• Sonuç bulunamadı

Avrupa’da Bir Cevelan

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Avrupa’da Bir Cevelan"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

[Ahmet Mithat Efendi, Avrupa’da Bir Ceve-lan, haz. Arzu Pala, İstanbul: Dergâh Yayın-ları, 2015, 1064 s.]

Avrupa’da Bir Cevelan’dan sayfaları parça parça okuyup, antolojilerimiz için metinler seçtikten sonra da bu kitaba karşı merakım hiç sönmedi. Ama onu yeni harflerle neşre kalkışamadım. Zira çalışmalarımı bir başka yazarın eserlerine yoğunlaştırmıştım ve o da benim bütün vaktimi alıyordu.

Avrupa’da Bir Cevelan’dan çeşitli tezlerde rarlanıldı ve sonunda bir yükseklisans tezi ya-pıldığını öğrendik. Carter V. Findley bu eserden yararlanarak bir makale yazmış ve Gülnar Ha-nım ile Ahmet Mithat’ın tanışmalarını anlatmış-tı. Yazı, Ahmet Mithat Efendi Avrupa’da başlığı ile Türkçeye çevrildi.1 Eserin onda biri kadar bir parça da Berlin’de Üç Gün adıyla basıldı.2

Nihayet şimdi eserin tamamı elimizde. Onu yeniden okurken in-sanın zihnine pek çok sorular, incelenecek konular üşüşüyor. El-bette eserin ayrıntılı bir tahlilini, hele alıntılarla yapabilmek imkânsız. Onun için ben, önce

eserde beni uyandıran konuları sıralamak is-tiyorum.

Bu eser bir hatıradır. Yazarın kitaplardan öğ-rendiği, fakat içine hiç girmemiş olduğu bir dünyada gezinmesidir. Onun birçok kitabında, hatta roman ve hikâyelerinde kendisinden söz ettiğini bildiğimiz gibi, Menfa ve Sayyada-ne Bir Cevelan’ı da Sayyada-neşretmişti. Tanpınar’ın Cevdet Paşa’nın hatıra yazarlığı için söylediği

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 11, Nisan 2015, s. 223-230.

İnci Enginün

*

A WANDERER IN EUROPE

* Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Emekli Öğretim Üyesi.

1 An Ottoman Occidentalist in Europe: Ahmed Midhat Meets Madame Gülnar, 1889. Kaynak için: The

American Historical Review, Vol. 103, No. 1 (Feb., 1998), pp. 15-49. Ahmet Mithat Efendi Avrupa’da, çev. Ayşe Anadol, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999.

2 Ahmet Mithat, Berlin’de Üç Gün, haz. Zeynep Oktay, İstanbul: Notos Yayınları, 2009.

3 Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, yay. haz. Abdullah Uçman, İstanbul:

(2)

