlaştırdığı öz değerlerimiz. Açm okuyun Mehmet Kemal’in «Acılı Kuşak» ını; Ömer Faruk Toprak’uı «Duman ve Alev» ini; bir avuç insa nın nasıl yokedilmek istendiğini ilik lerinize dek ürpererek görecek, kah rolacaksınız. Ne yapmıştır bu in sanlar? Memleketi yabancılara mı satmaya kalkmışlardır? Bir sürü hırsız, uğursuz, elini kolunu sallıya- rak, milletin kanını iliğini sömürür ken; memleketin doğal kaynakları yadellere aktarılırken; tek ülküleri şu halkın yüziüıü gülerken görmek olan bu yazarların arkasma durma dan polis takmanın, onları ezmeye çalışmanın sebebi nedir, doğrusu an lamak zor!
Orhan Kemal, «bereketli top raklar üzerinde» doğmuştu. Ama nasibi yoktu bu «bereket» lerden Or han Kemal’in. Ona alııınm teriyle ge çinmek bile çok görülmüş, toprak a- ğalarının baskısıyla bir ur gibi Çu kurova’dan atılmıştı. Adana’da ge çen «avare yıllar» ııı arkasından, açlık, baskı, anlayışsızlık yıllan gel mişti. Durmadan kitaplar yazıyor, halkına karşı ödevini yerine getir meye çalışıyor; buna karşılık boğaz tokluğuna geçinmek bile fazla görü
nüyordu ona. Çukurova ağalarının yerini, Babıâli ağalan almıştı. Ge çini zorlukları ve baskılar bir ahta pot gibi sarmıştı hayatmı. İyimser di, bunca kötülüklerden bile şikâyet çi değildi gene de. Dıştan öyle görü nüyordu ama, yılların biriktirdiği a- cdar için için kemiriyordu zayıf bede nini. Bu kadar acıya, btınca hastalı ğa beden dayanamazdı.
Vefalı arkadaşı Fikret Otyam, «Nihayet öldürdük» diye yazmış. E- vet, Orhan Kemal ölmedi; öldürül dü... Boyundan uzun, cilt cilt kitap lar yazmış, hem içerde hem dışarda yüzümüzü ağartmış bir yazara göste receğimiz ilgi baskı ve zulüm olma malıydı. Yarın anıtı dikilecekmiş, neye yarar? Şekisplr’in deyimiyle, geç kalmış tesellinin idamdan sonra affından ne ayrımı var bunun? «Ney lersiıı, ölüm herkesin başında» mı diyeceğiz Cahit Sıtkı gibi? Gerçek öyle midir ? Bir gölge gibi hayatı bo yunca Orhan Kemal’i izlemiştir ö- Uim; izletilmiştir! Acı olan ölüm de ğil; ölümün bir silâh gibi kullanıl masıdır...
İyice hastalanmıştı son zaman larda. Yurt dışına çıkıp, derdine ça re bulacaktı. Pasaport verilmiyor du, geciktiriliyordu. Buna zulüm denmez de ne denir? Zamanında pa saport verilse, belki tedavi olur, bir kaç yıl daha yaşar, bize bir sürü e- serler verirdi.
Bağışla bizi büyük yazar! Bun ca cömertliğine karşılık bunu bile yapamadık; gurbet ellerinde öldür dük seni!..
orhan
kemal’le
beraber
talât kılıç
Yıllar önce, Kurban Bayramına beş on gün kala; kışm etkisinden heniiz kurtulamadığımız günlerde i- di. Cağaloğlu’nda bir kaç kitap evi ve gazete idarehanelerini dolaşmış, bir sonuç alamamıştık. Çokluk öyle olurdu Mart ayında. Para almak ytıe- seleydi patronlardan. «Vergi ayı bi lirsiniz; onıuı için bir kaç gün sonra rica etsek te uğrayıverseniz tekrar.» derlerdi. Tesadüf, bayram da bu a- ya denk gelmişti. Tüketim ayı idi bu aylar. Bu yüzden, alacaklı olduğun yerlerden alacağını alabilmek, asla nın ağzmdan lokma almağa benzer di. Hele bir de bu gibi durumlarda yumuşak yüzlü olan, saıjki borçlu kendisi imiş gibi davranan bir insan için bu, daha da çok güç olurdu. Böylesi bir yaşamaya ister istemez alışmış olmak da, yumuşak yüzlü ve sabırlı ohnaya itelemişti onu.
