iciPSçte
Hüzünlü, mistik ve romantik
G eçm işi üçbin yıl ö n cesin e d a y a n an ada, te rk e d iliş in ,
yıkılm ışlığ ın acısını ta ş ıy o r. D ü zen le n e n ş e n likle r ve
fe s tiv a lle r d ü n yan ın ç e ş itli y e rle rin e d ağ ılm ış b in lerce
İm ro zlu y u ad a y a d ö n d ü rü y o r. G eçm iş g ü zel gü n lerin
anısına hüznün ve barışın ş a rkıla rı sö ylen iyo r.
Y A Z I VE FO TO Ğ R A FLA R: Y E LD A B A L E R '9 0
Vapurdayım. Sabahın ilk ışıklarıyla İstanbul’dan ayrılırken, güneş arkamdan doğuyordu, yolumu aydınlatmak için. Şarkılar söyleyerek geçtim Tekirdağ’dan ve Evreşe yollarından. Üç bu çuk saat sonra Kabatepe’deydim. Beni Gökçeada’ya götürecek arabalı vapura telaşsızca bindim. Mis gibi kokan kahvemi yu dumlarken ufukta adayı arıyor gözlerim.
Ada ile ilgili ilk buluntular M.Ö. 3000 yıllarına ait. Bugünkü yerleşim antik Panagia kenti kalıntıları üzerine kurulmuş. Zey- tinliköy’de höyük kazı çalışmalan halen sürmekte. Ada M.Ö. 5 yy’da Atina egemenliğine, sonra da Roma egemenliğine girmiş. 1455'te Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmış. Balkan sa vaşı yenilgisi sonucu, Yunanistan egemenliğine geçmiş, 1914 yılında da İngilizler tarafından deniz ve hava üssü olarak kulla nılmış. 1923’de Lozan Antlaşmasıyla yeniden Türkiye toprakları na katılmış. Eskiden çoğunluğu Rum yerleşimi olan adada 1950 li yıllarda başlayan zorunlu göç, Rum nüfusun çok azalma sına sebep olmuş. Yalnızca yaşlılar kalmış köylerinde. Gençler, çocuklar, hepsi başka ülkelerde aramışlar umutlarını, gözyaşla rını içlerine akıtarak ve ne yazık ki terkedilen köyler yıkılıp ya kılmış hırsla, yaşamın bütün izleri yok edilmek istercesine.
Yanımda oturan adalı bir gençle yaptığımız konuşmalar, ara da gülüşmeler ve bağnşmalarla kesiliyor. Adaya gelen ve yakla şık bir yıldır birbirlerini görmemiş dostların buluşma sevinçleri bunlar. Yunanistan’dan, Amerika’dan, Avustralya’dan gelen es ki İmroz’lulann buluşma haftası. Meryem Ana anılacak, kilise lerde ayinler yapılacak, Marikalann, Panoların, Takilerin isim günleri kutlanacak, panayırlar düzenlenecek, eğlenilecek.
T T- eCOlı'L
Anahtarın bağlı olduğu kurdele kapının koluna dolanmış. Ev sahibinden mesaj veriyor sanki: "Çok uzaklarda değilim, geleceğim."
Yıkılmış yakılmış pek çok yer gibi, yanan ilkokul binası da hüzne boğuyor herkesi... İki saat geçmiş. Adadayım. Zeytinli köyünde kalacağım Zey- dali Hotel’e geldiğimde sıcacık karşılanıyorum. Yol yorgunluğu mu atıp elimde makinem Zeytinli’nin dar sokaklarına çıkıyo rum. Çeşmeden su içiyorum. Tepedeki küçük kilisenin etrafın dan dolanıp evlerin arasında kayboluyorum. İnen ağaçlarının iç yakıcı kokusuyla karışık yaban otlarının kokusunu alıyorum. Yıllar önce buraya ilk geldiğimde karşılaştığım bir Rum hanım “Yavaş yavaş hepimiz evlerimizi onarıyoruz. Burası güzel olacak hem de çok güzel.” demişti. Sahiden evler, sokaklar, bahçeler eski güzelliklerine kavuşuyor. Ah! o evlerin insanları, ya onlar? Açık pencerelerden yükselen seslerde neşe arıyorum. Madamın Dibek Kahvesi’nde soluklanıyorum. Güneşin batışını Kale- köy’den izlemek istiyorum. Eski ve Yeni Bademli köylerini ge çip Kaleköy’e vardığımda önce liman tarafına geçiyorum. Kıyı da belediyenin tesislerinde oturup Semadirek Siluetini görme me izin vermeyen pusla kavga ediyorum. Köyün tepesine tırma nıp Bizans ve Cenevizlilerden kalan kale kalıntıları arasında ku zularla birlikte güneşi batırıyorum.
Ertesi sabah Kaleköy’deki kiliseye gidip Rum Ortodokslan- nın Patriği İmroz’lu Barthalomeos’un katıldığı ayini izliyorum. Çok kalabalık. Ben de mum yakıyorum. Yüzlerce aleve bir kü çük alev daha ekleniyor dileklerle birlikte.
Öğleden sonra Uğurlu ya doğru yola çıkıyorum. Adanın su ihtiyacının büyük bir bölümünü karşılayan Zeytinli Köy barajı nın yanından geçiyorum. Şahinkaya ve Dereköyti geçtikten son- Uğurlu’dayım. Mendireğin kenarında demirlemiş balıkçı
tek-HAUS | DİBEK KAHVESİ
Kurban etini yemek için tam bir yıl beklemiş küçük Hristo...