gibi,3 Ahmet Mithat da kendisinden söz etmesi-ni bilir. İlk defa yurt dışına çıkmaktadır ve bir masal kahramanı kadar beklenmedik şeylerle karşılaşmaya hazırdır. Yine de kendisini kor-kutan, şaşırtan, öfkelendiren nice durumlarla karşılaşır. Her zor durumda baş vurduğu bek-lenmedik davranışlarıyla zorlukları aşıverir ve bunları onun kaleminden okurken, gülmekten kendimizi alamayız. Kapısı açılmayan araba-ya, kapının üstünden atlayıp girerek kendisini davet eden Kontes Landsberg’i bekletmemesi gibi –davranışının pek nazik olmadığını itiraf eder–, trenden indikten sonraki kargaşada bu-labildikleri tek arabaya yaşlı dostu ile kızı ve Gülnar Hanım’ı yerleştirip Gülnar’ın işaretiyle arabacının yanına Doktor Yaponski ile birlikte atlayan ve çelimsiz arabacıyı itirazlarını din-lemeden kucağına alıveren Ahmet Mithat’ın bu sahneyi anlatışı insanı uzun uzun güldür-mektedir. Tıpkı bunlar gibi, olayların ortaya çıkardığı birçok Ahmet Mithat çehresi kitapta yer almakta. Nazik ve fedakâr, yardımsever, masrafını kuruşu kuruşuna bilse de cömert, öğrenme iştihası kadar, yemek yeme zevkine sahiptir. Bunların yanında durmadan ülkesini hatırlayan, okuyucusuna yeni bilgiler verirken, İstanbul’daki yerleri hatırlatan, karşılaştırma-lar yapan da odur. Açıkça pek söylemese de Avrupa’nın medeniyeti karşısında ezilir de. Avrupa’nın teknik medeniyetinin üstünlüğü-nü anlatır, kabul eder; fakat özellikle Paris’in sefahatine düşmandır. Sanki Paris’te herkes demi-monde âlemlerinde yaşıyormuş gibi düşmüş kadınları, evlilik dışı çocukları genel durum bundan ibaretmiş gibi anlatır. Bunlar hakkındaki kanaati elbette Paris hayatını anlatan Fransız romancılarına dayanmaktadır ve onları örnek alınmaması gereken özellik olarak be-nimsemiştir. Bunları okurken, insan edebiyatın bazen ne kadar yanlış izlenimler uyandırabi-leceği tehlikesini de düşünmeden edemiyor. Ahmet Mithat bunları anlatırken sık sık daha önce yazdığı romanlarından ve kitaplarından da söz eder. Beni en çok etkileyen davranışı

Kostanz’da kaldığı otelin Jan Hus’un yaşamış olduğu manastır olduğunu, yemek salonunun dua mekânı olduğunu duymanın heyecanıyla yazdıkları oldu. Onun dolaştığı yerleri, yakıldığı yeri gidip görmeden duramaz. Otel görevlileri-ni, garsonları sorguya çeker:

“– Bu sahih midir? Vaktiyle Dominikler Manastırı’yken en büyük kısmı hotele tahvil olunan yer burası mıdır?

Uşak mağrurane bir tavr-ı tasdik peyda ederek dedi ki

– Tamamıyla! Evet evet! Meşhur Jan Hus burada hapsolunmuştur. Taam salonumuz dahi kadim ibadet salonudur.

– Jan Hus’un hangi odada hapsolduğu belli midir?

– Hayır efendim! Orası muayyen değil-dir. Fakat hangi hanede muhtefiyken ahz ü girift olunduğu ve nerede ihrak bi’n-nar edildiği bellidir.

– Öyleyse ihtimalden baid değildir ki koca Jan Hus şurada benim yattığım odada mahpusiyetini geçirmiş olsun. – O da muhtemeldir efendim!” (s. 922) Dostu Doktor Yabloski’yi ne yazık ki heye-canına ortak edemez. Ben, kitaplardan tanı-dığı, yürekli bir şahsiyetin hayatı pahasına görüşlerinden vazgeçmeyen Jan Hus’u Ahmet Mithat’ın sık sık zevkle tasvir ettiği babayiğit kahramanlarından biri gibi görmüş olduğunu sanıyorum. Onun heyecanını ben de paylaştım ve Jan Hus hakkında birçok sayfa okudum, re-simlerini seyrettim.

Onun geçmiş tarihî mirasın Avrupa’da nasıl saklandığını görüp kendisi de bizzat heyecan-lanmış olduğunu bu satırlar anlatıyor. Keza Stockholm’deki eski kral mezarlarına yaptık-ları gezilerde de bunyaptık-ları görmüştü. Ama Tru-va’dan kaçırılıp Berlin müzesinde sergilenen eserler karşısında heyecan duymaz. Aslında Ahmet Mithat’ın bütün eserlerinde ve davra-nışlarında böyle tutarsızlıklar bulunmaktadır. Ahmet Mithat Avrupa muaşeretini bilse de birçok yeniliklerle karşılaşır, “turist”leri

(3)

ta-nır. Çok iştihalıdır, yemekleri anlatır, acıktığı zaman sanki sofradaki yiyeceklerle savaşır. Bunu onun dilinden okumak çok zevklidir. İlla bilgi vermek istediği sayfalarda, hatta rehber kitap ve broşürlerinden çeviriler yap-tığında kaybettiği canlılığı, yaşantılarından söz ederken yeniden kazanır.

