Prof. Dr. F U A D KÖPRÜLÜ
I
İ8İ&m dünyasında Vakıf müessese
sinin ehemmiyeti
Vakıf müessesesi, uzun asırlardanberi, bütün İslâm memleketlerinde çok büyük e-hemmiyet kazanmış, içtimaî ve iktisadî hayat üzerinde derin te'sirler yapmış dinî - hukukî bir müessesedir. X V I I I . asır sonlarile X I X . asır b a ş l a r ı n d a bu müessesenin fsinm haya tındaki ehemmiyetini ve şümûlünü anlatmak için, o devirlerde yaşamış bâzı garL müellif lerinin, tahmini dahi olsa, şu müşahedelerini nakletmek kâfidir : M o u r a j a d ' O h s s o n ve M . G a t t e s c h i , Osmanlı İmparatorlu-ğundaki gayri menkul servetin büyük bir kıs mını vakıfların teşkil ettiğini söylerler; bu nun hemen dörtte üç nisbetinde olduğunu da iddia edenler vardır. Cezayir fransız işgali altına düştüğü esnada, şehirlerdeki gayri men kullerle şehirler civarındaki arazîden hemen y a n s ı n ı n vakıf olduğunu Z e y s iddia eder; P. B o n n a r d da Tunus arazîsinin' rivayete göre hemen üçte birinin vakfa ait olduğu mü-tâleasındadır. 1925 de Mısır'daki işlenen ara zînin sekizde b i r i vakfa ait bulunuyordu. Hev halde, Fas, İran, Hindistan, Türkistan gi bi i s l â m k ü l t ü r ü n ü n asırlarca hâkim ol duğu s â h a l a r d a da vakfın çok mühim bir yer tuttuğu kat'iyyetle İfade olunabilir. Bütün bunlara ilâve olarak, bugün bile Türkiye'nin her köşesinde vakıf eserlerine hemen her a d ı m d a tesadüf edildiğini söylersek, vakıf müesse-sesinin îslâm dünyasında ne muazzam bir rol ifa etliğini kolayca anlatabiliriz.
Bu hukukî müessesenin islâm medeniye ti dairesinde bu kadar b ü y ü k bir inkişaf gös termesi, İslâm memleketlerinin içtimaî ve ik tisadî hayatında bu kadar muazzam ve devam lı bir rol oynaması, hiç şüphe yok k i sadece tesadüfe veya keyfe bağlı bir hâdise gibi te lâkki olunamaz. Aşağıda îzah edildiği veçhile hu inki.şafı sadece «îsiâm hukukundaki
voıâ-sel kaidelerini değiştirmek» veya «servetini keyfî müsaderelerden kurtarmak» gibi şahsî bir menfaat kaygusuna isnad eden
materiya-list telâkkiler, tek cepheli ve çok dar bir îzah
tarzıdır; halbuki bu kadar geniş ve şümullü bir vakıayı îzah için türlü mahiyette birçok âmilleri - dinî ve ahlâkî âmilleri, iktisadî ve içtimaî âmilleri, siyasî âmilleri • hep birden göz önünde tutmak lâzımdır. Bunun tam zıddı olarak, son zamanlarda memleketimizde bâzı muharrirler laıafıııdan ileri sürülen diğer bir fikir, yâni, vakfın İslâm dünyasındaki inkişa fını «İslâm dininin diğer dinlerden daha ahlâ kî ve insanî gayelere malik olmasına isnad etmek» f i k r i de hiçbir ilmî esasa dayanamaz. Daha açık bir ifade ile, vakıf müessesesinin teşekkül ve inkişafı tarihî bir surette anlaşıl madıkça, sadece aklî ve mantıkî istidlallerle - bâzı zamanlara ve bâzı sahalara münhasır bir
lakım münferit vâkılardan çıkacak neticelen tâınim edecek- bu türlü izahlara kalkışmak, i l mi bir hareket sayılamaz. Esasen ne eski Şark medeniyetlerinde, ne Yunan ve Roma âlemle rinde, ne de Ortaçağ Hıristiyan dünyasında, emsaline tesadüf edileıniyen ve sırf İslâm me deniydi çevresindeki memlekellere ve kavim lere münhasır kalan bu muazzam inkişaf, t a r i h î k a d r o s u i ç i n d e tetkik edil medikçe, onun hukukî mahiyetini lâyıkile an lamak imkânı da hasıl olamıyacaklır.
II
Vakıf müessesesi hakkındaki
kaynaklar ve tetkikler
Vakıf müessesesi gibi islâm âleminde asırlarca yaşamış ve içtimaî hayatın günlük hâdiselerilc sıkı sıkıya alâkadar olmuş huku kî bir müessesenin, İslâm hukukçuları tarafın dan inceden inceye işlenmemesi ve sistemleş-lirilmemesi imkânsızdı. Hakikaten, salâhiyet-li garb hukukçularının da itiraf etiikleri veç hile, Roma hukukundan sonra üzerinde en fazla uğraşılmı.ş bir hukuk sistemi olan î s l â m
2 l'ROF. DR. FVAD KÖPRVLi
hukukunun büyük üstadları, daha ilk imam lardan başlıyarak, vakıf mevzuu üzerinde de ehemmiyetle çalışmışlar, vc onu yavaş yavaş sistemleştirib tedvin etmişlerdir. Muhtelif İs lâm mezheplerine, diğer bir ifade ile, muhte lif İslâm hukuk mesleklerine göre yazılmış fıkıh kitaplarmda vakfa ait kısımlar mevcut olduğu gibi, ayrıca da doğrudan doğruya bu mevzua ait muhtelif monografiler vücude ge tirilmiştir :
A l-K h a » s â fil» (ölümü 261 H. — 87r. M.)^AWm-dMr«ifc/'ı(Kahirc, 1904,1, H i l â l b. Y a h y â ' m n (ölümü 245 H . — 859 M.)
KU^ i Ahkam-al.Wakfi (Haydarâbad, 1355)
bu monografilerin en eskilerindendir. Daha sonraki zamanlarda, meselâ İ b r a h i m J>. M û s â - a l - T a r â b u l û s î'nin (ölümü 992 H . — 1516 M.) al is'âf fİ Ahkâm al-Atekâfı gibi monografiler yazılmıştır k i , bunların »on nümuneleri olarak memleketimizde Ö m e r H i l m i , A l i H a y d a r , M e h m c d H a m d i efendiler ile B. E b u l ' u 1 â'nm e-»erlerini ve en »on olarak da B. A 1 i H i m m e t B e r k i ' n i n Vakıflar (İstanbul 1941) adh kitabım zikredebiliriz. Türkiye haricin deki diğer İslâm memleketlerinde de son za manlarda yerli âlimler tarafından yazılmış vakfa ait muhtelif eserlere te»adüf olunmak-Udır.
Gerek memleketimizde gerek İslâm mem leketlerinde yerli âlimler tarafından yazılmış olan bu muahhar eserler, umumiyet itibarile »ırf amelî ihtiyaçlara tekabül eden ve muay yen bir mezhebe göre tedvin edilmiş olan dog matik kitaplardır. Fakat bunların hiç birisi, vakıf müessesesinin - geniş ve hakıyki mânâ-sile - h u k u k î m a h i y e t i n i ve t a r i h î i n k i ş a f ı n ı anlatabilecek ilmî bir mahsûl sayılmaz. Tamamile Uolojik bir meb-de'den işe başlıyan ve muayyen bir mezhebin doktrinlerinin çerçevesi içinde kalan ve asıl ana menbâ'lara kadar çıkamıyarak son asır lardaki iltikatçı müelliflerden (meselâ İbn N ü c e y m , İ b r a h i m H a l e b î . Ibn 'A b i d i n veya onlardan birkaç asır evvel gelmiş bu gibi fakihlerden) istifade ile iktifa eden bu kitaplarda, tenküci ve objektif bir zihniyete tesadüf edilmemesi gayet tabiî-di.-. Hukukî müesseseleri içtimaî bir mahsûl olarak telâkki etmek ve onların tarihi realite çerçevesi içindeki tekâmül safhalarını îzaha çalışmak, garb hukukçuları arasında bile he
nüz lüzumu derecesinde anlaşılmamış iken, bizim Ortaçağ zihniyetile yetişmiş eski hu kukçularımızın, h u k u k'u adli teknik'ttn ibaret sanmalarını zarurî görmelidir.
Umumiyetle İslâm hukuku hakkında oldu ğu gibi vakıf müessesesi hakkında da X 1 X - X X .
asırlarda Avrupada birçok tetkikler yapıldı-gmı görüyoruz. İngiltere, Fransa, Rusya, İtal ya, Holanda gibi milyonlarca İslâm tebaaya malik m ü s t e m l e k e c i devletler, idare ettikleri İslâm memleketlerinde V a k ı f meselemi Ic doğrudan doğruya temasa gelmiş ler, gerek i d a r î gerek a d l î bakımlardan bu meselenin tetkikine mecbur olmıışlardır. Meselâ Tunus, Cezayir, Fas gibi maliki mezhebinin hâkim olduğu sâhalart ele geçi ren Fransızlar, daha ziyade M a l i k i mez hebine göre vakıf meselesini tetkik zaruretini duymuşlardır.
Vakıftan bahseden garb eserlerini umu miyetle birkaç sınıfa ayırmak m ü m k ü n d ü r :
A. — Umumî bir sûrette İslâm hukukun dan bahseden eserler.
Bunlarda vakıf meselesinden de tabia-tile bahsedilmektedir. Bunlardan bâzıları mu ayyen bir mezhebe göre, yâni meselâ hanefi hukukunu yahut maliki hukukunu anlatmak maksadtle yazılmış olduğundan, vakıf mese lesi de bu eserlerde tabiatile bu b a k ı m d a n tetkik edilmiştir.
B . — Arâzî meselesinden yâni toprak milkiyetinden bahseden eserler.
Bunlarda da vakıf meselesinin bir cephe sinden bahsedilmekte olup, ekseriyetle mu> ayyen bir coğrafî • siyasî sâhaya ait oldukla rından orada hâkim olan mezhep esaslarma göre vaziyeti teşrih etmektedirler. Maaraafih bu cjnb eserler arasında, yalnız muayyen bir memleketin milkiyet rejiminden bahsetmeyîp umumiyetle İslâm hukukunda arâzî mesele sinden bahseden umumî mahiyette eserler yok değildir. X I X - X X . asırlarda Osmanlı İmpa ratorluğu tedricen parçalandıkça, imparator* luktan ayrılan memleketlerde toprak m i l k i -yeti meselenin tetkıyki, İmparatorluk idare sine halef olan yeni idareler için hayat! b i r zaruret teşkil etmiş ve bu sebeble birçok tet-kıykler yapılmıştır.
C. — İslâm hukukunda veraset mesele sinden bahseden eserler.
Vakıf müessesesi, bilhassa aile vakıfları, fslâmdaki veraset prensiplerini • tabiî
doğru-VAKIF M Ü E S S E S E SI 3
dan doğruya değil fakat dolayuile • değişti recek mahiyette olduğundan, bu cins eserler-de eserler-de vakıf meselesine mühim bir yer ayrıl mıştır.