Dördüncü Gökçeada Sinema Festivali kapsamında düzenlenen etkinliklerden birisi de kahve sohbetleri...
nelerine yanaşıp balıkçıların sohbetlerine karışıyorum. Türki ye’nin en batı uçundayım.
Dönüşte yolumu uzatıp güney sahiline, Aydıncık tarafına gi diyorum. Ortalık öylesine yeşil ki... Adanın dıştan görünen boz görüntüsüyle tamamen çelişiyor. Yolun sonunda denize varma dan önce 1 km. büyüklüğündeki Tuz Gölü’ne geliyorum. Bem beyaz kristalleşmiş tuzların altı simsiyah çamurla dolu. İçerisin de bol miktarda kükürt bulunan bu çamur romatizma, sedef, ki reçlenme gibi hastalıklara iyi geliyormuş. Göle yaklaşırken sim siyah çamura bulanmış insanlar “yanıyorum” sesleriyle denize doğru yürüyorlar. Tuzla karışan çamur vücutta kururken cildi yakıyor. Benim de, kara adamlann fotoğraflarını çekebilmek için, bileklerime kadar çamura batmak zorunda kalan ayaklarım yanıyor. Üstelik açım da. Otele dönüyorum. Zeydali’nin sahibi Sarp Bey halime acımış olmalı ki akşamm sürprizini söylemekte gecikmiyor. Elleriyle pişirdiği Lipsos şiş var yemekte.
Gün erken başlıyor adada. Odaya dolan horoz sesleriyle uyanıp Zeytinli sokaklarına çıkıyorum yine. Yıllar önce yakılmış harabe halindeki ilkokulun merdivenlerine oturuyorum. Neşe ye bulanmış çocuk seslerini dinliyorum. Ağaçların uğultusu ar tıyor. Çıtırtılar geliyor bir yerlerden. Alevlerin uğultusu ağaçla- nnkini bastırıyor. Çocuk çığlıkları herşeyden fazla. Sonra göz yaşları, dinmeyen... Terkedişler...
Dereköy’e gidiyorum. Bir başka hüzün dalgası sarıyor herya- nımı. Yıkılmış, terkedilmiş evlerin yanında onarılmış evleri gö rüyorum. Eskinin çocukları büyümüş evlerine dönmüşler, yan larında torunlarıyla. Can vermeye çalışıyorlar solmuş köylere. Torunların bir kaçını alıp yıllar önce poz verdiğim yeşil kapının
önüne götürüyorum. Gözlerinde sevinç yakalamak için çekiyo rum fotoğraflarım. Sonra birlikte kilisenin bahçesine giriyoruz. Şaşkınlığımı gizleyemediğime eminim. Onlarca kurbanlık ko yun, keçi, kesilen kurbanlar, yüzülen deriler, toplanan etler, in sanlar, papazlar, yükselen dua sesleri. Büyülenmiş gibiyim. Dur madan çekiyorum. Kurban kesim işlemleri bitince Patriğin gel mesiyle kilisede ayin başlıyor. Dışanda ise kesilen kurban etleri kocaman kazanlarda kavruluyor. Karanlık çökünce kilisenin bahçesinde yüzlerce insan toplanıyor. Yemekler yeniyor, rakı lar içiliyor. Sirtakiler, kasap havalan oynanıyor, halaylar çekili yor. Ben de ekleniyorum sirtakiye. Dinlenmek için geldiğimde Aristo geliyor yanıma. 1964’te gitmiş İmroz’dan. “İlk kez 1992’de geldiğimde çok ağladım" diyor, “Şimdi herşey biraz da
ha iyi. Alıştım. Artık her yıl geliyorum." Konuştuğumuzu görün ce Anula anlatıyor bu kez, “Atina’da yaşıyorum artık. Doğdu ğum yere misafir gibi gelmek çok hüzünlü, çok üzücü.”
İnanılmaz bir duygu yoğunluğu yaşanıyor. Gözyaşlan gülme lere kanşıyor. Derken Betty gelip kolumdan çekiyor beni. Tek rar kasapiko yapmaya başlıyoruz. Bahçede oynayanlar, sokaklar da oynayanlar. İnanılmaz bir cümbüş sürüyor sabahlara dek.
15 Ağustos’ta Tepeköy’deki kilisede Meryem Ana için du alar ediliyor. Bayram kutlanıyor. Sonra topluca mezarlıklar ziya ret edilip tatlılar ikram ediliyor. Öğlen olduğunda kilisenin bah çesinden yine et ve bulgur dağıtılıyor herkese. Bende yeni arka daşlarım Pano, Takis ve Betty ile birlikte kahvede 40 yıllık hatır ları soruyoruz.
Gece Tepeköy meydanında halaylar çekilecek yine. Türkçe ve Rumca şarkılar söylenecek.
Onlar İmroz’lu. Karşı kıyıdan köylerini ziyarete geliyorlar. Yaşadıklarına ve arkada bıraktıklarına sahip çıkmak için...
Ben de neşelerini fotoğraf karelerinde saklamak için çekiyo rum. Gittiklerinde, köyleri hüzüne bulanmasın diye fotoğrafları evlerin kapılarına asarım belki de...
“Klik”
yeldabaler@ superonline.com
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi