• Sonuç bulunamadı

Osmanlı Haremi'ne dört farklı bakış

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Osmanlı Haremi'ne dört farklı bakış"

Copied!
12
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T

arih yazımı, tarihçinin tarih-sel kaynaklar ile iletişimi ne-ticesinde geçmişteki olayları anla-tımıdır. Bu anlatım, nesnel unsur-lar ile birlikte öznel unsurunsur-lar da barındırabilmektedir. Her şeyden önce tarihçi kaynaklarını seçer-ken, yorumlarken ve sınıflandırır-ken büyük ölçüde öznel davran-maktadır. Bu kaynaklara dayana-rak olayları tek tek tespit etmekte ve onları birbirine bağlayarak bir hikâye oluşturmaktadır. Olayların ne şekilde birbirine bağlanacağını da büyük ölçüde tarihçinin ter-cihleri belirlemektedir. Tespit et-tiği olaylardan bazılarını önemli bularak vurgulamakta, bazılarını ise önemsiz bularak geçiştirmek-tedir. Bu tercihler hikâyenin so-nucunu belirlemekte, dolayısıyla aynı olaylar dizisini anlatan tarih-çilerin hikâyeleri birbirinden fark-lı olabilmektedir.

Osmanlı padişahlarının haremi, neredeyse ulaşılamaz olmasına rağmen çağdaş yazarların ilgisini çekmiş ve hakkında birçok yazı yazılmıştır. Çağdaş yazarların ço-ğu Harem’i görmemiş, başkaları-nın verdiği bilgilere dayanarak

Harem’i anlatmış veya daha önce yazılanları tekrarlamışlardır. Ço-ğu Avrupalı olan bu yazarların hi-kâyedeki boşlukları doldurmak için sık sık hayal güçlerini kullan-dıkları söylenebilir. Çağdaş Os-manlılar Harem’in içindeki haya-ta pek ilgi duymamış gözükmek-tedir. Modern tarihçilerin avanta-jı Harem binasını görmüş olmala-rı ve çağdaş yazarlaolmala-rın ulaşamadı-ğı arşiv belgelerine ulaşabilmele-ridir. Tarihçilerin farklı kaynakları kullanmaları, bunları farklı şekil-de yorumlamaları ve sahip olduk-ları farklı yaklaşımolduk-ların sonucu olarak birbirinden farklı Harem anlatımları ortaya koyduklarını görebiliriz.

Bu yazının amacı aynı konuya ilişkin farklı kaynakları kullanan, farklı yaklaşımları benimsemiş ve farklı çevrelere mensup yazarların aynı konu ile ilgili yazılarını de-ğerlendirerek farklılıkları ortaya koymak ve tarih yazarının, işine başlarken sahip olduğu donanım, düşünce ve kabullerin, ulaştığı so-nuçları nasıl etkilediğini göster-mektir. Bu yazının amacı Osman-lı Haremi ile ilgili literatürün

tü-DÎVÂN İlmî Araştırmalar sy. 15 (2003/2), s. 247-258

247

(2)

münün veya en önemli kısmının bir değerlendirmesi değildir. Eğer amaç bu olsaydı, Çağatay Uluçay ve İsmail Hakkı Uzunçar-şılı’nın konu ile ilgili çalışmaları-nın bu yazıçalışmaları-nın kapsamı içine alın-maması açıklanamazdı.

I. Ahmet Refik Altınay,

Kadınlar Saltanatı, I-II, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000, 1. cilt: 181 s., 2. cilt: 315 s.

Kitabın sonundaki nota göre eser, 1914 Temmuzu’nda ta-mamlanmıştır. Türkiye’de mo-dern tarih yazıcılığının gelişmesi-ne büyük katkısı olan Ahmet Re-fik Altınay, bu eserinde Osman Gazi’den IV. Mehmed’in ölümü-ne kadar geölümü-nel olarak Osmanlı hanedanı ile ilgili olayları ve özel-likle hanedan kadınlarının yer al-dığı olayları anlatmaktadır. Kitap-ta Harem, bir kurum olarak yer almamakta, daha çok Harem fertlerinin kamuya yansıyan faali-yetleri işlenmektedir. Birinci cil-din ilk yirmi üç sayfası Kanunî devrine kadarki olayları özetle-mektedir. Dolayısıyla kitabın, Al-tınay’a göre, Osmanlı hanedanı-nın çöküşünün veya bu çöküşün başlangıcının tarihi olduğu söyle-nebilir. Altınay’a göre kadınlar, çöküşün en önemli etkenlerinden birisidir.

Kitap, bir tarih eserinden çok tarihî romana benzese de Altınay, tarihsel gerçekliğe bağlı kalmaya

çalışmakta ve dipnotlarda yarar-landığı kaynakları göstermekte-dir. Altınay’a göre “Yıldırım Ba-yezid zamanında saray ahlâksız-lıkları” (c. I, s. 14) başlamıştır. Sırp kralının kız kardeşi Mehliça, Yıldırım Bayezid’i zevk hayatının içine çekmiştir. Yıldırım’dan son-ra Kanunî’ye kadar sason-rayda maz-but bir hayat devam etmiş, Kanu-nî devrinden itibaren saray kadın-ları imparatorluğun işlerine karış-maya, entrikalar çevirmeye ve iç-ten içe imparatorluğu çökertme-ye başlamışlardır.

Altınay, saray entrikalarını Hür-rem Sultan zamanından itibaren başlatmakta, tüm olumsuzlukla-rın sebebi olarak Hürrem Sultan’ı ve Rüstem Paşa ile Mihrimah Sultan’dan oluşan çetesinin dü-zenbazlıklarını göstermektedir. Ona göre Hürrem Sultan tüm hâkimiyeti ele geçirmek için Sad-razam İbrahim Paşa’yı, damadını sadrazam yapmak için ise Sadra-zam Ahmet Paşa’yı katlettirmiş-tir. Oğullarından birisini tahta geçirmek amacıyla, Rüstem Paşa ve Mihrimah Sultan ile beraber olup bir komployla Şehzâde Mustafa’yı öldürtmüşler, Şehzâ-de Cihangir Şehzâ-de bu felaketin acısı-na dayaacısı-namayarak ölmüştür. “Rus rahibinin hilekâr kızı” (c. I, s. 55) memleket üzerinde büyük nüfûz kazanmış ve birçok kötü-lüklere sebebiyet vermiştir.

Altınay, Hürrem Sultan’dan sonra Nurbanu Sultan ve Safiye Sultan’ın hikâyesini ele alır.

Altı-DÎVÂN 2003/2

248

(3)

nay’a göre “Musevî kızı” (c. I, s. 61) Nurbanu Sultan, II. Selim’i zevk ve sefaya alıştırmış ve bu zevk temposuna dayanamayan II. Selim 1574’te ölmüştür. Oğlu III. Murat tahta çıktığı zaman, Nurbanu Sultan, ipleri elinden kaçırmamak için oğlunu Vene-dikli Safiye Sultan’dan soğutmaya çalışmış ve bunun için ona başka cariyeler sunmuştur. Padişah bu şekilde “kadınlar arasında vücu-dunu eritirken” (c. I, s. 76) saray kadınları memleket gelirlerini ta-lan etmişlerdir. III. Mehmet tah-ta çıkınca Safiye Sultah-tan sarayın tüm kontrolünü eline geçirmiş, Venediklileri himaye etmek ve kendi mevkiini korumak için elinden geleni yapmıştır. I. Ah-met tahta çıkınca Safiye Sultan’ın saltanatı da sona ermiştir.

Altınay’ın anlatımına göre, “kadınlar saltanatı”nda bir ara dönem göze çarpmaktadır. I. Ah-met ve II. Osman kadınlara taviz vermedikleri için onların devirle-rinde saray kadınları etkili olama-mışlardır. “Kadınlara aşırı düş-künlüğü fikrî kabiliyetlerini tü-ketmiş olan” (c. I, s. 97) Sultan Mustafa ve annesinin entrikaları ile geçen devir, kısa sürmüştür. IV. Murat’ın tahta çıkışının ilk se-nelerinde “bir Rum rahibinin kı-zı” olan annesi Kösem Sultan devlet işlerinde etkili olsa da, sonraki yıllarda “kadın hilelerin-den uzak” (c. I, s. 154) durmayı başarabilmiştir.

Altınay’ın anlatımında Sultan İbrahim döneminden itibaren “kadınlar saltanatı” yeniden baş-lamaktadır. “Kadın düşkünlüğü Sultan İbrahim’i daha yirmi dört yaşında zayıflatmıştır” (c. II, s. 10), Bundan sonraki dönemde kadınların rekabeti ve yağması memleketi zayıf düşürmüştür. 1648’de Kösem Sultan’ın da des-tek verdiği bir isyan sonucunda IV. Mehmet tahta çıkmıştır. IV. Mehmet daha çocuk olduğu için Kösem Sultan vesayet etme göre-vini üstlenmiş ve mevkiini sağ-lamlaştırmıştır. Fakat bir “Rus kı-zı” olan IV. Mehmet’in annesi Turhan Sultan, anne olmak sıfatı ile sarayda hüküm sürmek iste-mektedir. Bundan sonra Kösem ve Turhan Sultanların mücadelesi birincisinin öldürülmesi ile so-nuçlanmış, nihayet 1656’da Tur-han Sultan, Köprülü Mehmet Pa-şa’nın sadrazam olarak atanması-nı sağlamış ve “kadınlar saltanatı” sona ermiştir.

Görüldüğü gibi Kadınlar Sal-tanatı’nda Harem, kendi kuralla-rı olan bir kurum olarak yer al-maktadır. Bu kurumun başında kim olduğu, hizmetini kimlerin gördüğü, bu kimselerin hak ve sorumluluklarının neler olduğu Altınay’ı pek ilgilendirmemekte-dir. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Altınay, Harem fertlerinin faaliyetlerini olumsuz bir yakla-şım ile işlemekte, sultanların et-kin olamamalarında, maliyenin çöküşünde, savaşlardaki

başarı-DÎVÂN 2003/1

(4)

sızlıkta ve iç karışıklıklarda saray kadınlarının katkısı olduğunu dü-şünmektedir. Ona göre, ulema ve askerler ile birlikte kadınlar, geri-lemenin temel etkenleridir.

Altınay, eserini büyük oranda Osmanlı kroniklerine dayanarak oluşturmuş ve yer yer Bizans kro-niklerine ve diğer çalışmalara da müracaat etmiştir. Dolayısıyla an-latım şekli ve yorumlaması bakı-mından Osmanlı kroniklerinin üslûbunu paylaşmaktadır: Os-manlı saray kadınlarının faaliyet-leri meşrû değildir. Kronik yazar-ları kendi toplumyazar-larına uzaktan bakma şansına sahip değildiler. Birçok durumda içinde yaşadıkla-rı Osmanlı toplumunun yaklaşı-mını benimsedikleri ileri sürüle-bilir. Osmanlı toplumunun deği-şimin farkında olduğu ve değişim hakkında olumsuz bir fikre sahip olduğu düşünebilir. Durum kö-tüye gidiyordu ve bu değişimin sorumluları olmalıydı. Çoğu za-man şair Yahya Bey’in Şehzâde Mustafa’nın katledilmesi ile ilgili “padişahımız hata etti demekten-se kötü kişiler araya fesat soktu demeyi daha uygun gördüm” (c. I, s. 53) ifadesinde örneklendiril-diği gibi, padişah yerine padişa-hın çevresindekiler kötü duru-mun sorumlusu olarak sunul-maktaydı. Bazı durumlarda kari-yerinde istediği noktaya ulaşama-yan kronik yazarlarının, kendi ba-şarısızlıklarının sorumlusu olarak gördükleri devlet adamları ve sa-ray kadınlarını karaladıkları da

düşünülebilir. Örneğin Karaçele-bizâde Abdülaziz Efendi’nin, kendisini şeyhülislamlıktan eden Kösem Sultan hakkında tarafsız bir şekilde yazması beklenemez.

Eserini II. Meşrutiyet devrinde kaleme alan Altınay, hikâyenin arasına sık sık aydınlanmacı ve Türkçü olarak nitelendirilebile-cek yorumlar katmaktadır. Örne-ğin “Batı’da insanî bir medeniyet tesisine yarayan ışık kaynakları” Yunan medeniyetinin kalıntıları Osmanlı hakimiyeti altındaki topraklarda iken Osmanlı idaresi-nin “kanlı bir ortaçağ hayatı” ya-şadığından bahseder (c. II, s. 145). Bunun sebebi olarak halkın cehâletini gösteren Altınay’a gö-re, câhil halk zulme karşı nasıl karşı koyacağını bilmediğinden aç ve âciz bir şekilde yaşamıştı. Diğer taraftan, Altınay sık sık Türklük şan ve şerefinden bah-setmekte ve Osman Gazi’den Fa-tih’e kadar olan devreyi Türklü-ğün Osmanlı hanedanının reh-berliğinde her türlü engeli aştığı devir olarak takdim etmekte ve böyle şerefli bir hanedanın terbi-yesinin “Sudan zencileri”ne kal-masından yakınmaktadır (c. II, s. 219). Türklerin Tuna boyunda Avusturyalılarla ve hac yolunda “çöl Arapları” ile mücadele etti-ğinden söz eden (c. II, s. 297) Altınay’ın bu yaklaşımı ve Os-manlı’nın çöküşünde sarayın et-kisini vurgulaması aynı düşünce-nin sonuçları olarak düşünülebi-lir. Eser boyunca kadınların etnik

DÎVÂN 2003/2

250

(5)

kökenlerinin vurgulanması da bunu desteklemektedir.

Kadınlar Saltanatı, çok akıcı bir üslupla yazılmış ve keyifle okunan bir kitap olmasına rağ-men, Harem kadınlarının faali-yetleri hakkında çağdaş popüler görüşü yansıtmaktadır.

II. N.M. Penzer, The Harem, Spring Book, London 1967, 276 s.

İlk olarak 1936’da basılan eser-de N.M. Penzer, Harem binaları da dâhil olmak üzere Topkapı Sa-rayı’nı tanıtmakta ve saray halkı hakkında bilgi vermektedir. Sara-yın mimarisini geniş bir şekilde işleyen Penzer, yeniçeriler, ha-dımlar ve Harem’deki kadınların teşkilatını anlatmaktadır.

Penzer, Harem’le ilgili iki bö-lümün birincisinde Harem’in mi-marisini ve kadınların kıyafetleri-ni ele almaktadır. Harem’in mi-marisini tasvir ederken kendi gözlemlerine dayanan Penzer, Harem’in birçok küçük binadan oluştuğunu söylemekte ve gör-düğü Harem dairelerini betimle-yip, hangi görevliye tahsis edildi-ğini belirtmektedir. Kadınların kıyafetleri bölümünde İstan-bul’da diplomat olarak görev yapmış olan Bassano da Zara (1540) ve Nicolas de Nicolay (1551), III. Mehmet’e hediye edilen orgu kurmak için İstan-bul’a gelen Thomas Dallam ve İngiliz büyükelçisinin eşi Lady

Mary Wortley Montagu’dan (1717-1718) konu ile ilgili alıntı-lar yapmaktadır. Bunun ardından kadınların giydikleri elbiselerin bir listesini çıkarıp, tanımlarını vermektedir.