D . — İslâm memleketlerinden herhan^'i birinde vakıf müessesesinin mahiyetini teşrih eden eserler.
Bilhassa amelî zaruretler dolayısile Tun\ı. s'a, Cezayir'e, Mısır'a, Trablus ve Bingazi'ye, Osmanlı İ m p a r a t o r l u g u ' n a , ve 1914 - \9\[\ harbinden sonra da imparatorluktan ayrılan İslâm memleketlerine ait böyle birçok mo nografiler vücude getirilmiştir. Bu eserler vakıf meselesini, tabiatile, bahsettikleri sâhn-da hâkim bulunan mezhebe göre izah etmek-tedirler.
E . — Umumî surette İslâm hukukund.ı vakıf müessesesinin mahiyetinden bahseden eserler.
Bunların bâzısı, sadece vakfa ait herhan gi bir mezhebe mensub bir islâm fakîhinin eserinin tercümesinden ibaret ise de, en ehem miyetlileri, meseleyi daha geniş ve umumî bir surette tetkıyk ve îzah etmektedirler. Bun lar arasında E. M e r c i e r"nin ve bilhassa E u g . C l a v e l ' i n monografilerile: M a v-c e 1 M o r a n d'ın vakıf müessesesinin men'-şei ve hukukî mahiyeti hakkındaki küçük fa kat şümullü tetkıyki, ehemmiyetle zikre lâ yıktır. Bilhassa C l a v e Tin kitabında vakıf meselesinin Şimalî Afrika memleketlerindeki vaziyeti ve X I X . asırda İngiliz, ve Fransız idarelerinin Mısır, Cezayir ve Tunus'ta vakıf hususunda aldıkları yeni tedbirler ve koy dukları hükümler de etrafile îzah olunmakta dır. H e f f e n i n g'in İslâm Ansiklopedi-si'ndekî Wakf maddesi de, bu müessesenin İs lâm hukukundaki mahiyet ve mevkiini, men şeini, ehemmiyetini, kifayetsiz bir tarihçesini, muhtelif İslâm memleketlerinde bugünkü va ziyetini çok kısa fakat oldukça toplu surette göstermekte ve bu husustaki kaynaklarla-tet-kıykler hakkında da azçok malûmat vermek tedir.
Bu zikrettiğimiz eserler, gerek h u k u-k î gereu-k t a r i h î b a u-k ı m l a r d a n , memleu-ke timizde hxinefl fıkhına göre yazılıp yalnız O s m a n l ı İ m p a r a t o r l u ğ u ' n d a k i vakıf meselesinin tâbi olduğu hükümleri ihti va eden kitaplardan çok mükemmeldir.
Fakat bütün bu tetkiyklere rağmen, vakıf meselewnin bilhassa menşei ve tarihi
{rlânıii-lü, İslâm medeniyetinin maddî ve mânevî çer
çevesi içinde îzah edilmiş ve lâyıkile anlaşıl mış sayılamaz. Yalnız Orta Asya ve İran sa halarında kurulan eski İslâm ve Türk devlet lerinde değil, hattâ O s m a n l ı İ m p a r a -t o r l u ğ u ' n d a bile vakıf müessesesinin -ta rihi henüz lâyıkile tetkik edilmiş değildir.
Vakıflar DergisVmn i l k sayısında, bu husus
ta şimdiye kadar yapılan araştırmaların kifa yetsizliğini, bunun sebeblerini, tetkıyki icab eden meseleleri, müracaat edilecek başlıca kaynaklan umumî çizgilerile göstermiş oldu ğum için, burada onları tekrara lüzum gör müyorum.
Ill
Vakıf müessesesinin men'şel hakkın
da muhtelif nazariyeler
Vakıf müessesesi hakkında muhtelif mezheblere mensub islâm hukukçuları tara fından kurulmuş olan nazarî sistemlere göre, vakıf, doğrudan doğruya Islâmî menşe'deiı gelen bir müessesedir. İ m â m Ş a f i î ' y e göre Arabistan'da Islâmiyetten evvel vakıf mevcut değildi {Kilâb al-Umm 275, 280).
Kur arıda, vakfa ait hiçbir sarih işâret bu
lunmamakla beraber, İslâm fakîhleri muhte l i f hadîslere istinaden bu müesseseyi Peygam ber zamanına irca ederler. Bâzı muahhar is lâm müellifleri, İ b r a h i m P e y g a m b e r tarafından yapılan vakıfların mevcudiyetin den de bahsederler Fakat, Kudüs'te hâlâ de vam eden bu vakıfların, sönradan, İslâm âle minde vakıf müessesesi yayıldıktan sonra bu modadan istifade etmek istiyenler tarafmdan uydurulmuş olması daha akla yakındır [ 1 ] . îslâm vakıfları arasında, eskidenberi
uydurul[ J ] Mfcamaflh b u n u n tılfcmlyet'ten evvelki l a -manlara alt bir te'sl» olmmsı ve sonradan «eklini deftlçtlrmeal de İ m k i n a ı ı değildir: X I V . »»»r ba»mda K ü f e »ehri civarında B i r Maliha'ya y a k ı n bir ZUlkl/1 peygamberin kabri o l d u ğ u n u ve Yahudiler İndinde burasının mUslUmanlarm Kibe'st gibi bir zIyaretKİh rddedi'dlftm; ve nlhavet t'hanl h U kOmdan ö l ç a y t ö ' n U n b u r a n ı n tevliyetini m U ı l U m a n -lara verdiğini biliyoruz. [Hamdullah Kazvlnl, NüzhetülkulDh OMS. X X I I I . 1915 ». 33; - In^Ulzcc tercümesi. <?. S9J. Belki î h r ^ h l m peygamber vakıHarı da bu yolda bir şeydi B u Vusustft dlger t i r İhtimali de g ö z Önünde tutmak İcap eder : Belki yahudl zlyaretKİhmın v a k ı l l a n JnAm vakıf sistemi teessüs ettikten sonra, onu taklit yollle Yahudiler tarafın dan v ü c u d e (tetlrllmlştlr. Bilhassa Mısır'da hırlstl-yanların M&m vakıf u s u U m ü t»kllt ederek kHUelerl İçin vakıflar U'sis ettiklerini biliyoruz [M. B e ' İ n . Etude »tır ta propriiti fnnciit'en payj musulman$ et spioialcncnt en Turqxde Journal aslatlqut. 1861, l>. r.ji\.
4 l'HOF. Jli. i' u A ij i\<j r in
muj yalan vakfiyelere ve yalancı şehadetlere istinaden kabûl ve tescil ettiriimiş olanlar nadir olmadığı cihetle, bunun da bu türlü bir vâkıa olması çok muhtemeldir. Vakıflar
DergisCnin gelecek sayılarmda bu türlü uy
durma vakfiyelere ait bâzı mühim misaller vereceğiz.
îslâm hukukçularmm vakıf müessesesini Peygamber ve Hulefâ-yı-Râşidin devirlerine kadar çıkarmak istemelerine rağmen, mezheb kurucusu olan i l k b ü y ü k i m a m l a r , hattâ aynı mezhebe menfsub b ü y ü k hu k u k ç u l a r arasmda vakfm mahiyeti ve.
hukukî esasları hakkmda çok derin a y r ı
l ı k l a r ve g ö r ü ş f a r k l a r ı bulu.ı-ması, bilhassa dikkate lâyıktır: Vakfm şid detli Urafdarı olan İ m â m Ş â f i î, yuka rıda zikredilen eserinde, vakfa tarafdar ol-mıyanları şiddetle tenkid etmektedir ki, bun lar arasmda - ismi tasrih edilmemekle bera ber - hanefî mezhebinin kudretli kurucusu î m â m A z a m ve meşhur Kadı Ş u r a y l ı (ölümü: 82 H . — 701 M.) de bulunmakla dır. Ş â f i î , te'sis edilen bir vakfm, vâkıfm ve mirasçılarmm milkiyetinde kalacağı hakkındaki nazariyeye de şid detle hücum ediygr. Herhalde î m â m Ş â f i î'nin fikirleri, vakıf hakkında da ha sonraları hemen umumiyetle kabûl edi len esasların galebesine çok yardım etmiş gi bi görünmektedir. Üstadı olan İ m â m A-z a m'a ve arkadaşı İ m â m M u h a m m e d'e rağmen, hanefî mezhebindeki vakıf prensiple rinin esasını, âdeta İ m â m E b û Y u s u f kurmuş, birçok meselelerde üstadından ay rılmıştır. Meselâ «gailesi tamamile vâkıfa ait olmak üzere vakıf te'sisii ni - tıpkı î m â m A z a m ve î m â m M u h a m m e d gibi • sahih saymıyan İ m â m E b û Y u s u f , son radan, Peygamberin Ö m e r b. a l H a t -t â b'm Thamg'daki vakfına esas -teşkil eden • bir W E i ' i n i gördükten sonra, bu fikir den dönmüştür. Daha birçok misalleri ni zikretmek kabil olan bu derin ay rılıklardan iyice anlaşılıyor k i , î m â m Ş â f i î ve bilhassa E b û Y u s u f gibi vakıf müessesesini genişletmek için vâ kıflara her türlü kolaylıklar göstermek isti-yen hukukçulara karşı, diğer bir takım fakîlı-1er, bu müesseseyi uzun müddet f e n a b i r g ö z l e görmüşler, onun şer'î mahiyetini ta nımak islememişler, vc lıiç olmazsa hukukî
neticelerini t a h d i d e çalışmışlardır. Çün kü, î m â m A z a m'ın ve uzun müddet İ m â m E b û Y u s u f ' u n da bilmedikleri bir hadîse • ve birisi aile vakfını esas teşkil eden diğer iki rivâyete • dayanarak, Kur'arim m i r a s hakkındaki kat'î hükümlerini tâdil edebilecek bir müesseseyi tecviz etmek, îslâın hukukçuları için tabiatile çok müşküldü. Fa kat muhtelif içtimaî âmiller, İslâm cemiyeti içinde vakfın süratle inkişafını intaç ediyor du. İşte bu hayatî zaruret karşısında, muhtelif mczheblere mensub büyük hukukçular, bir ta raftan vakfa ait hükümler koymakla beraber, diğer taraftan da onun verâset ahkâmını büs bütün ihlâl etmesine mâni olmasına çalışı yorlardı. f!âkin, bir hac esnasında Medine-deki îslâm vakıflarını gördükten sonra, bu müessesenin islâm ümmeti için çok faydalı olacağına kanaat getirmiş olan E b û Y.u s u f ( S e r a h s î , Mabsût, X I I , 28), devrin u-mumî temâyülüne tercüman olarak, vakfı ko laylaştıracak ve vâkıflara büyük bir serbesti verecek yeni hükümler koydu; ve işte içtimaî muhit şartlarına tetâbukundan dolayı, hattâ kendisi gibi hanefî mezhebindeki
muârızları-nm dahi şiddetli tenkidlerine rağmen, vücude getirdiği sistem muvaffak oldu.
Bütün bu hulâsadan kolayca anlaşılır k i vakıf müessesesi. Peygamberin ölümünden sonra, Hicretin i 1 k asrında teşekkül etmiş, ve i k i n c i a s r ı n s o n y a r ı s ı n d a hukukî şeklini almıştır. Fakat vakfı tamamile i s i â m î b i r m e n ş e ' e isnad eden bu tek cepheli görüş, tarihî realiteye ne derece ye kadar uygundur? f f u r W d a hiç bahsedil-miyen ve Peygamber devrindeki vaziyeti dc çok şüpheli ve münakaşalı olan böyle bir hu kukî müessese, îslâm. cemiyetinde birdenbire nasıl bu kadar büyük bir inkişaf gösterebili yor? Islâmiyetin v e r â s e t hakkındaki kat'i hükümlerini - kaçamaklı bir şekilde olsa bi le - d e ğ i ş t i r m e k gibi i l k îslâm hukuk çularını rencide edecek bir mahiyet arzetme-sine rağmen, bu müessese nasıl olup da mu hite uygun bir sistem haline getiriliyor? îştc bir yığın sualler k i , bunların cevabını tama mile doğınatik mahiyet arzeden eiski ve hat tâ yeni îslâm eserlerinde bulmak kabil değil dir. Lâkin bu hususta tetkiykler yapan Avrupa müellifleri vakfın menşe' ve tekâmülü hak kındaki bu suallere azçok cevab vermeğe ça lışmışlardır k i , tamamile k a n a a t v e r i c i
VAKIF MÜESSESESİ 5
bir mâhiyette olmamakla beraber, bu muhte lif telâkkiyleri gözden geçirmek, bu meseleler hakkmdaki türlü görüş tarzlarmı anlat mak itibarile hiç de faydasız sayılamaz.
A . — İdealist (Islâmi) nazariye.
M . B e l i n , M . d e N a u p h a l , hattâ M e r o i e r, C 1 a v e 1, M . Z e i s , S a u-t e y r a e u-t C h e r b o n n e a u gibi mü ellifler, İslâm h u k u k ç u l a r m m klasik tel kinlerine sadık kalarak vakfı tarnamile
islâmî mahiyette bir müessese olarak
ve doğrudan doğruya islâmî men;e'den gelmiş addederler. Dinî müesseselere, yoksul lara ve kimisesizlere A l l a h rızası için yardım, vâkıfa uhrevî bir mükâfat te'min etliği için, sair dinlerde olduğu gibi Islâmiyette de bu dinî ideâl, vakıf müessesesinin d o ğ m a s m a ve inkişafma sebeb olmuştur. Bu suretle vakıf, Islâmdaki sadaka fikrile a l â k a d a r oluyor. Halbuki bu nazariye ile ancak fer'î vakıflar, yani dinî ve hayrî bir gayeye matuf te'sisler !z«h olunabilir. Eğer bu nazariye tamamen doğru olsaydı, i l k islâm h u k u k ç u l a r m m ne den buna muhalif bir vaziyet aldıkları ve o-nun inkişafına mâni olmak istedikleri aslâ izah olunamazdı. Esasen vakfa tarafdar olan islâm hukukçularının bile, muasırlarının ve ya seleflerinin birçok kuvvetli îtirazlarma cevab vermek ve bu müesseseye nakli bir mesned bulabilmek için ne kadar sıkıntı çek tiklerini yukarıda kısaca anlatmıştık.
B . — Aksül'amel nazariyesi.
M o u r a d j a d'O h s s o n . R o b e , M e r c i e r , M a r c e l M o r a n d gibi müelliflerin ileri sürdükleri bu naza riyeye göre, vakıf müessesesi ve bil hassa âdi vakıflar ^aı7e vakıfları), her şey den evvel, eski Arab wr/w'nün, Müslümanlı ğın koyduğu yeni verâset hükümlerine kar.51 bir aksürâmelinden doğmuştur. Arab hayatın da îslâmiyetten evvel kadınların ve kız çocuk ların içtimaî ve-hukukî vaziyetleri çok aşağı i d i ; İslâm dini, kadının bu vaziyetini yüksel terek onun da verâsete ehli olduğu hükmü nü koydu. Asırlardanberi sürüp gelen bir an'-aneye karşı İslâm dininin aldığı bu kat'î va ziyet, Arabian -doğrudan doğruya değil fakat kaçamaklı yoldan - bir aksül'âmel yaratmağa mecbur elti; ve bunun neticesinde aile vakıf
ları meydana çıktı. Bu usûl sayesinde bir ailo
reisi, vakıf te'sisi sûretile kızlarını mirastan İskata muvaffak oluyordu. İslâm hukukçuları,
miras hakkındaki Kur'an hükümlerini fi'len hiçe indiren bu usûl karşısında şiddetli itiraz larda bulundular; hattâ M a 1 i k î 1 e r i n vakıf sisteminde buna mâni olacak hükümler kondu. Lâkin İ m â m E b û Y u s u f'un kur
duğu hanefi vakıf sistemi, vâkıflara bu me selede de çok geniş bir serbesti verdiği cihet le, umumî bir kabûle mazhar oldu. Hanefî mezhebinin hâkim olmadığı meselâ Cezayir gibi memleketlerde, vâkıfların hanefî siste mine dayanarak vakıf te'sis ettiklerini biliyo ruz. İslâm hukukçularından bâzılarının vak fı vasiyet'e bâzılarının da hibe'ye benzetme leri, âdi vakıfların, verâset hükümlerini dola-yisile değiştirmek gayesine mâtuf olduğundan dolayıdır [ 2 ] ,
İslâm vakfının menşei hakkında klâsik İslâm telâkkıysini kabûl eden Z e i s , S a û -t e y r a e -t C h e r b o n n e a u , M e r c i e r gibi birçok müellifler, vakıf müessesesinin sonraki büyük inkişafında, bu «verâset hü kümlerini vâkıfın iradesine gÖre değiştirebil mek» karakterinin şiddetle âmil olduğunu tes l i m etmektedirler. Onlara göre, menşeinde tarnamile dinî bir te'sis (une fomdation piçu-4e) olan vakıf {vakf-ı-fer'i), sonradan gcniş-liyerek ve bu i l k mahiyetini kaybederek, vâkı fa verâset hükümlerini değiştirmek imkânını veren ve ur/'e dayanan bir müessese halini
(vakf-ı-âdi) almıştır. Şü zikrettiğimiz vâkıa
bu hususta çok m â n â l ı d ı r : Şimalî Afrika-daki müslüman K a b i l e'lerin an'anelerine göre, kadınlar mirasa iştirak etmezler: İslâm, dini buna müsaade etmediğinden, onlar, ka dınları mirastan iskat için geniş mikyasta aile vakfı usûlüne müracaat ederlerdi. Sonradan, an'aneyi te'yid eden ve kadınları mirastan mahrum bırpkan birtakım kanunların tatbıy-kine başlanınca, artık vakıf usûlüne
müra-[2] V » k n n , »erlatm vertset h a k k ı n d a k i h ü k ü m lerini arap urfUne göre dejlstlrmek t e m a y ü l ü n d e n doftduftunu Idöla edenl-^rln lUlrterlnV, bu h u » u » U b ü y ü k Isl&m fakıhlerl arasındaki ihtllWlan burada İzaha İmkftn yoktur. Muhtelif t s U m m e ı h e b l e r l n d e vakıf i^akkmdaki Uoktrlnlertn nasıl te«ekkUl etti ğ i n i , llerian, ayrı bir tetkikname 11e tafsllen anlat mak niyetindeyiz. ş t m d U i k « u n u söylemekte İktifa edelim k l , tsiftmiyetten evvelki Araplarda miras h u k u k u , daha bnnlt bir İfade İle exkl Arap aUeslnln h a k ı y k l m â h i y e t i , bu h u s u s U yapılmı« muhtelif tet-kıyklere ragmen, h e n ü z k i f l derecede a y d ı n l a t ı l m a m ı ş t ı r . W . M a r ç a l 8, vaktiyle bu h u s u s u ileri s ü r d ü ğ ü tlklrlerdeıv bir çoftunu fCe» pareni» et alius 3ucce»sible$ en d r o « mwulman. Hennet 189»]. sonradan tamumlle tcrketmiştir. Fakat her ne olursa olsun, v a k f ı n m e n ş e i n d e olmasa da 1 n k i « * -f m d a . «verâset h ü k ü m l e r i n i değiştirmek» i m k â n ı n ı n b ü y ü k bir âmil olduftu kafiyetle söylenebilir.
taalleıı lamamile \aÂgeçnıijleıdir. İMaamafilı bu aile vakitlarınıo (voKj-ı-ehli) çok eski olduğu, i l k Jsiam tıukukçuıarmın bu hususta ki şıadetlı hücumıanndan - meselâ Kadı 5> u-r ay h u-rn daha hicu-retin ilk a.«u-rmdak) itiu-raz- itiraz-Jan • anlaşıldığı gibi, İ m â m .Ş û I i î-nin Fustât'daki evini bütün mülhakaliıe bera ber evlâdına vakfettiği hakkındaki malûmatı mız da bunu kat'ileftiriyor [Kilâb-al Umm,
m, 2ül-2üi). M . d' H o s s o n'dan başlıyarak
vakıf hakkında tctkikatta bulunan bulun av-rupa müeılitleri, «servetini müstebid hüküm-darların g a s b ve m ü s a d e r e sinden kurtarmak ve çocuklarına herşeye rağmen de vam edecek bir îrad te'min etmek» düşüncesi nin de vakfın inkişafında büyük bir âmil ol duğunu iddia etmişlerdir. Herhalde bu psiko-. lojık âmilin bu hususta kuvvetli bir te'stri ol duğu inkâr edilemezse de, bütün vakıfları - meselâ hiç evlâdı olmıyanların, hadım ağa ların yapmış oldukları vakıfları - böyle ma
teryalist bir telâkki ile îzaha imkân olmadığı
da muhakkaktır.
Maamafih, bu aile vakfının, meşru olmı-yan bâzı gayeler için bir h i y i e y o l u ol mak üzere istimâline teşebbüs edildiğini gös teren başka deliller de vardır: borçlu bir kimsenin servetini alacaklılarından kurtarmak için evlâdı lehine vakıf te'sisine kalkması, E b ü s s u ' û d ' u n bir fetvasile menedilmij-tir. Mısır'da aile vakıflarına ait varidatın 1928 • 1929 yılında diğer bütün vakıflar va ridatından daha fazla olması (100 milyon franktan fazla), vakıf müessesesinin son asır larda asıl insanî gayesinden nasıl inhiraf et miş olduğunu göstermeğe kâfidir.