Ben bu yazıda Ahmet Mithat’ın olaylarla ortaya koyduğu şahsiyetinin özelliklerini be-lirtmek istiyorum.

Ahmet Mithat çok meraklıdır. Sokakları gez-mesi, güzel şeylerden hoşlanması beşerî, fakat onun asıl amacı şahsi meraklarını fayda ama-cıyla birleştirmesi. Bundan dolayıdır ki notlar alır, gittiği yerlere ait kitaplar toplar. Onları özetler. En beklenmedik yerlere gider. Pa-ris’te morga bile gitmesi bunlardandır. Teşrih ameliyesine kalkışıp koyunlar üzerinde bunu denemiş olduğu anlatması ise onun hakkında bilmediğim bir çizgiydi. Bunun Beşir Fuat’tan gelen bir merak olup olmadığını merak ettim. Batının teknik medeniyetinin sonuçlarının nasıl bir rahatlık sağladığını gözleriyle gör-müştür. Ulaşım bütün Avrupa’da kolayca dolaşmasına imkân vermiştir. Vapur, tren ve şehir içinde araba ile tren vardır. O zamandan tasarruf için, biraz daha pahalı olsa da araba-yı tercih eder, fakat asıl yararlı dolaşmaları sabahın erken saatlerinde iki, üç saatlik yü-rüyüşleridir. Böylece şehrin her tarafını daha yakından görür. Önceden şehrin sokaklarını ve görülecek yerlerini işaretler. Hesaplı adamdır, kısa sürede olabildiğince çok şey görmek ister. Güzel sanatlarla ilgisine gelince, yoktur de-mek fazla kestirme bir hüküm olsa da böyle yazmaktan kendimi alamıyorum. Müzelere girer, bir sürü resim görür, fakat hiçbiri onu etkilemez, karşısında durup biraz daha fazla seyretmek istediği tek bir tablo veya ressam-dan söz etmez. Heykellerle daha ilgili görün-mektedir. Bunun bir sebebi Osman Hamdi ile dostluğu ise ikincisi de bütün şehirleri

süsle-yen çoğu tarihî kişilerin heykelleri olmalıdır. Bu vesile ile heykeltıraştan söz etmek, hey-kelin ayrıntılarını göstermek yerine Ahmet Mithat heykeli yapılan kişiden söz etmeyi tercih eder. Bunlarla ilgili örnekler kitapta çok. Paris’te Père Lechaise’ı ziyaretinde sev-diği, tanıdığı kişilerin heykellerini görür. Hele Musset’in büstünü görünce heyecanlanır ve gençliğinde, Fransız edebiyatına “merakı sar-dırdığı” zaman eserlerini “pek ziyade rağbet ve hahişle” okuduğu “bu genç şair hakkında muhabbet-i kalbiye’sinin fevkalade olduğu-nu yazar ve “Hâlâ da öyledir. Gayet âşıkane eş’arı yalnız gençler üzerinde değil ihtiyarlar üzerinde bile pek büyük tesir hâsıl etmemek muhaldir” diyerek şair hakkında yorumlarda bulunur (s. 714).

Albert Thorvaldsen’a müzesi dolayısıyla geniş yer ayırdığı gibi (s. 365-368) niye dikilmiş olduğunu anlayamadığı çocuk yiyen adam heykeline tiksinerek bakar:

“Yine bu eğri büğrü yerlerde Kindlifres-serbrunnen namında bir çeşme gördük ki üzerinde kerihü’l-manzar bir insan hey-keli bulunup elinde tuttuğu bir çocuğu yutmakla meşgul olduğu ve koynundan ve ceplerinden birçok çocukların yarıya kadar çıkmış bulundukları ve bu korkunç heykelin altında birçok ayıların heykele silah çektikleri görülür” (s. 873). “Yalnız kafası içine on on iki adam sığarmış” diye duydukları “Bavyera heykelini” mutla-ka görmek isterler. Bu büyük heykelin içine Doktorla birlikte girip iki yaramaz çocuk gibi orada sigara içtiklerini anlatışı çok komik ve eğlencelidir. Heykelin kafasına kadar çıktıktan sonra –hem yorulmuş hem de bunalmıştır– oturup sigara içerler:

“Güya heykel dışarıda olanlara: – Ahmet Mithat ile Doktor Yanpolsky’yi kafama koydum. Onlar beynimdedirler. Fakat daha onlar gibi on olsa yine

(4)

bey-nime ihata ettirebileceğim, diyormuş. Bir de heykelin burun deliklerinden aşağıya baktığımızda demincek bizim bulunduğumuz set altında beş altı kişinin bize!.. Hayır! Bize değil heykele doğru baktıklarını gördük. Şu bakanlar acaba heykelin kafasında biz olduğumuzu ta-hattur edebiliyorlar mı?

İçtiğimiz sigaraların dumanlarını hey-kelin burnundan dışarıya doğru üfürüp gülüşüyoruz. Güya aşağıdan görenler heykel tütün içiyor da dumanını bur-nundan savuruyor zannedecekler diye eğleniyoruz. Hâlbuki tütün içen adamın burnundan çıkarabileceği dumana müte-nasiben bu heykelin burnundan duman çıkarması lazım gelse la-akall sekiz on kadar tütünü birden yakıp dumanını hey-kelin burnundan dışarıya savurmak lazım gelecek (s. 952).

O günlerde, henüz müzesi açılmamış olsa da Rodin hayatta idi. Ahmet Mithat bu büyük heykeltıraşın tek bir heykelini bile görmez. İzlenimci ressamların tablolarında ölümsüz-leştirdiği mekânları da, resimlerini de görmez. Herhalde resim sanatıyla ilgisi çok zayıftır. Mamafih bunu pek de gizlemez. Gülnar Ha-nım’la Berlin ve Louvre müzelerini gezerken onun açıklamalarından çok yararlandığını söylerse de bu yararlanmanın derecesi kitaba yansımamıştır.

Tiyatroyu daha çok sever. Paris’te Opera’da bir eser seyretmek istemişse de bilet buluna-mamıştır. Stockholm’de Aida, Berlin’de Uçan Hollandalı’yı seyreder. Aida’yı İstanbul’da da seyrettiği için onunla ilgili sohbete katılır. Uçan Hollandalı’daki tekniğin esere kattık-larına hayran olur. İstanbul’da ilkel şartlarda oynanan Belle Hélèn operetinin yetersiz teknik özelliklerini hüzünle hatırlar:

“Bu akşam tiyatroya âdeta pek gönülsüz olarak gelmiş bulunduğum hâlde bu oyu-nun hemen her perdesi deniz sahilinde ve