Penzer, Harem’de yaşayan in-sanları anlattığı ikinci bölüme bir tespit ile başlamaktadır: Harem, padişahın arzularını tatmin etmek için bekleyen yüzlerce kadın de-mek değildir, Valide Sultan’ın başkanlığında işleyen ve kendi içinde hiyerarşisi olan bir kurum-dur. Dolayısıyla Harem’deki ka-dınların ulaşmak istedikleri son nokta Valide Sultanlık mertebesi-dir. Yazar daha sonra Harem ka-dınlarından olan Hürrem Sul-tan’ın başarısına değinmekte, Melling’in çizdiği gravüre daya-narak, Harem yaşamından kısaca bahsetmekte ve Harem’deki gö-revlileri anlatmaktadır. Ayrıca Harem kadınının talihinin nasıl yükseleceğine işaret edip, padişa-hın Harem’deki kadınlarla müna-sebetine ilişkin uygulamaların ar-dından son olarak, Hünkar Sofa-sı’nda olan eğlencelerin bir tasvi-rini yapmakta ve bu eğlenceler dışında sıkıcı olan Harem haya-tından bunalan kadınların nasıl entrikalar çevirdiklerini ve sonu-cunda nasıl cezalandırıldıklarını anlatmaktadır.

Penzer, kitabın başında daha önce sarayı anlatan yazarlardan bahsetmekte ve sarayı görmedik-leri için onların anlatımlarının ek-sik olduğunu söylemektedir.

Esa-DÎVÂN 2003/2

(6)

sen Penzer, sarayın mimarisine dair gözlemleri dışında, daha ön-ceki anlatımlardan çok farklı şey-ler söylememektedir. Bazı söylen-tileri, çok yüzeysel bir araştırma-nın sonuçlarını ve Avrupalı yazar-ların görüşlerini aktarıp spekülas-yonlarda bulunarak Harem haya-tını anlatmaya çalışmaktadır.

Penzer’in Harem’in niteliği hakkında ikinci bölümün başında yaptığı tespite rağmen, Harem’le ilgili “despot hükümdarın ro-mantik zevk mekânı, her türlü entrikanın alâsının planlandığı yer” şeklindeki Avrupalı tasavvu-ru onu da etkilemiş gözükmekte-dir. Harem’in mimarisini anlatır-ken, okuyucusunu hazırlamakta ve Harem’in yapı olarak birçok binadan oluşmasını, padişahın sevdiği her kadın için ayrı bir bi-na yaptırması ile açıklamaktadır. Bu konuda şöyle demektedir: “Eğer oraya gidersen, kılavuzdan ayrıl, otur ve benim de yaptığım gibi tek başına düşünceye dal. Eğer mekânın havası sana hiçbir şey söylemeyip sessiz kalırsa, se-nin hayal gücün gerçekten zayıf olmalı” (s. 153).

Penzer, Ottoviano Bon’un (1604-1607) anlatımına dayana-rak padişahın arzuları depreştiği zaman “Baş Kadın” aracılığıyla saraydaki en güzel kızları çağırıp, onları sırayla bir iki defa önünden geçirttiğinden ve beğendiğine bir mendil fırlatarak onunla beraber olmak istediğini ifade ettiğinden bahsetmektedir (s. 181-183).

Bon, bu hikâyeyi hangi kaynağa dayanarak yazdığını belirtme-mektedir. Penzer, Lady Montagu bu âdeti II. Mustafa’nın baş kadı-nına sorduğu zaman, onun bu-nun varlığını reddettiğini naklet-mesine rağmen padişahın mendil fırlatmasının gerçek olduğunu düşünmektedir. Ayrıca, Hünkar Sofası’nın eğlenceler düzenlemek için uygun bir mimarisinin olma-sından başka hiçbir kanıt getir-meye gerek duymadan burada müstehcenlik dolu sefa âlemleri düzenlendiğini söylemektedir.

Penzer’e göre bu zevk ve sefâ âlemleri dışında çok sıkılan Ha-rem halkı entrika çevirmekle meşgul olmuşlardır. Bunlardan başarılı olanlar, imparatorluğu bi-le yönetecek duruma gebi-lebilmiş- gelebilmiş-lerdir. Başarısız olanların akıbeti hakkında “ilginç bir hikâyeden” (s. 186) bahsetmektedir: Bir dal-gıç Sarayburnu’nda yaptığı bir dalışta hemen çıkarılması için işa-ret verir ve yukarı çıktığında kor-ku ile denizin dibinde içinde ka-dın cesetleri olan çuvallar gördü-ğünü söyler. Dolayısıyla, Pen-zer’e göre, bir zamanlar “medenî dünyanın buna benzer hikâyeler-den dolayı şoke olması asla bir abartı değildi” (s. 185).

Bu hikâyelerin arasında Ha-rem’in işleyişi ile ilgili olarak Ket-hüda Kadın’ın Harem’in yöneti-cisi olduğu, Hazinedar Usta’nın Harem’in masrafları ile ilgilendi-ği, paşmaklıkları dağıttığı, Eski Saray’a gidenlerin maaşlarını

dü-DÎVÂN 2003/2

252

(7)

zenlediği gibi çeşitli bilgiler de bulunmaktadır. Yazar ayrıca, pa-dişahın kadınlarının derecelerin-den ve ikballerinderecelerin-den de bahset-mektedir. Aslında padişahın özel hizmetini gördüğü söylenen Ha-zinedar Usta’nın işlevinin yanlış tanımlanması ve on yedinci yüz-yılda kullanılan bir ünvan olan ikinci kadın ifadesinin anakronik bir şekilde Hürrem Sultan’a uy-gulanması gibi örneklere bakıldı-ğında bu konuların fazla titizlikle araştırılmadığı sonucunu çıkara-biliriz.

The Harem’in Osmanlı Haremi ile ilgili bölümleri büyük ölçüde hedeflenen okuyucu kitlesinin beklentilerine göre şekillenmiş gözükmektedir. Tarihsel gerçek-liğin yansıtılmasının veya yorum-lanmasının Penzer’in öncelikli amaçları arasında yer almadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kita-bın ilgili bölümleri, Osmanlı Ha-remi’nin Batılı bir zihindeki ta-savvurunun yansıması olarak gö-rülebilir.

III. Leslie P. Peirce,

The Imperial Harem, Women and Sovereignty in the Ottoman Empire, Oxford University Press, New York 1993, 374 s.

Leslie P. Peirce, bu eserinde Osmanlı’nın kuruluşundan Köp-rülü Mehmet Paşa’nın sadrazam-lığa yükseldiği 1656 yılına kadar olan dönemde Osmanlı

Hare-mi’nin gelişimini anlatmakta ve padişah kadınlarının dış dünya ve Osmanlı siyasî yaşamı ile ilişkileri-ni yorumlamaktadır. Peirce, esas olarak, ilk devirlerde çok görü-nürlük kazanmayan Harem’in, on altıncı yüzyılın ortalarından itibaren imparatorluğun en önemli kurumlarından biri haline gelmesini sorgulamaktadır. Peir-ce’e göre toplumun ve devletin niteliğindeki değişim, Harem’in görünümü ve işlevindeki değişi-min de sebebidir. Başka bir ifa-deyle Osmanlı İmparatorluğu, as-kerî devlet durumundan bürokra-tik ve idarî devlet durumuna ge-çince, Harem’in iç ve dış siyaset ile hükümranlığın dışavurum şe-killerindeki önemi de artmıştır.

Kitap iki bölüme ayrılmaktadır. Peirce, birinci bölümde Osmanlı hanedanının kendisini nasıl üret-tiğini ve kadınların bu süreçteki konumlarına bağlı olarak hane-danın iç yönetimindeki yerlerini araştırmaktadır. II. Mehmet’e kadar olan dönemde Osmanlı pa-dişahları Bizans hanedanları ile Balkan ve Anadolu’daki diğer ha-nedanlara mensup kızlar ile hu-kukî evlilikler yapmış olsalar da, normal olarak odalıklardan ço-cuk edinmişlerdir. Bu uygulama on dördüncü yüzyıldan sonra ta-mamen yerleşmiştir. II. Meh-met’ten sonraki dönemde ise; birkaç istisna dışında hukukî evli-likler yapmayı bırakmışlardır. Da-ha öncesi tam olarak bilinmese de, II. Mehmet’ten Kanunî’ye

DÎVÂN 2003/2

(8)

kadar olan dönemde her odalığa sadece bir erkek çocuk edinme hakkı verilmiş ve bundan sonra padişah ile ilişkisi kesilmiştir. Ka-nunî devrinde Hürrem Sultan haseki ünvanını almış ve birden çok erkek çocuk dünyaya getir-mesine izin verilmiştir. Bu devir-de önemli devir-devlet adamlarının ha-nım sultanlarla evlendirilmesi gö-ze çarpmaktadır. II. Selim’in ölü-münden sonra III. Murat’ın an-nesi Nurbanu Sultan Valide Sul-tan unvanıyla Harem’in en güçlü ferdi olmuştur. Bundan sonra Sa-fiye Sultan, Kösem Sultan ve Turhan Sultan gibi tanınmış vali-de sultanlar Harem’vali-de hâkimiyet kurarlar ve imparatorluğun siya-setinde etkili olmuşlardır. Böyle-ce, en tepesinde valide sultanların olduğu bir Harem hiyerarşisi oluşmuştur.

Peirce, Harem ilişkilerindeki bu aşamaları anlatırken hangi şartların değişimi doğurduğunu göstermeye dikkat etmektedir. Mesela her kadının tek şehzâde-nin annesi olduğu devirde tahta kimin çıkacağını kardeşler arasın-daki mücadelenin sonucu belirle-miştir. Şehzâde sancak yönetimi-ne gönderildiği zaman anyönetimi-nesi onun hareminin başına geçmiş ve saltanat mücadelesinde oğluna yardım etmiştir. Eğer birden çok şehzâdenin annesi olsaydı, onun destek verdiği şehzâde diğerleri-ne karşı bir üstünlük sağlamış olacaktı. Bundan dolayı her kadı-na tek şehzâdenin anneliği hakkı

tanınmıştır. Dolayısıyla birden çok şehzâdenin annesi olabilen hasekilerin önem kazandığı dö-nemde şehzâdelerin anneleri on-larla birlikte sancağa gitmemiştir. Bu devirden itibaren hanedanın çeşitli sancaklara yayılıp saltanat mücadelesi için güç toplaması an-layışı önemini kaybetmiştir. Peir-ce, padişah ailesinin sarayı terk etmeyip İstanbul’da kalmasının bürokratik devlet anlayışı ile de ilgili olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Peirce, valide sultanın Ha-rem’in en güçlü kişisi olmasını da hanedanın en yaşlı kadın ferdi ol-ması ile açıklamaktadır. Peirce, Hürrem Sultan’ın haseki olarak Harem’de en güçlü fert olmasını, Kanunî’nin annesinin erken öl-mesine bağlamaktadır.

İkinci bölümde, Peirce, Türk-Moğol geleneğine göre hüküm-ranlık hakkına ortak olduğu dü-şünülen padişah kadınlarının bu dönemde hükümranlığı göster-me şekilleri üzerinde durmakta-dır. Padişah kadınlarının kurduk-ları vakıfkurduk-ları, yaptırdıkkurduk-ları camile-ri, çeşmeleri ve diğer hayır işlerini anlatmakta ve hanedanın, cö-mertlik ve dindarlığını kadınlar aracılığıyla ifade ettiğini savun-maktadır. Kadınların yabancı krallar ve büyükelçilerle hediye-leşmelerine değinmekte ve padi-şahın kendisi ulaşılamaz olduğu için kadınların bu faaliyetlerinin hanedanın dış dünya ile ilişkileri açısından çok önemli olduğuna işaret etmektedir. Son olarak,

ha-DÎVÂN 2003/2

254

(9)

nedanın erkek fertlerinin yaşı kü-çük veya yetersiz olduğu dönem-lerde valide sultanların siyasî gü-cü meşrû olarak kullanmalarını anlatmaktadır.

Peirce, konu ile ilgili daha önce yazılmış ikincil kaynakların he-men hepsini, çağdaş Avrupalıla-rın yazılaAvrupalıla-rını ve arşiv belgelerini kullanmaktadır. Konuyu yukarıda bahsedilen yazarlardan daha ge-niş bir bakış açısıyla inceleyen Pe-irce, Harem’in geçirdiği leri hanedanın geçirdiği değişim-lerin bir parçası olarak sunmakta-dır. Her şey değişmiş ve bu deği-şim kısa sürede kabul görmüştür. Değişmeyen tek şey, hanedanın hükümranlık hakkıdır. Kırılma zamanlarında hanedanın en bü-yük ferdi sıfatıyla valide sultan inisiyatif almış ve hanedanı parça-lanmaktan kurtarmıştır. Örneğin Sultan İbrahim ulema ve askerler tarafından tahttan indirileceği za-man bunu valide sultan onayla-mış ve yeni hükümdarın meşrû-iyetini sağlamıştır. Dolayısıyla, Peirce’ın yaklaşımı ile değerlendi-rildiğinde, padişah kadınlarının faaliyetleri entrika değildir, hane-danın hükümranlık hakkının de-vam edebilmesi için bu hüküm-ranlık hakkına ortak olan kadınla-rın meşrû davranışlarıdır.

Peirce, harc-ı hassa defteri ka-yıtlarına dayanarak Harem’de hangi fertlerin bulunduğunu ve hiyerarşilerini göstermektedir. Yi-ne aynı kaynakları kullanarak Ha-rem hiyerarşisindeki

değişiklikle-re de işadeğişiklikle-ret etmektedir. Hadeğişiklikle-rem’in organizasyonunun Enderun mensuplarının organizasyonuna çok benzediğini belirtmekte ve Enderun gibi Harem’in de bir eğitim kurumu olduğu sonucuna varmaktadır. Burada hem padişa-ha odalık olacaklar eğitilmiş, hem de yüksek rütbeli görevliler için eşler yetiştirilmiştir. Padişah ve annesi Harem’den çıkan eşler sa-yesinde nüfûz ağları kurmuşlar ve hanedanın gücünü devam ettir-meye çalışmışlardır.

Peirce II. Mehmet’e kadarki dönemde padişah kadınlarının ilişkilerini, kaynak yetersizliğin-den dolayı çok etkili bir şekilde anlatamamaktadır. Fakat II. Mehmet’ten sonraki dönemde Harem’in tarihini çok maharetli bir şekilde işleyerek önemli bir akademik çalışma ortaya koymuş-tur. Peirce’e göre Harem, ileri gelen fertleri hanedanın önemli kişileri olan, zamanın getirdiği değişimlerle görünümü değişen bir kurum ve Osmanlı siyasî teş-kilatının önemli bir parçasıdır.