C. — Devlet menfaati nazariyesi, Sadeee Z e y s ve bilhassa V a n B e r-c h e n tarafından ileri sürülen bu nazariye ye göre, vakfın menş'eini, asıl sarih mebde'i-ni, Peygamber'in ölümünden sonra /ey'lerin milkiyeti üzerinde yapılan değişikliklerde a-ramak lâzımdır. Peygamber lıayalta iken, ge rek lıarben gerek sulhan zaptedilen milkier ve topraklar • ki ıstılahta bunlara /ey' denir- hu-kukan onun arzu ve iradesine tâbİ'di; Peyganı-l)er ölünce, vârisleri bunların kendilerine 'lit olduğunu iddia ettiler. IJıkin bu luK-bler ka bul edilmedi; ve bu sorvelin İslâm ümmetinin nef'ine olarak yâni lieyl-iH-miU'ce mevkuf tu-Inlduğu ve ona ait olduğu ileri sürüldü. Bu su retle, loprak. her lürlii hukukî lehavvüllerdeıı
masun, mukad«los l>ir şey mahiyetini alıyordu. Hulâsa, zapt ve ilhak edilen topraklar vakfı tebdil edilmiş oluyordu. Artık bundan sonra, Muhammed'in halefleri yâni Halifeler bu ara zîyi Beytiilmai namına idare ile mükellef bu lundular ve bunlar üzerinde hiçbir milkiyct hakkına malik olmadılar ( V a n B e r c h e m ,
l.a proprieti territoriale et l'impot foncicer sous les premiers Calif es. P. 11 - 12). Vakfın
Islâmî menşe'i hakkında ilk islâm hukukçu larının klâsik nazariyesini kabûl eden Z e y s de, Müslümanlar tarafından zapt ve ilhak edilen toprakların Peygamber'in ölümünden sonra Beylülmâl nâmına mevkuf tutulduğunu ve İslâm vakfının bundan doğduğunu terviç etmektedir (Traite elemenlaire de droit
mu-sulman algerien, vol. I I . , Alger, 1886, p.
ia2).
Vakfın menşe'i ve mâhiyeti hakkında tetkıykatta bulunan diğer garb âlimleri ara sında hiçbir mevki' kazanamıyan bu nazariye yi, M a r c e 1 M o r a n d pek haklı olarak lenkid etmiş ve Itunun zayıf bir istidlalden iharet olduğunu göstermiştir: vakfın meşrui yetini muarızlara karşı isbat için-çok sıkıntı çeken hicrî ikinci asır hukukçuları, eğer va kıf müessesesi, ilhak edilen toprakların Bey lülmâl yâni İslâm devleti menfaatine mevkuf tutulmasından doğmuş olsaydı, dâvalarını müdafaa için böyle bir kuvvetli delili ihmâl ederler mi idi? Bundan başka, eğer bu naza riye doğru olsaydı, vakıf toprakların tâbi ol duğu hukukî şartlar, onun bir nevi başlangı cı ve örneği addedilen zaptedilmiş arazînin
(arz-ı mvmlehel, arz-ı-mîrî) tâbi bulunduğu
hukukî şartlardan farksız olmak îcab etmez mi idi? Halbuki aradaki bâzı küçük benze yişlere rağmen, bu şartlar arasında derin ve esaslı farklar mevcuttur. Meselâ «vakf-ı-sa-hih> in haraca tâbi topraklardan değil üfr'e tâbi topraklardan olması şarttır. Vakfa ait ve üşre bağlı arâzî ile haraca bağlı mirî ara zînin vergi bakımından tâbi olduğu hüküm lerin bribirinden farklı olması, gerek milki-yet gerek tasarruf itibarile bunların birbirin den lamamile ayrı huktıkî mahiyette oldukla rına f i l hiiyiik delildir. Çünkü islâm hukuku na göre, her cins arazînin tâbi olduğu tekâlif, doğrudan doğruya onların hukukî mahiyetine bağlıdır. İsle kısaca gösterdiğimiz bütün bu delillerden sonra. V a n B e r c h e m vc Z e y s taraflarından ileri sürülen bu
nazari-VAKIF MÜESSESESİ
yenin, vakıf müessesesinin menşe ini izalı demiyeceği açıkça anlaşılır [3J. Bunları şa şırtan ve bu yanlış neticeye sevkeden şey, öy le sanıyorum kı, \A o r m s un «iıarDen zap-tcdilen ve haraca tâbi tutulan arazının vakıf hükmüne girdiği ve bunun neticesi olarak o-na mutasarrıt olanların bu arazının rakabe'^'ı-ne sahıb olmıyacağı» hakkındaki y a n l ı ş mü-tâleasıdır (Kecherches sur la conslUutıon
de la propriete terntorıale dans tes pays mu-sulmans, Journal asiatique, 1842 - l ö 4 1 . ) .
W o r m s ' u n , islâm hukuku hakkındaki tet-kiyklenn henüz başlangıcında buluıulugu bır sırada vücude getirdiği l)u eserin birtakım yanlışlıklarmı tashih eden G a 11 e s c h i de bu yanlış mütâleayı kabul etmiştir [Ucs loıs
sur la propriete joncierc dans l'empire otto man et particulıerement en Kgyple, Paris
1867, p. 12).
Df — Koma hukuku menşe"i nazariyesi, islâm vakiının, sair bazı İslam hukukî müesseseleri gibi Koma hukukundan alındığı nı iptida italyan hukukçusu G a i t e s e l i i ileri sürmüştür. İslam hukukunun inkişafın
da Hama.hukuku'mın ve Musevilik ahk-ımının
büyük bir te'siri olduğuna inanmış olan
G a t t e s c h i y e göre, İ s l a m l a r vakit müesse
sesini eskiden Koma ya tabi olan topraklarda ki yerli halktan iktibas ve laklıd etmişlerdir; ve vakıf müessesesinin tâbi olduğu hujcukî şartlar, Koma hukukundaki res sacroe (veya
proprietas sacra) ların lâbi bulunduğu şart
lardan alınmıştır. Hunların tahsis edilmiş ol duğu aedes sacroe'hr ise Müslümanların mes-cidlerine tekabül eder (G a 11 e s c h i . Etude
sur la propriete territoriale, les hypothequc^ et les Wakj, N . 284;.
Fransız hukukçusu M a r c e l M o-r a n d , C l a v e l tao-rafından sadece nakle dilen ve başkaca hiçbir taraf dar bulmıyan bu nazariyeyi, çok kuvvetli bir şekilde tenkit et miştir: evvelâ Roma hukukunda res sacro"-lere ait kaidelerin, İslâm vakfındaki alikân: ile hiçbir mümâseleli yoktur; res sncruc lâ-birilc münhasıran m â b e d v e â y i n e
[3] M. M or a n d'ırı b u h u s u s t a k i daha b&zı
t e n k i t l e r i n i y u k a r ı d i ı zikre lUzum g ö r m e d i m .
Islftm-da arftzl meselesi h a k k ı n d a esaslı izahata g i r i ş m e den bu meseleyi daah sarih sOrette a n l a t m a ğ a im-lt*n yoktur, t s l â m h u k u k t a r i h i n i n Iftyıklle t e t k i k cdllememlf olun t>u ı n t ı h l m p r o b l e m i h a k k ı n d a »yrıc» nejrjaoceglm !)lr t e t k i k t e , vakfa a l t de h u
k u k i ve t a r i h i bir t.fCMn ypnl İ z a h a t v e r m e ğ e ç a l ı -Ç»<"a(-ım
m a h s u .s nı a d d î e ş y a mefhumu kasde-d i l i r ; bunkasde-da, bunlara ait «bir menfaat getııe-ccK bir ınıik» manası yoktur; haıhukı vakıf lar, kendileri veya te mm ettikleri mentaat, di nî ve bayrı bir gayeye, bir amme mentaalıne tahsis edilmiş olan mıiklerdır. bundan başka,
res sacroe 1er yine ancak ya bir k a n u n
ile yahut bir s e n a l u s c o n s u İ l e ile, sonraları da imparator un bir i r a d e s i ya hut ruhani reisin k a r a r i 1 e bu mahiyeti a ı a u ı ı ı r ; bir ferdin mııcerıco iradesi onla ra böyle bir mahiyet verilmesine katı gelmez. Halbuki İslam hukukunda ve meselâ Malıkî-lerde, bir vakıf te sısı, hatta bir ferdin şifahî ifadesile de vücude gelebilir; ve bunda âm me kudretini temsil eden ikinci bir şahsın as la alakası yoktur, bundan başka aedes sac-roe'ler yâni mabedler bir male s a h i b o-labilirlerse de, onun idaresi mutlaka devlete aittir. Halbuki İslam hukukunda, vakfı le'sis eden vâkıf, vakfın idare tarzım tâyinde tama-mıle serbesttir. 15u tenkıdıer karşısında G a t-l e s c h i n i n - esasen taraft-lar but-lunmamış o-lan - bu eski nazariyesi lamamıle hükümsüz kalıyor [4J.
E . — Bizans hukuku menşei nazariyesi. Vakıf müessesesinin, hukuki mahiyeti ba kımından ilk örneklerini Bizans tan aldığı f i k r i , birbirinden tamamen habersiz olarak H . B e c k e r ve M a r c e l M o r a n d gibi müsteşrik ve hukukçular tarafından ileri sü rülmüş ve bilhassa bu sonuncu tarafından çok açık bir surette müdâfaa ve îzah edilmiş tir. Yukarıda bahsettiğimiz a k s ü l ' a m e l nazariyesini kabûl eden bu müellife göre, eski arab lirfünün bir aksül'ameli olarak meyda na çıkan yâni İslâm dininin verâsel hakkında k i kat'î kaidelerini - doğrudan doğruya değil fakat kaçamaklı bir yoldan - hükümsüz
bırak-[4] O a t t e s c h l , şer'i v a k f ı n m e n ş e i n i Roma
h u k u k u n d a ararken v a k ı f t a n d o ğ a n bftzı a k l d l e r l n . Roma h u k u k u n d a k i empnyf^ı^ose'la m ü ş a b e h e t i n i K a y d e t m i ş t i . Aşağıda b u t ü r l ü akldlerden bahse derken bu m ü ş a b e h e t t e n de bahsedllmljtlr. KlUse ve manasMi- ar emvali h r k k ı n d a BUans devrinde de.
emphvth<^o.;e usuUlnUn d e v a m ı M 111 e 1 s ve W
11c k 11c n tftiai'ınılan noşr11cdilfn vesikalardan a n l a ş ı l ı -.vor [ B e c k e r'den naklen H e f f e n 1 n g'in IsMm
'Ansiklopedisi't\<[eM W a k f makalesinde]. Morand,
t e n k i d i n d e oer nedense b\ı meseleyi meskut g e ç m i ş tir. Emphyth(ose, arazinin rakabeslne m a l i k olan t a r a f ı n d a n terkoUman t i r h a k t ı r ; b u suretle o ara ziye tasarruf eden ve kendisine emphythiote deni
len kimse, o aruzlyl Isted'Jl gibi tasarruf eder, y a n i
satabilir, hibe edebilir varislerine b ı r a k ı r d ı . B u n a m u k a b i l , arazinin asıl rakabeslne sahlb olan h a k i k i m a l i k i n e ;ior j ı l bir paru verirdi. B u para Uç yıl verilmezse, ya!;ut m u t a s H r r ı f varissiz ö l ü r s e arazi rar asıl j . ı h l h l n e geçerdi.
