77
Ç
19 TEMMUZ 1995 ÇARŞAMBA
NEW YORK’TAN
İLHAN MİMAROĞLU
Bir Aziz Nesin Anısı
"Elektronikanı" dediklerinden. Bir video. Günü de
yazılı: 11 Kasım 1994.
Konuğumuzdu o akşam. New York’a ödüllendiril mek, onurlandırılmak için gelmişti. "Ne yemek ister
siniz?" diye sormuştu Güngör: Aldığı y a nıt:"Dayak
tan başka her şey."
En az kırk yıldır biliyor idiysem de onu, ilk olarak karşı karşıya geliyorduk. İmzalayıp gönderdiği kitap larından birini rafa uzanıp alıyorum: "G üngör ve Il han Mimaroğlu’ya dostlukla, 4 M art 1975."
Bir daha ne zaman karşılaşabileceğimizi şöylesi- ne düşünmüştüm o akşam. Kendimi İstanbul’da bu lursam günün birinde, görüşürdük belki yeniden. Ne ki kaç zamandır içimde bir yolculuk korkusu var. Bo şuna değilmiş. Yobaz saldırısından kurtulunabiliyor da, yollara düşmekten kurtulunamıyormuş demek.
Görüşmemiz söz konusu değil artık. Olsa olsa ben onu görebilirim ancak, sesini de duyabilirim. Elekt ronik anı karşımda işte.
“Kaldırım taşlarını fırlatıyorlardı, ö n c e İkinci kat taydık, sonra dördüncü kata çıktık. Dördüncü kata kadar kaldırım taşı atamayanlar karşı binanın damı na çıkıp oradan atıyorlardı."
Odadaki dostlardan birinin, şeriatçı güçlerin kim ler olduğunu soran sesi duyuluyor: “Niye soruyor
sunuz şeiratçı güçlerin kimler olduğunu? Parlamen to, hükümet... Şeriatçı güçler bunlar. Şeriatçı güç ler o yasaları yapanlar, Kuran kurslarını, imam okul- lannı açanlar.”
Amerika’ya ilk olarak geliyordu, sayısını unuttu ğum ödüllerinden birini almak için. Türkiye’nin bu radaki temsilcileri ondan uzak durmak için özel bir çaba göstermişlerdi sanki. Elektronik anı, odadaki- lerden birinin bu konudaki sözünü de yakalamış:
“Hele karşıma çıksınlar, yuvalarını yapacağım onla rın. ” Yanıtsız bırakmıyor bu sözü: “ Yapmayın yuva larını. Yuvasız kalsınlar. ’’
Derken telefon. İstanbul’dan Rüstem Batum arı yor. Biliyordu o gece, o sıralarda bizde olacağını. Te levizyondaki programlarından birinde tek konuğu ol sun istiyor. İstanbul’da görüşmek üzere anlaşıyorlar. Telefondan sonra konuşmalar sürüp gidiyor. Bir konudan öbürüne atlanıyor. "Her şeyi biliyorum ” di yor, “Şıkıdım Tarkan’/ da biliyorum .”
Şiirden söz açılıyor. “Şiir olayından lirizm kalkıyor.
Yaşamın kendisinde lirizm olmayınca şiirde nasıl ol sun? Yaşama aykırı olarak lirizme dönmek mümkün değil. Eskinin 24 saati şim di iki saat. Bir haftayı b ir günde yaşıyoruz. Yumuşaklık, tatlılık, güzellik yaşa mımızdan silinmiş, gitmiş. Kazanamazsınız bunlan yeniden. New York’ta oturan b ir insan...” Duruyor
burada biraz. Sonra, “Bugün Türkiye’de şiir m utla
ka Am erika’dakinden daha ilerdedir” diyor.
Elektronik anıya yazılmamışsa da, Atatürk sözü nün de açılmış olduğunu unutmadım. “Ben Atatürk
çü değilim ama, ” diye başlayıp gerekçeli bir Atatürk
övgüsü sunmuştu.
Müzikten de konuşuluyor. Ne tür müziği sevdiğini soruyor biri. “Ben klasik müziği çok seviyorum. Su
baylığım sırasında radyoda klasik müzikler çok ça lardı. Ben de radyoya başımı koyardım müzakare sa atinde, uyurdum. Klasik müzik çalındığında çok hoş lanıyorum ve uyuyorum."
Ertesi gün Weill Hall’a müzik dinlemeye gittik. Es ki dostlardan piyanist Deniz Arman Gelenbe, adı nı gerektiği gibi unuttuğum bir Amerikalı sopranoya eşlik ediyordu. Çoğunlukla yirminci yüzyıl bestecile rinin müziklerinden kurulu ilginç program, Bn. Ge- lenbe’nin çalışındaki değerlere karşın, o soprano yü zünden sıkıntıya dönüşmüştü.
Sonra birkaç dost da bize katıldı, Carnegie Deli- catessen'e yemeğe gittik. O lokantanın etli sandviç leriyle ünlü olduğu, başka yemeklerinden sakınılma sı gerektiği yolundaki küçük konferansımı, masada ki yeri uzağımda olduğu için, ya duymadığından, ya da et yemek istemediğinden, ne ısmarladıysa ısmar- ladii'sonra da yemeklerin çok kötü olduğunu söyle di. Umarım, dayak yemiş gibi olmamıştır.
Son gecesiydi New York’ta. Hepsi hepsi iki gün be nim için. Aradan yedi ay geçti geçmedi. Yakın gün lerde Cumhuriyet’te yeni girişimlerini okuyordum.
“Çok geç, çok geç... ” diyeceğim tuttu kendi kendi
me. Bilseydim yollara düşeceğini de telefonu açıp
"O tur oturduğun yerde" deseydim, dinler miydi be
ni?
“Türkiye'nin Aziz Nesin’i 8 0 yaşında ö ld ü.”
New York Times’da ölümünün yazısı ve başlıkta ki o üç sözcük. Yazıyı yazan Eric Pace, ya da baş lığı atan, içinden öyle geldiği için mi o üç sözcüğü koymuş oraya? Yoksa üç sütunluk yazının fotoğraf tan arta kalan iki sütununa tek satırlık başlığın sığ ması için öylesi mi uygun düşmüş? Hangisi olursa olsun o üç sözcük onun önemini kimliğine en yara- şırcasına özetliyor:
“Türkiye’nin Aziz Nesin’i..."__________________
Taha Toros Arşivi