O zamana kadar beraber on yı lımız geçmiş, yüzlerce defa, birlikte patronların kapısmı aşındırmıştık. Ama ben, bir türlü alışamamıştım bu durumlara. Sanki alacaklı ben- mişim gibi, boş döndüğümüz zaman lar deliye dönerdim de o, «boş ver yeğenim, başka zaman olur» derdi.
Nuruosmaniye caddesinde bir süre konuşmadan yürüdük. «Canım sıkılmağa başladı. Evin üç aylık ki rası birikti. Ev sahibi haber gönder miş. Bu olmasa bari. Üstelik bir de bayram yaklaşıyor, iyi kötü çocuk lara bir şeyler almak gerek. Çocuk bu. Halden anlamaz, eski eski giysi lerle bayram yapmak; çocukları de rin bir hüzne, kedere boğar. Onun i- çln hiç istemiyorum bayramların gelmesini. Ne kötü bir gelenek.» de di. Evet öyleydi. Çocukluğumda çok bayramlar yaşadım boynu bükük, ölünceye kadar izleri silinmeyecek olan bayramlar... O sustuktan sonra, bayram anılarımı düşünmeye başla dım. «Hadi, Antepli’nin kahveye gi delim de bir çay içelim» dedi.
Nuruosmaniye camiinin kapısı önünde sağa, sonra tekrar sağa
nüp, Şeref Efendi sokağına saptık. Otuz adım ilerde solda, eskiden Çifte Konaklar adı ile ün yapmış, yüksek; ahşap bir İstanbul yapısı konağm kahvehane olan kapısından içeri gir dik. Tarihî İkbal Kıraathanesi ka pandığından beri çokluk, buraya ge liyorduk. Gürültülü bir kahvehane idi. Ama merkezî yerde olduğu için katlanırdık bu durumuna. «Bir tav la atalım mı? Oyalanırız» dedi. İs teksizdim oyuna. Genellikle attığını zar, oyunu lehime sonuçlandırdığı için çok öfkelenirdi. Böyle bir du rumda onu öfkelendirmek istemiyor dum. Yine de kıramadım, peki deyip bir tavla istedim garsondan. O sıra da bir iki arkadaş daha geldi. İki el oynamıştık ki, «yeter, bırakalmı» dedi. Tavlayı kapattık konuşmağa başladık. Saatlerden beri bir dur gunluk vardı yüzünde. Hep düşünü yordu. Oysa her zaman neşeli ve ha- reektliydi. Akşam karanlığı olma dan, «aga, ben eve gideceğim, ister seniz siz oturun» dedi. İhsan Hasır cı, onun bu halinin nedenini anlıya- mamıştı. Konuya ilişilmedi çünkü. Garsonu çağırdı. Hesabı verdirme dim. Yhıe de ısrar etti. Kimseye ver dirmek âdeti değildi. Biz de kalkı yoruz dedik ve birlikte kalktık.
Yolda kulağıma, «varsa bana on lira borç ver. Eve gidecek param var ama bulunsun yanımda» dedi. Otuzdört liram vardı. On lirasını verdim. «Çok olsa daha verirdim a- bi» dedim. «Alt tarafı üç otuz para lık memursun, nereden vereceksin» deyince, kahkahayı attık İhsanla.
Nuruosmanlyeden geçip, Kapa- lı Çarşıya girdik konuşarak. Sahaf lar Çarşısından Beyazıt’a çıktık. Biz minibüslere bindik, o da Vezneciler den Unkapanına yollandı.
Ertesi gün saat onüçe doğru bir telefon geldi. «Abi Orhan Kemal’i Müdüriyete götürmüşler, haberin var mı?» Şaşırdım. Durup dururken ne oluyordu?
Derhal Unkapanına gittim. Ka rısı ve çocukları evdeydi Biraz otur duktan sonra olayı sordum. «Sabah
saat beşe doğru müdüriyetten sivil
ler gelmiş. Kendilerini tanıtmışlar. «Usûlen» arama yapacaklarını söy lemişler, içeri girmişler. Orhan çok erken saatte kalktığı için aşağıdan gelen seslerden bir anormallik oldu ğunu sezmiş, aşağı indiğinde yaban cıları görüp sormuş. Anlatmışlar kı saca durumu memurlar. «Usûlen» arama yapmışlar. Sonra da «Müdüri yete kadar gitmek icap ediyor, Or han bey» demişler ve Orlıanı alarak götürmüşler. Bu arada Mustafa Kutlu ve Mehmet Şahin’i de götür müş başkaları. Sebebini öğreneme dik. Şaşkınlık ve üzüntümüz devam etti.
Ertesi gün gazetelerde iri pun tolarla haberler. «Orhan Kemal Tu tuklandı.» Sebep, Mustafa Kutlu’ mın lokantasında hücre faaliyeti.