8
PROF. DR. FUAD KÖPRÜLÜ
mak maksadile vucııde gelen vakıl müessese si, ilk örneğini Bizans'm Suriye ve Mısır'daki dinî müesseselerinden almıştır. Bizans huku kunun bu müesseseler hakkındaki kaidelerile islâm hukukunun vakfa ait hükümleri birbir-lerile mukayese edilince, bu netîre kandili-ğinden meydana çıkıyor:
I . — Bizans hukuku, kiliselerin, manas tırların, papaslara mahsus ibadethanelerin, fakirlere, ve ihtiyarlarla kimsesiz çocukları yardım maksadile kurulmuş hayır müessese lerinin, hulâsa kelimenin en dar mâııasile bü tün te'sislcrin hukukî şahsiyetle malik olduk larını kabûl ediyordu. Bâzılarına pöre, bu hususta devletin müsaadesini almak îcab e der; fakat bâzı müelliflere göre böyle bir mecburiyet varid değildir. Böylece kendileri ne m u a y y e n b i r m a k s a d için ])ir
mal tahsis edilmek süretile bu bahsettiğimiz
müesseseler, hukukî bir şahsiyet mahiyetini alabilirler.
İslâm hukukuna göre, dini veya hayrî mahiyette olan herhangi bir âmme menfaati ne hizmet eden müesseselerin bir nevi hukukî
şahsiyeti vardır; ve kelimenin en dar
mâna-sile bu türlü te'sisler caizdir. İşte bundan do layıdır ki bir mescid'e, bir tekkeye, veya fakir lere bir mali vakfetmeğe mesağ vardır; ve vakıf te'sisi süretile bir mescid. bir tekke, bir çeşme, bir köprü, bir kabristan, bir malin
menfaatine sâhib olabilir. Bunun için âmme
ku\-vetlerinin gerek m ü s a a d e gerek t a s d i k süretile olsun müdahalesine hacel kalmamıştır. Çünkü sadece vâkıfın iradesile hukukî şahsiyet ve binaenaleyh m a l te m e l l ü k ü n e k a b i l i y e t kendiliğinden doğar.
I I . — Bizans hukukuna göre, dinî bir maksadla bir te'sis yapmak istiyen ferd. hiç bir kayıd ile mukayyed değildir. Vâni ferd, mirasçılarının mevcudiyetine rağmen, bütün servetini buna tahsis edebilir.
İslâm hukukunda da aynen böyledir. Vâ kıf, hiçbir kayıd ile mukayyed olmaksızın bü tün servetini dinî veya hayrî bir gayeye tah sis edebilir. Yalnız, vâkıf bu vakfı ölümile nelîcelenen hastalığı e,«nasında te'sis ettiği takdirde, mirasçılar buna itiraz ederek vâkı fın servetinin ancak üçte birinin bu işe tahsi sini talpl) edebilirler. Zira hu vaziyette, vakıf bir vasiyet hükmünde olup. vasiyet ise ancak servetin üçte l)irinc şâmil olabilir.
I I I . — Bizans hukukunda, te'sis sahibi bu te'sisin idaresini istediği şekilde tanzim ve istediği kimseye tevdi edebilir. Yani, te'sise ait menfaatin hepsini veya bırkısmını kendi sine veya mirasçılarına tahsiste serbesttir.
ısiuın nuKUKunua, tuç Oımazsa nanefi ve
hnnbelı hıiKukunda, vakit vakıının idaresini
tanzimde tamamıle serhest oıdugu gıt>ı, vak fın menıaatıni kendisine veya mirasçılarına da tahsis edebilir.
IV. — Bizans hukukunda dinî müessese lere ait mallar satılamaz ve tebdil olunamaz; ve yirmi seneden fazla müddetle îcâra veri lemez.
islâm hukukunda da, bütün mezheblere göre, vakfa ait mallar satılamaz ve tebdil o-lunamaz. k â r meselesine gelince, bunun müd deti hakkında hukukçular arasında ihtilâf varsa da, umumiyetle îcârın kısa bir zaman için olması esastır (Vakıf bir malın satılma sı vey^a istibdâli hakkındaki şartlardan bura da bahse lüzum görmüyoruz).
V. - Bizans hukukunda, le'sislere uil malların temellükündeki kaideler, diğer mü masil hususlardaki umumî kaidelerden farklı olup buna ait müddet kırk senedir.
islâm hukukunda da bir vakfa ait mal dan intifa' hakkına malik olanlar, otuz üç se ne - MPcelle'ye göre otuz allı sene (madde 1661) - zarfında bu hakkı talep edebilirler; halbuki vakıfla alâkası olmıyan sair umumî hallerde bu müddet • muhtelif mezheblere göre • on veya on beş seneden ibsrettir.
M a r c e l M o r a n d'nm büyük bir isa betle yaptığı bu mukayeseler sonunda vardı ğı nelîce, cidden inandırıcı bir mahiyettedir. Vakfın menşe'i hakkında B e c k e r ' i n fikri ni kabûl eden H e f f e n i n g d e M . M o -r a n d'ı zik-retmediğine gö-re galiba ondan habersiz olarak - ayni nazariyeyi tekrar et miştir: gerçi islâmlar, Kur'an'd& ve Sünnet'te kuvvetle ileri sürülen sadaka mefhumuna el bette bağlı idiler; lâkin zaptettikleri yerler deki hıristiyan müesseselerinin, mâbedlerin, eytamhanelerin, hastahanelerin te'sis şeklini gördükten sonra, vakfı o örneğe göre hu kukî bir müessese olarak vücude getirdiler. Bu hıristiyan te'sisleri de satılmak ve tebdil edilmek imkânına malik değillerdi. Ve
ad-nıinistralore yâni mütevelliler tarafından
- büyük ruhanî reislerin yüksek mürâkabesi altında • idare ediliyorlardı f J u s < i n i e n.
VAKIF MÜESSESESI
ıSüvelle \?Ai • Sal ci lies, Des l'ioc Causae dans le droit de Justinien, Melanges
Gerar-din, Paris, 1907, p. 513 ve sonrası). Ekseri yetle çok kuvvetli görüşlere malik olan C. H . B e c k e r de, Mısır'da İslâmiyet hakkmdaki tetkıyklerinde esasen aynı neticeye varmıştı: Ona göre Tulunlar zamanma kadar yalnız şehirlerdeki emlâk (r'ihâ') vakfediliyor, şehir dışmda 2İraate salih arazî vakfedilemiyordu ki, bu âdet Bizans zamannıdan kalmıştı. Bunu zikreden H e f f e n i n g, Şâjii ve HuhârVyc. istinaden, daha ilk zamanlarda ziraâte salih arazînin vakfedildiğini ve hu arazî vakfı âde tinin Bizanslılarca da meçhul olmadığını söy lüyor. Filhakika. J u s t i n i e n , Mysie kili sesine, istisnaî olarak, tarla ve hağ satm al mak müsaadesini vermişti k i , bu te'sisin mak sadı esirleri satm almak ve fakirlere yardım etmekti.
M a r c e l M o r a n d, Şark Hıristiyan-larmm bu dinî te'sislerile İslâm vakıfları ara-smda bâzı müşabehetler daha buluyor; me selâ Bizans'taki dinî te'sislerden menfaati mü esseselere ait olanların vergilcr'den t a m a-m i l e k u r t u l a a-m a d ı ğ ı n ı , fakat buna rağmen kilisenin himayesinde te'min etmek
sû-retile onu birtakım idari ve mâlî haksızlık lardan koruduğunu söylüyor, ve Garh Hıristi-yanlarmda recommandation veya precario
oblata adlan verilen mümasil dinî te'sislerin
de hakıyki bir dindarlık hissinden ziyade e m n i y e t i t e ' m i n gayesile yapıldığını ilâve ediyor. Ona göre. ilk Müslüman vakıf ları, vâkıfı ve vakıftan istifade edenleri üşür den istisna etmemekle beraber, dindarlık ve hayırperverlik örtüsü altında, onların mesel.î verâset hükümlerini tebdil edebilmelerine hizmet etmiş, sonradan da bu suretle servet lerini hükümdarların ve büyüklerin keyfî mü saderelerinden kurtarmağa yaramıştır. Demek oluyor k i , ilk bakışta dinî bir mahiyet arze-den bütün bu te'sisler, vakıflar, vâkıflara te" min etliği maddî menfaat bakımından da bir birinden farksızdır. Artık bütün bu deliller karşısında tslâm vakıf müessesesinin iptida tâbi olduğu hukukî kaidelerin B i z a n s t a )i i k t i b a s e d i l m i ş olduğuna kolaycı hükmolunabilir.
Bu sarih neticeye varan fransız hukuk çusu, dâvasını isbat için, Arabistan'da Islâmi-yetin zuhurundan evvel ve sonra Hıristiyan-l'ğm mevcud olduğunu. îslâm dininin
hıristi-yanlara karşı müsamahakâr davrandığını, Emcvî saraylarında hıristiyanlann mühnn bir mevkii olduğunu, Müslümanlığın Hıristi yanlıktan birtakım şeyler aldığını, uzun uza-dıya izah ediyor; ve Suriye de, Lmevî saray larında İslâm fakihlerinin Bizans hukuk na zariyelerine - yanı Homa hukukunun J u s-t i n i e n devrindeki s-tekâmül safhasına ais-t nazariyelere - yabancı olmadıklarını söylü yor. Hakıykaten, birbirine bcnzıyen ıkı huku kî müesseseden birinin diğerinden iktibas ve ya taklid edildiğine hükmetmek ıçın, gerek
coğrafî bakımdan gerek kronolojik bakımdan
aradaki rabıtayı tebarüz ettirmek icab eder. Lâkin, Mısır ve Suriye'de Şarkî Roma İmpa-ratorluğu'na varis olan İsiâmiyetin ve İslâm kültürünün Bizanstan şiddetle müteessir oldu ğunu görmek için uzun uzadıya düşünmeğe hacet yoktur. İçtimaî bayatın bütün tezâhürle-rinde, maddi ve mânevî kültürün her şubesin de B i z a n s • I s l â m \ e S â s â n î - 1 s-1 S m münasebetleri çok b â r i z'dir ve bun lardan bâzıları eski i s l â m m ü e l l i f l e r i tarafından bile hattâ bir mütearife şek linde ileri sürülmüştür. Meseleyi sadece hu
kukî cephesinden göz önüne alacak olursak,
bilhassa âmme /iHAuAjt'nda Islâmiarm Bi zans'tan birçok şeyler aldıklarını kat"iyetle söyliyebiliriz. Vaktile muhtelif yazılarımda oldukça tebarüz ettirdiğim bu mesele üzerin de durmak istemem [5J. Bu böyle oluncfl,
hususî lıu^cuk meselelerinde de İslâm fıkhının
Bizans hukukundan m ü t e e s i r o l m a s ı hiç de i m k â n s ı z birşey d e ğ i l d i r ; ve nitekim son zamanlarda yapılan birtakım
mukayeseli hukuk tetkıykleri bunu ya
vaş yavaş meydana çıkarmaktadır [ 6 1 . Bütün bu izahattan sonra, M . M o r a n d'm islâm vakıf müessesesinin ilk ö r n e ğ i n i n ve ip tida tâbi olduğu h u k u k î k a i d e l e r i n B i z a n s h u k u k u n d a n alındığı hak kındaki nazariyesi, büsbütün k u v v e t Le n-m e k t e d i r.