IV. Ahmet Akgündüz, İslâm

Hukukunda Kölelik ve Cariyelik Müessesesi ve Osmanlı’da Harem,

Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1995, 470 s.

Ahmet Akgündüz, bu eserde, kendisinin “çarpıtma ve iftira” olarak gördüğü yerli ve yabancı yazarların Osmanlı Haremi ile

il-DÎVÂN 2003/2

(10)

gili iddialarını çürütmeye ve Os-manlı Harem uygulamasını İslâm cariye hukukunun pratiğe yansı-ması olarak açıklamaya çalışmak-tadır. Polemik üslûbunu benim-sediği için karşı çıktığı iddialara cevap vermek, Akgündüz’ün ön-celikli amacıdır. Bir kurum olarak Harem’in sistem içindeki yeri ve işlevleri ile ilgilenmeyen yazar, Osmanlı Haremi’nde padişahla-rın İslâmî esaslara uygun bir ha-yat sürdürdüklerini ve elimizdeki kaynakların bunu çok açık bir şe-kilde kanıtladığını savunmaktadır.

Akgündüz, kitabının başında, karşı çıktığı iddiaları özetlemekte ve ardından tarih boyunca çeşitli hukuklarda ve İslâm hukukunda kölelik-cariyelik kurumunun aldı-ğı şekilleri göstermektedir. Os-manlı hukukunda kölelik-cariye-lik ile ilgili ortakçı kullar ve dev-şirme gibi çeşitli kurumları de-ğerlendirdikten sonra Harem teş-kilatını anlatan yazar, kitabın so-nunda da görüşlerini destekle-mek üzere Sultan Mehmet Reşat döneminde saraya öğretmen ola-rak girmiş olan Safiye Ünüvar’ın hatıralarını özetlemektedir. Ak-gündüz, kaynak olarak konu ile ilgili daha önce yayınlanmış bir kısım ikinci dereceden eserler ya-nında, hukuk kitaplarını ve bazı arşiv belgelerini kullanmaktadır.

Yazar, Harem’deki cariyelerin, statülerine göre iki sınıfa ayrıldık-larını belirtmektedir: Hizmetçi statüsündeki cariyeler ve eş

statü-sündeki cariyeler. Harem’deki ca-riyelerin % 90’ının hizmetçi sta-tüsünde olduğunu ve çok azının eş statüsünde olduğunu ileri sü-ren Akgündüz, Harem’deki per-sonelin kayıtlarını gösteren bel-gelerden hareketle kadınların ço-ğunun çeşitli hizmetler ile uğraş-tığını göstermektedir.

Akgündüz, Harem’deki cariye-ler arasında hizmetçi ve eş statü-leri şeklindeki ayırımın temelini İslâm hukukunun oluşturduğuna dikkat çekmektedir. Buna göre, hizmetçi statüsündeki cariyelerle sahibinin ilişkiye girme hakkının olmadığına işaret etmektedir. Bir cariye ile sahibinin ilişkiye girme hakkının kalkması için o cariyenin başka biriyle evlenmiş olması ge-rekmektedir. Bu durumda Os-manlı Haremi’ndeki cariyelerin hukukî açıdan hizmetçi statüsün-de olduğunu, yani sahibinin ken-disi ile ilişkiye girme hakkı olma-dığını ileri sürmek doğru olmasa gerektir, çünkü Harem’deki cari-yelerin hepsi değilse bile çoğu, başka biriyle evli değildi. Dolayı-sıyla bu cariyelerin Harem teşki-latı açısından hizmetçi statüsünde oldukları söylenebilir, ama huku-kî açıdan padişahın odalıkları ile farkları yoktur. Zaten Akgündüz de padişahın, isterse hizmetçi ca-riyeleri odalık olarak kullanabile-ceğini belirtmektedir.

Akgündüz, “Osmanlı Devleti İslâmiyet’in yazılı tatbikat örnek-leridir” (s. 28) öncülünden hare-ket ederek, Osmanlı sisteminin

DÎVÂN 2003/2

256

(11)

tüm ayrıntılarının İslâmî esaslar-dan hareket edilerek oluşturuldu-ğunu savunmakta; uygulama ko-nusunda da İslâmî esaslardan he-men hehe-men hiç sapma gösterme-diğini ileri sürmektedir. Dolayısıy-la yazar olması gerekeni gösteren (normatif) kanıt ile olanı gösteren (deskriptif) kanıtı birbirinden ayırt etmeden kullanmaktadır. Örneğin II. Bayezit’in içki içmeyi yasaklayan kanunnamesini Os-manlı padişahlarının çoğunun içki içmediklerini gösteren bir kanıt olarak sunan yazar, bunun dışın-da, fıkıh kitaplarındaki ifadeleri de Osmanlı uygulamasına kanıt ola-rak getirmektedir. Halbuki fıkıh kitabının asıl amacı hukukî hük-mün ne olduğunu göstermektir. Başka bir delil bulunmadığında bu eserlerden hareketle uygula-manın ne olduğu hakkında hü-küm çıkarmak mümkün değildir.