Pis bir tertibin içine düştüğü belliydi. Bindokuzyüz ellilerden ön celerinde kalan bu tür oyunlar, yine sahnedeydi bütün sahteliğiyle. Kırk gün sürdü bu mânevi baskı. Ama mahkemesi bir yılı geçti. Sonunda Ağır Ceza yargıçları beraetine ka rar verdiler, verdiler ama Orhan’ı da epeyce yordular.
Sultanahmet Cezaevi’ne girdi ğinde, üzeri aranmış ve O. Kemal’ in cebinde on lira çıkmıştı. Bunu hiç unutmayacağım. Ünu dünyaya ya yılmış namuslu bir yazarın kaderi... Evet, birlikte geçen onbeş yıl içinde O. Kemal, daima namuslu ya şadı. En güç ve yokluk içinde geçen günlerinde bile taviz vermedi. Dai ma sömürülen, ezilen, hor görülen, köyünde tarlası, çifti çubuğu olma yan; bu yüzden şehirlere akın eden, basit yaşayışlı, üçüncü sınıf insan muamelesi gören halkımızın yaşan tısını dile getirir; onların pırıl pınl ayduılık yanlan olduğunu gösterirdi okurlarına. Ve lılç bir zaman
insan-lan suçlamaz, insanoğluu kötü yol lara iten nedeni toplumda bulur, sis temi suçlardı. «Ben, hak bellediğim yoldan dönmem» derdi. Ve dönmedi de.
Ünlü bir yazar olmasına rağ men sade bir yaşayışı vardı. Dost ları onu sık sık salonlara dâvet eder ler ama, o, bu tür yaşantıdan özel likle kaçınırdı. Daima halk’ın içinde olan, lıalk çocukları ile konuşur, solı bet eder, dostluk kurardı. Bazan çev resinde, toplumun bozduğu kişiler çevrelenir, onlarla senli benli konu şurdu. Böyle kimselerin çoğu zaman zararı dokunurdu kendine. O bunu bildiği halde, «insanoğlu ne kadar bozulsa, onun mutlaka bir iyi yanı vardır,» derdi.
Kolay kolay anlatılamaz O. Ke mal. Onu bir dergiye değil, ciltlerle kitaba zor sığdırırız. ı
E R O L T O Y
TÜRK G ER İLLA TARİHİ
G İ R A Y Y A Y I N L A R I
BÜTÜN KİTAPÇILARDA ARAYINIZ.DAĞITIM: ARKIN DAĞITIM ŞİRKETİ İSTANBUL:
1
Ben çoğunu istemiyorum elimdeki fileyi doldur yeter bugün akşama
düğün çorbası dedikleri
ya da kuru fasulyem tencerede çala kaşık, biter.
Belki ben daha ardıııdayım toprağın - taşın
uyurum gitmez
kirpiklerimdeki donuk sancı ya da kırpışnn
ard arda kara lıelva un - pekmez.
2
Çağır sen de, üşenme az gecikmiş olsan da gel burda bir tarla gördüm burda bir su sarnıcı karnı şiş develer gibi bir adam ki, düşünür kul gurban ana - bacı. S
Yoğurdun uzun bıçaklarınla kd payı geçtiğim köprülerden bir de ekmeğe tutun
kör kandil bakmalardan ilerde az solur kesik kesik sayrı bir kuşun tüyü teleği belki de daha çıvgın bölüşecekler kimbilir İki - üç dliim ekmeği, artı eksi kesilmez umudun çiçekleri.
orhan
da
geçti
bu dünyadan
behzat ay
Sait Faik, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Ziya Osman, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Mahmut Makal v.b. birçok yazarı Varlık Dergisinde izle dik ilkin... Bir çok yazarın yetişme sine, genç okurların okuma sevgisi kazanmasına hizmet ettiği için Var- lık'a çok şeyler borçluyuzdur.
Yirmi yıldan beri sürekli Var lık okuru, on yıldan beri de seyrek de olsa Varlık Dergisi yazarı olarak, Varlık’ın yayın hayatına başlayışı nın otuzsekizinci yıldönümüne rast- lıyan Temmuz 1970 sayısına küçük bir yazı yazmayı düşündüğüm gü nün akşamı Başaran:
«Duydun mu Behzat? Orhan Kemal ölmüş.» deyince hiçbir şey söyleyemedim ilkten. Yalnız bir sü rü şeyler anımsadım:
‘Cumhuriyetin Mayıs ayı «ede biyat - sanat eki» nde Orhan Ke mal’in «Yular» adlı öyküsünü oku
duğumun ikinci günü, Orhan Kemal e Sirkeci’de rastlam ıştım . Yanında bir iki kişi daha vardı. Orhan Kemal çok neşeliydi. Bana yaklaşarak.