15] F u a d K ö p r ü l ü , Btxans müesseselerinin
Osmanh müesseselerine ie'siri hakk<ndn bin mU-liihaxalar. İ s t a n b u l 1931,
16] Meseli ş u escrlore b a k ı n ı z : A n d r 6 M a r
n e u r, la chela (droit de rachat d a n » 1» lol m u -sulmane;. Paris 191Q; E m i l l o B u s s l . Ricerche
xntorno nUe rel^ilûtıı fra retratto bıızontino e mu-sulmano, Milano 1933, B u İ t a l y a n müellifi, franstz
h u k u k ç u s u n J a n daha Heri clfcrek, lal&m h u k u k u n d a k i $u/'a pren.ılbluln Bizans h u k u k u n d a k i
pro-timlrls'tten m ü l h e m o l d u ğ u n u söylüyor. B u iddia
biraz mUbftlftgalı olmakla beraber İ s l â m r ı k ı h ı n d a Bizans te'slrlerl, İnkftr edllemlyecek kadar b t r i z d i r .
PROF. DR. FUAD KÖPRÜLÜ
IV
IslAmlyet'de
vakıf ınu«SMt;»«Miiıın zuhûr» ve
I tekAmuiu
Vakıf müessesesın\n m e n ş e i ve ma h i y e t i haKKmoa gerek islam laKUuen ge rek avrupa nukukçuıan taraımdan nen sü rülen m u h t e l i f fikir ve nazariyeler hak-kmda kabil olduğu kadar kısa ve vazıh ızalıat vererek bunların z a y ı f ve k u v v e t l i tarat tarım'tebarüz ettirmeğe çalıştık, bu kü çük hulâsa dikkatle gözden geçirilince pek i y i anlaşılır k i , vakıf müessesesinin menşei ve tarihî tekâmülü hakkındaki t e t k i k l e r henüz çok az ve çok k i f a y e t s i z'dir. İs lâm hukukçuları, Ortaçağa mahsus d o ğ m a -t i k b i r -t e l â k k î'nin dar çerçevesinden kurtulamıyarak sırf nazarî bir sistem vücude getirmekle iktifa etmişlerdir. Garb hukukçu ları ise, bu mes'ele ile amelî bir ihtiyaç.dola-yısiie, yâni, mensub oldukları devletlere ait islâm memleketlerinde vakıf meselesi üzerin de yapılacak tadîlâta rehber olmak maksadile meşğul olduklarından, bu büyük hukuk mües sesesini genetik ve mukayeseli bir usûl ile tel-kıyke muvaffak olamamışlardır. Ortaçağ is lâm - türk tarihinin bilhassa i ç t i m a i ve h u k u k î cephelerinin henüz çok meçhul bu lunması, vakıf ile uğraşan garb ve şark hu kukçularının da hemen hemen umumiyetle tarihî ve sosyolojik kültürden mahrum olma ları, bu hususta kuvvetle âmil olmuştur.
Maamafih bütün bunlara rağmen, şimdi ye kadar yapılmış tetkıykleriiı neticelerine ve bâzı şahsî araştırmalarımızdan elde ettiğimiz mâlûmata istinad ederek, vakıf müessesesinin
menfe" ve mahiyetini ve İslâm dünyasındaki tekâmülünü umumî çizgilerile tesbite çalışa
cağız. Kabataslak çizmeğe . çalışacağımız bu küçük levhanın çok e k s i k ve şüphesiz çok h » t â 11 olacağını evvelden söyliyelim. An cak, vakfa ait tetkıyklerin bugünkü i p t i d a î vaziyetinde, böyle umumî bir taslağnı bile f a y d a s ı z olmıyacağını ümid etmek teyiz.
Hukukî müesseseler sadece nazarî bir sis
tem ve mücerred bir mefhum olarak değil, an
cak, içtimaî hayatın dinî, ahlâkî, iktisadî bü tün tezâhüratile alâkalı olarak tarihî realite içinde tetkıyk edildiği zaman, h a k ı y k i h ü v i y e t l e r i l e anlaşılabilir. Bu küçük denememizin hiç olmazsa hu bakımdan, yâni
usûl ve telâkki bakımından faydasız
sayıla-mıyacağını ve şimdiye kadar düşünülmemiş birtakım y e n i m e s ' e l e l e r i ortaya at mak sûretile de istikbaldeki araştırmalar içia bir b a ş l a n g ı ç noktası teşkil edebilece ğini ümid ediyoruz. Bir araştırıcının en büyük vazifesi, sadece başkaları ve kendisi tarafın dan elde edilen n e t i c e l e r i b i l d i r m e k değil, ondan daha mühim olarak, he nüz t e t k i k e d i l m e m i ş veya ş ü p-h e I i k a l m ı ş cip-hetleri sarip-h bir «ûretle tebarüz ettirmektir.
Islâmiyette vakfın zuhûr ve tekâmülünü, İslâm medeniyeti tarihinin umumî inkişafı içinde, yâni, s i y a s î , i k t i s a d î , i ç t i -m a î şartlan h e p b i r d e n göz önünde bulundurarak tetkıyk etmek lâzımdır, islâm'ın sair hukukî müesseseleri gibi vakıf müessesesi de ancak bu suretle içtimaî realite'ye uygun olarak anlaşılabilir; ve hakıyki mâhiyeti, son
raki İslâm hukukçularının ona vermdc iste dikleri tamamile nazarî ve hayâli hüviyetten sıyrılarak teayyün edebilir. O zaman, vakfın
menfei hakkında yukarıda hulâsatan anlat
mağa çalıştığımız muhtelif görüş tarzlarm-dan birçoğunun ayrı ayrı bir hakıykat parça
sını ihtiva ettiği daha kolay anlaşılacaktır.
Ancak, realite hiçbir zaman t e k c e p h e l i olmadığından, vakıf müessesesini asıl b ü-t ü n i ü ğ i 1 e kavrayabilmek için, muhü-telif cephelerini h e p b i r d e n görmek îcab e-der k i , bunun için de, yukarıda kısaca îzah ettiğimiz tarihî usûPe müracaattan başka çare yoktur.
Evvelâ kat'iyetle söylenebilir k i , vakıf müessesesi, doğrudan doğruya İslâm dininin dinî • ahlâkî esaslarından doğmuş ve m ü n h a s ı r a n i s 1 â m î bir müessese değildir. Bütün büyük dinler gibi İslâm dininin de
hayır ve ieâvün kabilinden ahlâkî prensipleri
teşvik etmesi pek tabiîdir; lâkin bunun sırf Müslümanlığa hâs bir vasıf teşkil edemi-yeceği ve vakıf müessesesinin zuhûrunda y a l n ı z bunun âmil olamıyacağı meydanda dır. İlk İslâm fakihlerinin vakfın mahiyeti hakkındaki şiddetli m ü n â k a ş a l a r ı n ı ve vakfa tarafdar olanlarıiı bunu kitab ve
sünnel'e istinad ettirmek için ne kadar zorluk
çektiklerini yukarıda kısaca anlatmıştık, M û s e v î 1 i k hukukuna, S â s â n î hukukunu, B i z a n s hukukuna yabancı olmıyan ve da ha ilk Halifeler zamanında Irak'ta. Suriye'de,
V AKİF M ü E S S E S E S I
Mısır'da Sâsânî ve Bizans miicsscsclcı ile temas eden Müslümanlar, sair birçok şeyler gibi v a k ı f ı n i l k ö r n e k l e r i n i de bura lardaki d i n î v e h a y r î t e" s i s l e r d e gördüler. Gerek Mısır'da gerek Suriye'de, Bi zans hukukunun muayyen bir hukukî mahiyet vermiş olduğu türlü türlü dinî ve hayrî mü esseseler, yukarıda söylediğimiz veçhile, pek mebzûldü; ve bunlar, vâkıfların şartlarına göre idare edilen zengin vakıflara maliktiler. Bizans devrine ait elde bulunan ve lypica adını taşıyan vakfiyyeler sathî bir suretle göz den geçirilirse, bunlarla islâm vakfiyyeleri a-rasındaki açık benzeyişleri görmemek kabil olamaz [7J.
Dinî müesseselere hürmet eden ve esasen fütuhat devirlerinde mahallî B i z a n s i d .v r e s i n i bütün teşkilâtile, kanun ve nizamla-rile d e v a m e t t i r e n İslâm fâtihleri, bu suretle, Bizans vakıflarını ve onların hu kukî mahiyetlerini tabiatile öğrendiler. Bun dan başka, İslamların Irak'ta, iran'da, Afga nistan'da ve Mâverâünnehir'de tesadüf ettikle ri m a z d e e n ve b u d i s t dini müesse selerinden de mülhem olmaları ihtimali dc göz önünde tutulmalıdır. Islâmiyetin zuhûru sıralarında, Bizans ve Sâsânî müesseselerin den birçoklarının • hattâ Bizans'tan mı Sâsânî-ler'e yoksa Sâsânîler'den mi Bizanslılar'a geç tiği halledilemiyecek derecede - müşterek bir
karakter arzettiğini düşünürsek, bu ileri sür
düğümüz ihtimalin vakıf tarihinde şimdiye kadar nedense h i ç d ü ş ü n ü l m e m i ş bir mühim problem olarak ortaya konulması lüzumunu daha iyi anlarız. Bilhassa budist-lerde çok büyük bir inkişaf göstermiş olan dinî müesseseler hakkında mebzul malûmat mevcut olması ve b u d i s t T ü r k l e r tarafından te'sis edilmiş budist vakıflarına ait birtakım vesikaların da elde bulunması, bu mes'elenin m a z d e e n vakıflarından daha kolay ve daha etraflı bir şekilde tetkıykine imkân verecek mahiyettedir [ 8 ] .
îslâmların, fethettikleri e s k i b i r k ü l t ü r s a h i b i memleketlerde vakıf mü essesesinin i l k ö r n e k l e r i n e tesadüf
[ 7 ] B u hususta bir I l k i r edinmek İçin ş u esere b a k ı n ı z ; H . D e l e h a y , Deux typica XyyzanUns de l'<poQue de PalioU>gues, BruxeUcs 1921; Burada, o zamana kadar neercdilmiş m ü m a s i l Bizans vesika ları hakkınr<a da izahat v a r d ı r .