Akgündüz, padişahların özel hayatlarının da İslâmî esaslara uy-gun olduğunu veya başka bir ifa-de ile padişahların cinsel yaşamla-rının İslâmî prensiplere göre gay-ri meşrû olarak nitelendigay-rileme- nitelendirileme-yeceğini ileri sürmektedir. Bunun dışında hemen hemen ulaşılamaz olan ve hakkında çok az şey bildi-ğimiz Harem’deki yaşamın ayrın-tıları hakkında çok yeni bir şey söylemeyen yazar, on dokuzuncu yüzyıla ait hatıratlara dayanarak Topkapı Sarayı’ndaki Harem ya-şamını da kapsayacak şekilde çı-karımlarda bulunmakta ve ko-nuyla ilgili bazı ayrıntılar

vermek-tedir. Bu, Akgündüz’ün Osmanlı Haremi’nin kuruluştan çöküşe kadar değişmeden devam eden bir yapıda olduğu şeklindeki gö-rüşü benimsediğini göstermekte-dir. Halbuki Peirce, Harem’in değişen bir kurum olduğunu bü-tün açıklığıyla ortaya koymuştur.

Sonuç

Osmanlı Haremi Altınay’a göre Osmanlı’yı çöküşe götüren en önemli etkenlerden biri, Penzer’e göre sefahat ve entrika yuvası, Peirce’e göre Osmanlı’nın çökü-şüne sebep olmak bir yana ayakta kalmasının sebeplerinden biri, Akgündüz’e göre ise padişahla-rın, mazbut bir aile yaşamı sür-dürdükleri evleri…

Yazarların her biri, kendi fikrî arka planlarının da etkisiyle Ha-rem’e başka bir açıdan bakmak-tadır. Bunun dışında kullandıkla-rı kaynaklakullandıkla-rın nitelikleri ve kulla-nımı da ulaştıkları sonuçların farklılığında etkili olmaktadır. Hangisinin Harem’i doğru bir şekilde yansıttığı sorgulanacak olursa, hem “hepsi” hem de “hiçbiri” denebilir. Çünkü başta ifade ettiğimiz gibi her tarihsel anlatım bir öznellik unsuru ba-rındırmaktadır, dolayısıyla geç-mişin “her zaman ve her şartta doğru” bir anlatımını kurmak mümkün değildir.

Tarihin değişmez bir anlatımı-na ulaşmanın mümkün olmayı-şından hareketle, tarihsel

çalış-DÎVÂN 2003/2

(12)

maların boş uğraşlar olduğu dü-şünülebilir. Ancak bizâtihî bu tespit, tarih çalışmalarının ve ta-rih yazımı üzerine düşünmenin önemini de içermektedir. İnsan, tarihi yazarken nesnel olguları kullanmakta, fakat onları yorum-larken ve hikâyenin içine yerleşti-rirken kendi ahlâkî, siyasî ve fel-sefî düşüncelerini ortaya

koy-maktadır. Kendi çağının sağladığı yeni kaynaklar, yeni teknikler ve yeni anlayışlar çerçevesinde tarihi yeniden kurgulamakta ve zama-nını anlamaya çalışmaktadır. Ge-lecekle ilgili düşünceler, şimdiki zamanın kavranışına dayandığın-dan onların kaynağı da tarihtir. Aslında tarihi yazmak geleceği yazmaktır.

DÎVÂN 2003/2

258

Referanslar

Benzer Belgeler

653 Şer‘iyye sicillerindeki bir belgede de mukâtaalı yer üzerindeki binası yanan kişinin vakıf arsa üzerinde yeniden kendi malıyla mülkü olmak üzere bina yapmak

Arpad, Uyanış dergisi, istiklal, Memleket, Hürriyet, Vatan ve Cumhuriyet gazetelerinde muhabir, fıkra yazarı ve sanat eleştirmeni olarak çalıştı.. İnanç adlı delgiyi de

□ OsmanlI’nın Şirket-i Hayriye’sinden Şehir Hatları İşletm esi’ne kalan “Küçük- su”yu 40 milyon liraya AvustralyalIlar al­ dı.. Son seferini yaptıktan sonra

However, we should not clinically underestimate the importance of Kocuria kristinae as a pathogen in patients with CAPD peritonitis when Kocuria kristinae is yielded from

1914 deki Harbi Umuminin arifesin­ de, Rusya ile olan münasebatı siya- siyemiz münkati olduğu bir sırada, kendisinin bu devlet tebaasından bu­ lunması

Şimdi Estonya yine ba­ ğımsız bir devlet 'olunca, Ruslardan çok çektiği için kilise hemen bize döndü ve “Eskiden olduğu.. gibi tekrar size bağlanmak

The determinants of indoor air quality in a sports center 中文摘要

上人口老化等因素,導致血管粥狀硬化患者日益增多,特別是糖尿病患者,更容易出現