«Behzat, karşılaştığımız iyi ol du.» dedi. Ve devam etti konuşmaya.
«Ben yarın Rusya’ya gidiyorum. B ulgaristan’a filân uğrayacağım. Geze geze gideceğim. H atta karımı da götürüyorum . Yalnız o Bulgaris ta n ’dan dönecek. Seninle görüşebi lirsek dört ay sonra görüşebileceğiz. Geçen gün ertelediğimiz birkaç k a dehi, ancak o zaman içebileceğiz. Şimdi iyiceyim içkiliyim...»
«Canın sağolsun abi.» Gülerek elini uzattı. Elini sıktım ve:
«Gene am eliyata mı gidiyor sun?» dedim.
«Evet.» dedi.
«Güle güle git, sağlıkla dön.» dedim.
«Teşekkür ederim, haydi hoşça kal.» dedi. Ve yürüdü.
İki üç adım attım, geri dönüp baktım. Orhan Kemal, yanındakiler den birinin koluna girmiş gidiyordu. Pür neşeydi...
★
Ben bu karşılaşmamızı anımsa yıp düşünürken, gene Başaran:
«Orhan Kemal’le en son konuş mayı sen yapmıştın.» dedi.
Öyle olmuştu.
Orhan Kemal’e bir yerde rast lamıştım. Bana:
«Aziz Nesin’le Varlık’daki ko nuşmanı çok beğendim; girişin, soru ların ve Aziz’in yanıtlan çok güzel di.» dedi.
Ben de:
«Aziz Nesin, okuduğum, beğen diğim bir yazar olmasından ötürü, konuşmayı içtenlikle yaptım. Beğe nilecek bir konuşma olmasının nede ni bu olabilir.» dedim ve ilâve ettim: «Seninle de yapacağım bir konuşma aynı nitelikde olabilir. Aziz Nesin’i çok beğenirim.»
«Evet, Aziz’in, inkâr edilemez yaptığı hizmetler.» dedi.
«Bir konuşma da seninle yap mama olanak verir misin?»
«Olur, yarın görüşelim.» «Nerede ?»
«Nurer’de.»
Zamanı da saptadıktan sonra ayrıldık.
İkinci gün, kavilleştiğimiz saat te damladı.
Divanyolu’ndaki «Şehir Kıraat hanesi» ne gittik. Orada konuşmayı yaptık. Bu konuşma Varlık’ın Mart 1970 sayısında çıkmıştı. Yani üç sa yı önce.
Bu konuşmada ilk sorum: «Sağlık durumunuz ne âlem de?» olmuştu.
Şöyle yanıtlamıştı:
«Hastalığım kalb idi. Hafif bir enfarktüs geçirmiştim. Hastaneye kaldırıldım. Bir yıl sonra adına 'kist dermoit’ dedikleri bir hastalık meydana çıktı, ameliyatı gerektir di. Bu, aslında pek önemli olmayan, ama kolay kolay da şifa bulmayan, ameliyatı gerektiren bir hastalık mış. Hâlen de yüzde yüz geçmiş de ğil. Belki yeniden doktor müdahale sini gerektirecek. Birkaç yıl önceki kadar dinamik değilsem de, çalış malarımı sürdürebiliyorum.»
Sonra:
«Sonradan başladık sormaya nasıl olsa; son hazırlıklarınız neler dir?» demiştim, ikinci soruda.
Altı yapıt üzerinde çalışmakta olduğunu söylemişti.
Bu yapıtlardan acaba hazırla dıkları olmuş muydu? Ulus Gazete sinde tefrika edilen romanı (oku madığım için bilmiyorum) belki de biridir.
★
2 Haziran akşamı Bulgaristan’ da ölen Orhan Kemal’in cenazesi 6 Haziran’da İstanbul’a geldi. Bir dur gunluk, gariplik var üzerimizde. Ak şam üzeri öncü Kitabevi’nin sahibi Zeki öztürk, M. Makal, Sabri ve ben, dört yıl önce, Unkapanındaki, Or han Kemal’in propaganda yaptı de nilerek tutuklandığı köfteci dükkâ nına gittik. Orhan Kemal’le birlikte tutuklanan lokantanın sahibi Mus tafa Kutlu oturmuş içiyordu. «Bu yurun.» dedi. «Orhan’ı Kapıkule’den getirdik, yoruldum.» dedi. Sonra ge ne kesik kesik, «Orhan altınbaş ra kı içerdi, siz de içersiniz herhalde...» diyerek içki ve mezeleri söyledi. Son ra anlatmaya başladı:
«Bu masada oturuyorduk. Yalan yanlış ifadelerden ötürü götürdüler bizi. Üzerimizi aradılar. Orhan'ın ce
binden yalnız on lira çıktı. Utan dım ...»