(«] Prof. R u b l n ' l n budist v a k ı l l a n h a k k ı n d a VoKı/lor DerffUl'nln İkinci sayısındaki makalesine b a k ı n ı z .
etliklerini lesbilleıı sonra, Müslümanların bu nu o kadar kuvvetle taklit etmelerinin sebebi ni de koıayca bulabiliriz: islam lutunalinin sür atli ınkışatı neticesinde İslam cemiyeti birdenbire büyük hır servet ve reıalı derece sine yükselmişti. Bir taraftan İcrdlerın hisse sine düşen lıarb ganimetleri, dıger taranan
Jieylüirtıdt'e yâni devlet hazinesine giren
ganimetle vergilerden toplanmış muazzam varidatın Müslümanlar arasında taksimi, bü yük ferdî servetler yaratmıştı. Bundan başka, zaptedilcn g e n i ş t o p r a k l a r ı n tâbi tutulduğu milkiyet rejimi, büyük nisbettc S â s â n î ve Bizans rejimlerinin bir i k t i b a s ı mâhiyetinde olduğundan, bilhassa Mısır ve Suriye'de bunun bâzı şekilleri - me selâ, Roma hukukunda emphytheose denilen ve sonradan Bizans'ta kilise ve manastırların milklerinde pek çok tatbik edilen bir nevi tasarruf şekli • İslâm vakıf sistemine de gir miş, hattâ belki de, bu sistemin t e ş e k k ü l ü n d e b i r â m i l olmuştur.
Bu kısa izahat açıkça gösteriyor k i , Is lâmiyetin hicri birinci asırdaki tarihi inki şafı, v a k ı f müessesesinin vücud bulması için îcab eden i k t i s a d î ş a r t l a r ı ha zırlamış, ve mümasil hıristiyaıı te'sislcri, is lâm fakihlerine vakfın hukuki esaslarını ve
şekillerini vücude getirmek için lâzım olan
ö r n e k l e r i vermişti. Bu haricî âmillere, İslâm dininin hayır ve teâvün hakkındaki ah lâkî prensiplerini, uhrevî mükâfat telkinleri ni, dinî ve hayrî müesseseler vücude getirmek için müslüman zenginlerinin tabiî temayülle rini ilâve edecek olursak, İslâm vakıf mües sesesini doğuran muhtelif âmilleri kolayca anlıyabiliriz. İşle bu sûretle iptida d i n î b i r t e' s i s mahiyetinde olan vakıf, Kur'-an'da hiçbir sarih mesnedi olmadığı halde, sadece sünnel'e i s t i n a d e t t i r i l e r e k meşru' görüldü. İslâm âlimlerinden bâzıları nın, daha hicrî birinci asırdan başlıyarak bu yeni müesseseye karşı m u h a l i f bir vazi yet almaları, ona Kur'an'dii bir mesncd bula mamalarından ve hattâ sünnet e istinat ettiril mesini bile pek d o ğ r u görmemelerinden ileri gelmekledir. Maamafih d i n î ve h a y-r î gayeley-re mâ'tuf olan bu yeni müessese, daha r e a l i s t görüşlü âlimler tarafından, cemiyete te'min ettiği f a y d a l a r bakımın dan, şiddetle terviç olunuyordu.
vermiye-1-2 PROF. DR. FVAD KÖPRÜLÜ
rek bedevi arab ananelerini liizans • Iran inutiiiKiye(cui(jiie binejiuen t in cvi n
u-k u maa r la r I zani<minua, vaKii
mue:>ae:ie-SI g e m ş i e d i ; ve aim - n«iyri guyesuuien ue in-hirat eueicK, y u K a r i a a i^an euiiai(ji ^mi, • o perde aitinaa • isiam dininin m i r a s vi
a 11 h U K u i n i e n n i d e g ı ş ı ı r e c e K i>ir m a
hiyet aiai: Vakalar, n n i K i e r i n i neritangi di nî bir gayeye vakietmeKie beraber, bunu, an-caK tay H I euıKierı mnasçııarın n c s m e r ı mün kariz olduktan s o n r a K i gayrımuayyeu uır za
mana luuK ediyorlardı; on surene V U K U , Z
a-h i r e n d i n i bir gaye gozetmeKie beraoer, h a k ı y k a t t e vakum aııesıne \eya vasiyet
ettiği kimselere ve onların nesillerine tansıs
edilmiş oluyordu, 'iıpkı bir ı-osıyet veya bir
hibe mahiyetinde olan • ve adeıe ıstınad eitigı
cihetle adi sıtatını alan - bu lurlü vakalar sayesinde, vakit, mirasını İslam m veraset hü kümlerine tamamile m u g a y i r olarak ve
sırf k e n d i i r a d e s i n e gore kullanıyor du. Veraset hususunda İsiam m zunurundan
evvel Arabiar a r a s ı n d a cari olan adetleri de vam ettirmeğe ve mal sahibine tam bir ser
besti vermeğe hizmet eden bu t ü n ü vakıMar,
E m e v î 1er devrinde tabiatiJe b ü y ü k bir inkişaf gösterdi. Bu devirde i s l â m cemiyetinin büyük bir r e f a h v e s e r v e t seviyesine yükselmesi, Mekke ve Medine g i b i eski IsJâm şehirlerinde Y ü k s e k b u r j u v a z i sını fının teşekkülü, yeni merkezlerde arab fâtih lerinin a s k e r î b i r a r i s t o k r a s i te"
sis etmeleri, bu türlü âdî veya rlılî vakıfların
büyük nisbelte çoğalmasına sebeb oluyordu.
Bu suretle, tam mânâsile dinî-hayrî bir te'sîs
mahiyetinde olan ve vakfı anında vâkıfın mil-kiyyelinden çıkarak menfaati muayyen bir di nî gayeye tahsis edilen asıl v a k ı f l a r ı n yanında, şekilce ona benzemekle beraber büs bütün ayrı bir mahiyet arzeden ve menfaati vâkıfa yahut tayin ettiği mirasçılara münha sır kalan â d î v a k ı f l a r da m e y d a . ı . ı çıktı.
A b b â s î I e r devrinde, onların tâkil)
ettikleri dinî siyust-t'e uygun olarak, içtimaî realiteleri dinî esaslara uydurmak gayesile islâm hukukunun t e d v i n i n e çalışıldif^ı sırada, umumî bayatta arlık iyiden iyiye yer tutmuş olan vakıf müessesesinin hukuki ma hiyeti de bilhassa E b û Y u s u f tarafın dan, zamanın temayül ve ihliyacına uygun olarak geniş ve mü<âit Mı şekilde lp>l>il edil
di. O zamana kadar m u h t e l i f m e z h e b-l e r ara:^ında bıroırınucn o i u u K ç a ı a r K 11 tetttKKuere maruz katan, nana h a n e l i meznenıne nıensub buyuK imamlar ara:^ıııda
bııe İ h t i l a l i a r a seDemyet veren bu münakaşalı meseleyi hail ıçın, t b û Y
.ı-s u t , i m a m A z a m d a n ve İ m a m At
u-h a m m e d d e n birçok nokialaıaa ayrılmak
mecburiyetinde kaimıştı. Hayatı ihtiyaçları
karşılamak ıçın nass iarın dar çerçevesini zor la parçaıiyan b b ü l u s u ı u n Kurduğu sis
tem, yaınız hanejı lıknma tabı memleketler
de degil d i ğ e r m e z h e b l e r i n hakim olduğu birtakım m u h i t l e r d e de asır
larca tatbik olunmuştur.
Zamanın ıcabıarını ve zengin sınıfların menfaatlerini göz önünde bulunduracak uy sal bir karakter sahibi olduğunu tarihî vesi kalar sayesinde çok iyi bildiğimiz E b û Y
u-s u f'un âdî vakijlan câiz görmeu-si, en büyük
islâm hukukçularının hemen umumiyetle bıı esasa m u h a l i f bulunmalarına rağmen, islâm âleminde ç o k i y i karşılanmış ve
her tarafta ve bilhassa hanefîlerde kat'i ma
hiyette bir hukukî mesned sayılmıştır: Ce za y i r'de hanefîiiğin pek az yayılmış olmu-sına rağmen, oradaki bütün vakıflar, hanefl mezhebine yâni E b û Y u s u f'un koyduğu
prensiplere göre te'sis edilmiştir. Bugün İslâm
alemindeki vakıfların en çoğunu bu aile va-ktfIan'nm teşkil etmekte bulunması, esasen dinî • hayrî bir te'sis olan vakfın, sonradan, bu zahirî .şekil allında, hakıykatte, veraset hü
kümlerini değiştirici bir nevi râsiyyet veya hibe mahiyetini almasından ileri gelmiştir. Bu hususta, bütün muhalefetlere rağmen
E b û Y u s u f'un galebe çalması, fertlerin p s i k o l o j i k temayülüne ve devrin u m tı nı î k a r a k t e r i n e uymasından dolayı dır.
Böylece, A b b a s i l e r devrinde huku
kî esasları tesbit edilen vakıf müessesesi, İs
lâm dünyasının her köşesine sür'atle y a y ı l -d I . İslâm cemiyetinin s i y a s î ve i k t i s a-d î iııkişafile m ü t e r a f ı k olan bu çoğal mayı. M â v c r â ii n n e İl i r'dcn A 11 â n t i k kıyılarnıa kadar h e r t a r a f t a görmek kabildir: mcscidler, türbeler, ribâliar, kervan saraylar, tekkeler, medrese ve mektcbler, köp rüler, sulama kanalları, suyolları, haslahanc-1er, imâreiler gibi birçok d i n î - l ı a y r î te'sisler. hep \ a k ı f usûlile vücude
getirili-VAKIF MÜESSESESİ 13
yordu. Bu vakıfların n e v i l e r i o kadar ç o k ve hayatın türlü ihtiyaçlarnia tekabül edebilmek için o kadar ç e s i t 1 iMir k i . bu rada onları saymağa imkân göremiyoruz: Kâ firlerin eline esir düşen Müslümanları salın almağa mahsus vakıflardan tutunuz da, kı^nı aç talan kuşlara yem te'mînine mahsus vakıf lara kadar bütün i ç t i m a î y a r d ı m, n a f i a \e m a a r i f vazifeleri lıep va-kıflar sayesinde görülüyordu. Hükümdarlar ve hükümdar ailesine mensub prens ve i)reıi-sesler, büyük devlet ricali, zengin tacirler, büyük toprak sahihleri, mâlik oldukları bü yük servetleri v a k ı f l a r t e" s i s i için kul lanmakta idiler. E b û Y u s u f u n vâkıflara tam bir serbesti bahşeden geniş esasları, ha-kıykaten, islâm cemiyeti için f e y i z l i neti celer vermişti: çünkü vâkıf, arzusuna göro lesbit ettiği şartlar sayesinde, maddî ve mâ-nevî, ferdî vc içtimaî, dünyevî ve ulıretî l(it çok gayeleri h e p b i r d e n le'mine muvaf fak oluyordu. Yaptığı eserle hem halk arasın da iyi bir ad kazanıyor, siyâsî ve içtimâi mev kiini sağlamlıyor, hem de uhrevî mükâfata liyakat kazanıyordu. Bundan başka, bu mü essesenin dâimî masrafını karşılamak üzere tahsis etliği servetin muayyen bir kısmını ken disine yahut ailesine veya adamlarına ayır mak sûretile, kendisine ve çocuklarına her türlü tehlikeden, meselâ zapt ve müsâdereden. parçalanıp satılmaktan, israf edilmekten (a-mamile masun e b e d î b i r s e r m a y e vücude getirmiş oluyordu. Ortaçağ lürk - is lâm tarihinde, İslâm dünyasının muhtelif sâ-halarında servet ve nüfuzlarını - çok sık si yâsî inkilâblara rağmen - muhafazaya muvaf fak obnuş birçok b ü y ü k a i l e l e r i n mevcudiyeti, belki bir dereceye kadar bu gibi v a k ı f l a r sayesinde kabil olabilmiştir.