Bir sessizlik oldu.
Konuştuk, konuştuk, konuş tuk ...
Ve neden sonra, Mustafa Kut- lu’y a :
«Yarın Şişli Camiinde buluşu ruz.» deyip ayrıldık.
Yedi Haziran Pazar günü, yol larda, cami avlusunda, Zincirlikuyu Mezarlığında geçti.
Binlerce insan üzgün ve sessiz di. Ağlayanlar vardı. Polisler vardı. Yaşlılar, gençler ve kadınlar vardı. Karısı vardı, çocukları vardı. Dost ları vardı... Çelenkler vardı, elvan elvan çiçeklerle örülmüş çelenkler vardı.
Dokuz Haziran evde oturdum. O rhan Kemal için yazılan yazıları okudum bir bir...
Çetin Altan: «Koca Orhan, Çek ti Gitti O Da» demiş yazısının başlı ğına.
tlhan Selçuk: «Orhan Kemal’in Ardından Düşünürken.»
Fikret Otyam: «Nihayet öldür dük..»
Mahmut Makal: «Ağıt.»
Gene F. Otyam ve Kemal Bay ram: «Bir Orhan Kemal Vardı.»
Budak Gençosman: «Kan Kus turma Sırası Orhan Kemal’de»
Ben de 4 Haziran’da Yenigün’e yolladığım yazımın adını: «Bu Dün yadan Orhan Kemal De Geçti.» koy muştum.
Bütün bu yazıları bir bir oku duktan sonra, Varlık Dergisinin Mart 1970 tarihli sayısında Orhan Kemal’le yaptığım konuşmayı da o- kudum. Sonra 15 Eylül 1964 tarihli Varlık’ı buldum; Orhan Kemal’in «Kanlı Topraklar» ı ile ilgili yazıma göz gezdirdim. Sonra yoruldum. E- vin içinde gezinmeye başladım. Ki taplığıma yöneldim. «Kanlı Toprak
lar» ı aldım. Güzel ve işlek bir ya zıyla, «Behzat Ay’a sevgilerimle.» diye yazıp tarih atmış: 6.2.1964. Sonra basmış imzayı. «Devlet Ku şu» nu alıp açıyorum: «Behzat Ay dosta en iyi dileklerimle.» demiş, ta rih atmış: 4.2.1970. Ve gene basmış imzayı. «Gurbet Kuşları» m da aynı gün imzalamış. Yani bana ilk imza ladığı «Kanlı Topraklar» dan altı yıl sonra.
Sonra arşivimi karıştırıyorum. Otyam’m bir yazısına rastlıyorum: «Orhan Kemal ve Boyacı.»
Rauf Mutluay: «1969 Hikâye ö - diilü Ve Orhan Kemal.» diye bir yazı yazmış.
Kirpi’den bir küpür: Orhan Ke mal: «Bence mizah en ciddî yazı tü rüdür.»
Akşam Gazetesinden bir kesin ti: Celâlettin Çetin’in Ünlülerin ilk aşkları başlığı ile yaptığı röportajın Orhan Kemal’le ilgili bölümü.
Orhan Kemal, mahpusluk, işçi lik, kâtiplik yaptı. Yargılandı. Yok sul yaşadı. Yazdı, yazdı, yazdı... Hep yazdı. Yazmaya sabahın körün de başlayıp öğle bırakırdı. Sonra, kahvelere, kitabevlerine v.b. yerlere giderdi.
Orhan Kemal, kahramanca ya şadı. Geçim sıkıntısı içinde yaşadı fakat eğilmedi, boyun eğmedi...
Son iki yıldır eserleri iyi satı yor, oyunları oynuyor ve para kaza nıyordu. Ne var ki, dört beş hastalık canavarlar gibi saldırdı. Hızlı da ya şıyordu. En sonunda Orhan Kemal de geçti bu dünyadan, eserleri kaldı biz eyadigâr...
bu yağmurlu kent
münih’ten
yanık selâmlar sana
fethi savaşçı
Dipdiri çıktığım sabahlarla tüm seni aradım
Mevsim yağmurlan başladı bu güzelim kentte şimdi Bu yerler çakıldır hemen içer yağmuru
öyle sele suya kanşmaz ortalık
Nereden bulayım o canım sakız toprağını
Patatesten başka bir şeycikler olmuyor bu gidenler de iyi mi? Ama birde elmaları var bahçelerinde çiçekleri
Pansioıılara çocuk almıyorlar yatıya 11e dersin?
Ama pansioıılarda köpekleri konuk ediyorlar yemek veriyorlar Çocuk mu önemli köpek mi diye diye dellenirsin.
Diyelim ki bir tedirgin geceden bir iyimser yüzle Oh olsunlu sabah çaylariyle haalı şöyle hemen çalışmak Akşama o san saçlı Almaıı’a bir bira ısmarlamak
Güldürmek o san Alman’ı gülüşlerin en güzeliyle kaygısız
Ismarlamayı kabullenmez Alman kızı incecikten kendi verir parasım Bozguna uğrar düşlerim öfkelenirim, atak, saygısız.
Bir dost özlemiş beni beyaz ellerini uzatıyor Paris’ten
Biri İzmir’den körfezden üıılüyor sardalya ile şarap İçmek İçin Sürmeli gözlü oğlum el ediyor Anadolu’nun göbeğinden Bir anacığım var yaşlı, konuksever ve erdemli
Yıllardır görmediğim gökyüzün hâlâ güzeldir Minarelerin az üstündeki.
Ay ışığı güzeldir yoksul balıkçı iyi görür avını
Gorki amcam sevmezdi ay ışığını bakınca böğüresi gelirdi Kimbilir ay ışığuıda kişiler fazla esniyorlardı
Hani bir dizem vardı sana olan sevgim gibi kıskanırdım onu herkesten Çingenelerin gözleriyle ısındığını anlatırdım dere boylarında
Kıyıverdim o dizeyide bir güzel pakladım belleğimi de
«Susuver canım, isin mi yok, deli inisin» sabah akşam duyduğum söz Yaşantının anlamı sevişmek, kuşların bile mutlu olduğu bir kentte. Ne iyi bu yağmurlu kentte kuşlan öldürmüyor çocuklar sapanla Ne iyi kan dökmeye alışmıyorlar ileri de daha az savaş olacak Ne iyi çocuklar çiçekleri koparmıyorlar parklardan bahçelerden Ne iyi daha az küfretmek daha çok çalışmak.
Hani senin bu sabah şavkları gibi gözlerin olmasa Hani bir korkunç güzellikte şaşınr insan erir
Unut artık topuz saçlıyı çoluğa çocuğa kanştı çok ıraklarda Deniz bir tarladır ekmeden verir
Ressam Ahmet’in tablosundaki kırık boyunluyu şimdi anladım Veysel Çıkmazı olmasa, Kör Adnan olmasa, kız özcan olmasa Böyle ikinci Beyler’i böyle yaşantıyı n’aparım?
KOCA TANRIBAR İNDİ GÜZEL MAVİLERİME
Dün gece düşümde anlı şanlı Tanrılar indi Efes’ten körfeze Tannlaruı babası Zeus elini daldırdı denize
Yarı manda iriliğinde iki köpek balığı yakaladı gülerekten
Gökyüzü oynadı o gülerken İç Anadolu’ya bir yağmur bir yağmur Bahğın birini güneşe tutup kızarttı Afrodit’e verdi
Afrodit mıruı kırrn etti cilvelendi
Gözü karşı kıyıdaki ince davranışlı Pan’daydı Pan’da Yamanlar sırtındaki tüm çamları Ot yolar gibi yolmuş getirmişti kıyıya Amacı karşıya köprü yapmaktı insanlar için Afrodit oııuıı bu eıdemüıi seviyordu en çok Zeus kabaydı, güçlüydü, ama güç hak değildi. Köpek balıkları Zeus’ım vahşetini kınamak için Düşman oldular Tanrılara giderek insanlara
Tanrılardan öç almak için insanları kıyılarda parçaladılar Zeus güçlüydü, ama güç hak değildi.
Sonra Pan’Ia yattı Afrodit Zeus’un kabalığuıdaıı Güzel çocuklar geldi yeryüzüne
Az da olsa geniş yürekli çocuklar
Zeus Afrodit’i kaçırdı çok ıraklara
Tüm kötii çocuklar doğurdu Afrodit çaresiz
Barbar, kavgacı, bilmeden suçlayıcı, umutsuz, kuşkulu çocuklar Zeus bu çocukların ellerine birde ateşten oyuncaklar verdi Birbirlerini boğazlamalarını seyretti beğeniyle
Kötü içini doyurmak için bıkmadı kanlı savaşlardan Zeus Zeus güçlüydü ama, güç hak değildi.
Kişi çoğu zaman düşlerinde mutlu oluyor
Bunun hep böyle olacağuıı kim söylüyor öyleyse? iri alanlarda imledim seni duymadın
Duyanlar ses yankdanndan ürküp iri hanaylara kaykıldı Beyazit’te Kızılay’da Konak’ta bademciklerim şişti bağırmaktan Pasaport karakolunda dayak yedim üç saat göz yaşlarım içime aktı. Ne kötülük yaptık saııa özgürlük bizi perperişan ettin
İri bir kavun gibiydin kokunla doyunuyorduk Kokunu koklamasak bile düşlerinle avunuyorduk
Leylekler beğenmediği için yavrularuıı nasıl atarsa yuvadan Küskündün dargındın biliyorum bir selâm bile vermedin Ağhyarak çıkarken Edirne şuur kapısından.
Usumda «Hamrnal Şakir’iıı papuçları için keten helvacı manileri» Sözde Zangoçlar saçımın tellerini çekiyorlar çanlarını çalarken Yeşil yandı geç kırmızı yandı dur. Geçme demedim mi kırmızı da? Siyah bir op el kırmızı kanuıla bir güzel resim çizdi kaldırıma Gelen geçen şoförü suçluyor oysa ki bu şavklı kenti bilmeyen suçlu Üç çocuğu var adamın palas pandıras götürüyorlar.
O ölü konuşabilsc bir değil beş değil milyonları kurtaracak belki. DÎK KAFALI
Tüm itlik onda biliyor musun ona ne canını Hindistan’da açlıktan yüzbiııler ölüyormuş
Adanı vurgunu vurmuş Münih’te döviz kaçakçılığı yapmış Dikmiş yapıları Beyoğlu’na Harbiye’ye Taksim’e diker ya Ona ne canım Vietnam’da savaş ve zulüm varmış
Açlıktan soluğu kokuyor keratanın kıçındaki pantolonu ütülü bUe değil. Battık denizinde bir İsveç’ti ölmüş soğuktan şunun kısasına bak
Yunanistan’da bir sosyalist alış veriş ederken
Alıp götürmüşler bir karanlık yere Sonrası dosyası kapanmış
Tasası içine düşmüş İç Anadolu’da tezek yakılıyor diye Elektrik sobası ne güne duruyor beyim olmadı kömür sobası? Şunun dik kafalılığına bak susuyor mu hele gidinin eıbılı Türkiye’miz yüzde üç artıyormuş yılda bir milyon bebek İş gücü sömürülüyormuş doyanamıyormuş onca milyon Topraktan gelen seslere hele hele seslere
O maraba o ırgat o yancı o gündelikçi ama tümü emek. YILMIYORUZ BİLİYORUZ
BİLEN GtîÇLÜDÜR
Ne kötülük yaptık sana özgürlük özleminle yanıp durduk Bizi böyle eli kolu bağlı tutsaklara döndürdün
Ey kötülük ey gerilik güçlü ve yürekli isen çöz ellerimi Ve yürekler dolusu savaş yoksul göz yaşlarından
Nah şu ellerimi görüyor musun pançak pançak nasırlı ellerimi
Ferhat gibi yollara düşmüşüm bir değil milyonla Şirin’im var benim. Biz öyle savaşlardan açlıklardan kovulmalardan yılmıyoruz gayri Bir yanımız katı barbar cellâtımsı ekmeğimizi kazanırken
Bir yanımız kadınımsı ince kınlacak neredeyse Açlıktan ağlayan çocukların göz yaşları dinsin diye Yakabiliriz yıkabiliriz herşeyi bir anda
Tek ağlamasınlar garip garip bakmasınlar elleri boş dönen babalarına. O bakraç gibi memelerden süt gelmiyorsa çocukların ağzına
O canım güneşlerde çapa çapalanıaktan vitamin kalmamış kadının bedeninde Yediği ne ki turpotu, ebegümeci, bir pançak tuz bir baş soğan
Söyle öyle sürmeli sürmeli bakıp durmasuılar yüzüme Suçlu imişim gibi kaçırıyorum gözlerimi.
O çocuklar yıl on iki ay yalınayak başıkabak be
Bak be nasıl koşuyorlar gazete çekirdek gazoz satmak İçin Nasıl tarlalarda tütün fidesi dağıtıyorlar pamuk topluyorlar Dağlarda sığır güdüyorlar zeytin fındık topluyorlar
Nasıl ilgiyle dinliyorlar Mustafa Kemal’hı genç öğretmenlerini Nasıl korkuyla dinliyorlar saklı gizli nurcuları
Konuk edinmişler Barış Gömillüleri’ni ne çare Siz kentlerde olumsuz kavgalar içindeki aydınlar Bir kez köylerime çevirin gözlerinizi.
BİRAZ ACIMA DUYGUSU DUYUYOR MUSUNUZ? On üç bas inşaıı saydım bir tek oda da Gültepe’de Körfeze karşı isyan edesim geldi.
İlkin kendime küfrettim giysilerim iyi diye iyi bellediklerinize veriştirdim bir güzel
Bir toprak tabanlı oda da on üç kişi olur mu be Açtı çocuklar umutsuzdu analar iki kuru ekmekle Dönecek babalarını bekliyorlardı.
Belediye arazözü su verirse su vardı evlerde
Şavk mavk hak getire ay akşamdan doğarsa bayramı vardı yoksulların Pırıl pırıl köylü çocuklarıydı bunlar
Kiminin tarlasını ağa elinden almış haksız yere Kiminin azmış toprağı çoğaldıkça yetmez olmuş Kimi kan dâvasından çekip gelmiş ulu kentlere
Kiminde uygarlık ateşi kiminde çocuklarını okutmak özlemi Gecekondulardan kent merkezlerine doğru
Bir uğultu duyuluyordu belli belirsiz Uykuların en tatlı saatlerinde Dizeler bir mızrak gibi böğrümde Ateşten lokmalar yutuyorum ne yesem Korkunç bir uyanma başladı iyi biliyorum Uslarımızda ellerimizde yanan gözlerimizde
Bir gün daha da karanlığı delecek yırtacak gözlerimiz Biz Arizoııa karıncalan gibiyiz ne deseler
Gidinin kalpazanlan gidinin satılmışları siz nereden bileceksiniz? ŞÜKÜR
VİCDAN ARMUT
Bir baş soğana şükrediyordu Koııya’lı zıbınsız Raşit
Tahtakale’de iki yüz kilonun altında sövmesini bile bilmiyordu Ankara İstanbul otobüslerindeki Şoför Ali Rıza’ııuı derdi başka Neredeyse kaza yapmak üzere kırk iki yolcusuyla
Beş çocuğu için avans istemiş işverenden önümüz bayram diye işveren «Yok, vallahi Ali Rıza sıkıntı içindeyim.» demiş
Benzinci ile anlaşmış Ali Rıza Şirketin benzinini çalmış Vicdanı ile konuşuyor Ali Rıza vicdanı ile konuşuyor habire
Derdini bir ben biliyorum bir de mahalle bakkalı
Mahalle bakkalı tüm cüzdandan yöne vicdanı bildiği yok. Bir armut için bir adam vurdular Yazlı köyünde
Kişi hayatı beş kuruşluk bir armuttan aşağı Bir tükürük bir tükürük daha aynada yüzüme
Sanki suçlu benmişim sanki tümümüz suçlu değilmişiz gibi Kişioğlu bu kadar ucuza gidemez dedim
Önledim önledim tümünüzü önledim Beş kuruşluk bir armuta bir adam haa!.. Milyon kez kahrettim ama ne çare
Öfkemi yeniden biledim barbarlığa.
İşte Mendegüme dağlarında yine bir orman yangını Jandarmalar sıra dayağına çekiyor kuşkuluları
«Kulun kölen olayım ağam» diye inliyor dağlar taşlar Tarla çevirmek için yakmışlar dün gece o canım çamları Oysa ki Menderes ovasında yüzbinlerce döüm bir kaç ağanın Törelerde yüzyıllardır tüm ağalardan yöne
Böyle düşünmüş töre koyucular pis kent soylular
Jandarma n’itsin köylü n’itsin bu soygun vurgun düzenine? Benim suçumu bağışla emi özleminden ölebilirim öl desen Artık sıcaklığını ılıklığını kanımda duymak İstiyorum Kekik kokulu şarapları içip bir kıyı meyhanesinde
Yeşillerin koyulaştığı bir gariban parkta uyumak istiyorum Bir kavuşursam sana bir daha gelmem Almanya’lara Kasten yoksul bırakılmış garip Anadolu’m benim Bu yağmurlu Münih’ten yanık selâmlar sana.
A N A D O LU ’ nun toplumcu sanatçıları ve basını!
YELKENE YAZI, HABER YOLLAYINIZ. İLİŞKİ KURUNUZ.
YELKEN İ OKUYUNUZ. YELKEN! OKUTUNUZ.