Burada, müsâdere mes'elesi üzerinde bil hassa durmak îcab eder: herhangi bir sebeb-le hükümdarın gazabına uğrıyan büyük dev let adamlarının habs ve îdamı ve mallarının
Beytülmâl namına z a p t ve m ü s â d e r e
s i , Ortaçağ türk islâm devletlerinde d a i -ma t e s a d ü f e d i l e g e l e n bir hâdise dir. İşte vakıflar, böyle bir felâket karşısında ailenin sefalete düşmemesini te'min eden bir nevi s i g o r t a vazifesini de görüyordu. Bir hanedanın sukutile yeni bir hanedanın devlet-kurması, yahut herhangi bir memleke tin bir devlet hâkimiyetinden diğer bir devlet
hakimiyetine geçme*i gibi s i y â s î i n k i l â b l a r a karşı da. vakıflar büyük b i r t e m i n a t arzetmekte idi. Çünkü birbirine vâris olan bütün bu miisliiman devletler. Şeri at hükümlerine göre. vakıflara - bilhassa
sahih ruh fitini - ve v a k ı f ş a r t l a r ı n a
hürmet etmek mecburiyetinde idiler.
Fakat buna rağmen, bâzı İ s l â m h ü-k ü m d a r I a r I n 111, zaman zaman siyâsî ve idârî mülâhazalarla yahul mâli sebeblerle \akıflara e l k o y d u k l a r ı n ı , vakıf va ridatını t a m a m e n veya k ı s m e n dev let hazinesine aldıklarını, bâzan aile vakıfla rında ferdlere tahsis edilmiş menfaatleri i p-t â 1 ep-tp-tiklerini görüyoruz. 780 hicrîde en p-ta nınmış âlimlerden mürekkep bir heyetin «meş-lûtun lehi Beylülmâl'e ait masraflar sırasııı.ı girmiyen âdi vakıfiar'da, e m r i - s u 11 u-n î ile bu gibi meu-nfaatleriu-n Icu-nzil ve hattâ
tuımmilv iptali caiz olduğuna» karar verdiği Redd iMuhtâr'A-A mukayyettir. Vakıflara kar
şı yapılan bu gibi hareketleri, bu müessesenin pek ziyade yayılmış olmasının umumî hayat la b i r l a z y i k vücude getirerek m â l î i d a r e y i ihlâl etmesine karşı bir nevi a k-s ü 1" a m e l gibi telâkki etmek de kabildir. MaamafÜi vakfa karşı - .Şerî'at hükümlerine mugayir olarak - bâzı hükütndarlar tarafın dan yapılan hareketler uzun müddet devanı edememiş, ve vakıf müessesesi, İslâm devlet lerinde hemen hemen h e r t ü r l ü t a a r-r u /, d a n masun olar-rak kuvvetle yaşamıştır-r.
A b b a s î l e r devrinde İslâm camiası nın m u h t e l i f siyâsî parçalara ayrılması ve niiıayet b ü y ü k S e l ç u k I m p a r l
-l o r 1 u ğ u" n u n kuru-lmasi-le şark müs-lü- müslü-manlığınm Türk h e g e m o n y a s ı altına girmesi, vakıf müessesesinin bir kat daha i n-k i ş a f 1 n a sebeb oldu. Selçun-k İmparalorlu-ğu'nun, F a t ı m î - Ş i î tahrikâtma karyı tâ-kıyb ettiği Sünnîlik siyâseti, İmparatorluğun her tarafında yeniden yeniye birçok dinî mü esseseler vücude gelmesini, ve bilhassa birçok m e d r e s e l e r açılmasını intaç etti. XI-XIÎ. asırlarda t a s a v v u f t a r i k a l l e r i n i n muntazam bir i<;limâi teşkilât mahiyetini alması da tekkelerin ve zaviyelerin birdenbi re ç o ğ a l m a s ı n a sebebiyet verdi. Bıı muazzam İmparatorluğun vücude getirdiği
bir yığm dinî ve hayrı mües.seseler, vakıf ser mayesinin müthiş bir nisbette artmasını i n ' a ç
14 PROF. DR. FUAD KÖPRÜLÜ
elmişti. Büyük bir m a l i k u d r e t e malik olan Selçuk hükümdarları, prensleri, devlet ndamlan. hüyük vakıflar teVisinde adetâ hlv-hirlerile rekabet ediyorlardı. İmparatorluk
yıkıldıktan .-^onra onun sârisi olan nuıhleüf sülâleler, m a d d î k u d r e t l e r i nishetin-de. aynı xaziyeti devam ettirmekten geri kal malıdır: H â r e z m ş a h 1 a r. A t a b e k l e r , t: y y u i) î I e r. Mısır • Suriye M c m-1 û k i m p a r a t o r l u m u . A n a d o l u S e 1 ç u k î 1 e V i . hâkim oldukları sûhalard ı
\ akıf müessesesine b ü y ü k h i r i n k i ş a f verdiler | 9 ] .
M o ğ o l i s t i l â s ı n ı n biı müddet için bu inkişafı d u r d u r d u ğ u ve Mâvc-râünnehir. tran, İrak sahalarında \{ikıfların birdenbire ç o k f e n a ş a r t l a r dahilin de kaldığı ve servetinin büyük bir kısmını kaybettiği muhakkaktır. Lâkin mogol prens
leri İ s l â m i y e t ! , kabûl ettikten ve ilk is tilalarda tahrib edilen yerler yavaş yavaş k a l k ı n m a ğ a başladıktan sonra, birden bire vakıfların b ü y ü k b i r i n k i ş a f s^österdiğine şahid oluyoruz. G a z a n , H li-d â b e n li-d e. K b û .S a î li-d gibi müslünıan mogol hükümdarları ve zengin mogol enıîı-leri muazzam vakıflar te'.sis etmişler, ve onla rın idaresi için büyük arâzî ve emlâk tahsis eylemişlerdi. Onları takıyb eden C e I â y i r-I e r, T i m u r î 1 e 1-. A k k o y u ı> I u 1 a ı-. S a f c v î 1 e r, Ş e y b â n î I e r sibl mogol ve türk sülâleleri zamanında da bu inkişaf de vam etmiş, ve .Anadolu Selçûkîlerine lıalef o-lan K ü ç ü k 15 e y 1 i k l e r zamanında ve bilhassa O s m a n l ı İ m p a r a t o r l u -ğ u' n d a, vakıf müessesesi ç o k b ü y ü k b i r e h e m m i y e t kazanmıştır. Vakıfların idaresinden bahsederken bu hususta biraz da ha malûmat vereceğiz. Yalnız, bu küçük hu lâsayı tamamlamak için şu ciheti ehemmiyet le tebârüz ettirelim k i . vakıfların ve bilhassa d i n î - h a y r î büyük vakıfların inkişafı, daima s i y â s î ve i k t i s a d i inkişaf :1c m ü t e r â f ı k olmuş, büyük vakıflar daima geniş servet kaynaklarına malik \e iktisadî • mâlî seviye bakımından yüksek kudretli îm-paratorluklar zamanında te'sis edilmiştir. A-şağıda, vakıf müessesesinin islâm
lıayalıııda-(9) B ü y ü k £«lçuk ImpamtorlutîU vakıfları, ehem. mıyetine mebni. n n i s u k l l bir tetkik mevzuu te$kll « d r c r k t l r .
ki rolünden bahsederken bu mes"eleyi daha a-çık bir surette îzaha çal'şacağız.
V
İ s l â m - t ü r k d e v l e t l e r i m l e V a k ı f l a r ı n i d a r e vo ı n ı i r A k a b e s i s t e m l e r i İslâm hukukunun hükmî şahsiyet olarak tanıdığı vakfın i d a r e ve m u r a k a b e -s i hakkındaki u-sûl ve kaideler, hukukçular
tarafından n a z a r î o l a r a k tetkik ve l >bvt edilmiştir. Bu hususla v â k ı f ı n a v-z u ve i r a d e s i , başlıca âmildir; göv-zetil mesi îcab eden başlıca gaye. \ a k f ı r m e n f a a t i'dir. Bu idare ya doğrudan doğruya vâ kıf tarafından yahut teshil etmiş olduğu şart
lara göre tayin edilen ve na:tr, mütevelli gibi unvanlar alan \ekiller tarafından icra olunur. Devlet otoritesinin bunlar üzerinde u ın u-m î b i ı u-m ü r â k a b e hakkı u-mevcud olup, bu da bilhassa kadılar tarafından icra edilir. Hükümdar, eınirülmumiıûn olmak sıfati ile. vakıflar üzerinde yalnız mürâkabe hakkıııoı değil, hattâ yukarıda gördüğümüz gibi d a h a g e n i ş h a k l a r a maliktir. Evkaf hakkında İslâm hukukçuları tarafından vücu-de getirilmiş olan nazarî sistemvücu-den bâhİ3 hu kukî eserlerde bu husustı uzun izahata girişil-ınekte ise de. bütün bu tafsilât, yukanki sekiz on satır içinde ana hatlarile toplanmış sayıla bilir. Tarihi bakımdan asıl mühim olan cihet, m u h t e l i f islâm ve türk devletlerinde evkaf idaresinin n a s ı l u s û l l e r e tâbi tutulduğunu, devlet ınürâkabesinin ne ş e k i l l e r d e yapıldığını, ve bütün bunların \akiflarin inkişafı üzerinde nasıl bir t e's i r vüc'ide getirdiğini anlamaktır. Vakıf müesse sesinin tarihî inkişafına ait sair nıes'eleler gi bi bu mes ele de şimdiye kadar tamamile ih mâl edilmiş ve bu hususla yazılan bâzı şey ler de - va Kı kuf .i^t'zârctinin larilıçe-i-te$kilâtı adlı eserde olduğu gibi - cok intidaî, yahut da meselâ d ' H o s s o n ' u n X V I I I . asır osmanlı vakıfları hakkındaki etraflı tetkıyki veya G. D e rn o m b y n c s in .Memlûkler devri va kıflarına ait kısa îzahati gibi - m u a y y e n b i r d e v r e münhasıV kalmıştır. Vakıf tet-kıykleriiiin bugünkü i p t i d a î vaziyetinde burada çizeceğimiz taslağın ç o k b a s i t olacağını baştan itiraf etmekle beraber, ileri de yapılacak araştırmalar için K i r h a r e k e t n o k t a s ı teşkil edebileceğini de