deniz üzerinde vuku bulmak hasebiyle saha-i temaşa tezyinat ve tertibatında gösterilen maharet hoşnutsuzluğumu bir itminan-ı tamma tahvil eyledi. Yapılmış olan deniz epeyce bir mesafeye kadar canfes ferşiyle yapılıp köpüklü ve mü-temevvic bir surette boyanmış olduktan maada hava tulumbalarıyla altından rüz-gâr dahi verilerek o kadar güzel temev-vüç eyliyordu ki uzaktan âdeta deniz zan-nolunuyordu. Bunun üzerinde birkaç bü-yük gemi bulundurularak hele bir tanesi müteharrikti. On beş yirmi kişiyi istiab eyleyen bu gemi vaktiyle Güllü Agop Efendi’nin Belle Elen ve Dikran Çuha-ciyan Efendi’nin Leblebici Horhor oyun-larında saha-i temaşa üzerine getirdikleri sandallar gibi yan taraftan görünüşten ve perde kenarından sürünüşten ibaret bir suretle hareket etmeyip yan cihetinden iskeleye yanaşmış olduğu zaman ger-çek gemiler gibi rıhtımdan küpeşteye uzatılan koca bir kalas tahtası üzerinden yürüyerek girilip çıkıldığı gibi bilahare demir almaya başlayan baş tarafı deni-ze açıldıktan sonra kıç tarafının erbab-ı temaşa cihetine dönmesi ve nihayet yelkenler açılıp gemi harekete gelerek senanın sağ tarafına doğru yürüdükte teknenin diğer kenarının da görünmesi ve bir kavis resm ederek yürüyüp sağ cihete doğru gözden kayboluncaya kadar gitmesi ve sirenlerine tayfalar çıkması bir geminin iskeleden kıyamını tamamı tamamına tahayyül ettiriyordu.” (s. 443) Edebiyat, felsefe konularına gelince aslında Ahmet Mithat kendi edebiyatı ve felsefesiyle mutludur. Kongrede gerçek bilginler vardır. Ömürlerini belli bir alanda harcamış olan bu kişilerin yanında Ahmet Mithat çok zayıftır. Yine de onların kendisine saygı gösterdikle-rini yazar. Dil konusunda konuşmanın dönüp dolaşıp dine dönmesi dikkat çekicidir. Bilim

(5)

alanında henüz din taassuplarından uzakla-şabilenler azdır. Bundan dolayıdır ki Hıris-tiyanlıktaki başka dinlerin etkisi veya ortak noktaların belirtilmesi büyük gürültü koparır. Ahmet Mithat’a İslamiyet’te buna ne denildiği sorulduğunda, Ahmet Mithat suya sabuna do-kunmayan düzgün bir cevap vermekle yetinir. Konuya hakimdir ve İslamiyet’in bu konudaki geniş görüşünü ifade eder. Elbette henüz Gıl-gamış Destanı bulunup okunmamıştır. Londra’da ilk camii kısa süre önce açtığını söyleyen adamın adını bile yazmamış olan Ahmet Mithat’ın mazereti, müsteşrikin kart-vizitini kaybetmiş olmasıdır. “Bana vermiş olduğu vizite kâğıdını zayi ve binaenaleyh ismini feramuş eylemiş bulunduğuma şimdi şu satırları yazarken müteessif kaldığım bu zat hilâf-ı intizarım olarak oldukça dürüst Türk-çe ile irad-ı kelama mübaşeret etmesin mi?” diye şaştığı ve kendisini “İslam’a gayet muhib olan müsteşriklerden” biri olarak tanıtan zat, Mısır’da, Hindistan taraflarında ve Osmanlı ülkesine birçok defa gitmiştir. Hindistan’da Müslümanları “medeniyet-i cedideye” fikirce uyandırmak amacıyla “bazı neşriyatta” bu-lunmuş ve örneklerini “Ahmet Mithat Efendi hazretlerine ihda ve takdim” etmiştir. Daha da şaşırtıcı olan şu sözleridir:

“Bundan maada devlet-i metbuumun payitahtı olan Londra şehri yüzlerce milyonluk Hin-distan kıtasının da merkez-i merbutiyetiyken Londra’da henüz bir cami-i şerif inşa edile-memiş olmasına dikkat eylemiştim” diyen müsteşrik Müslümanlardan, İngilizlerden para toplayarak Londra’da “istediği” gibi bir cami inşasına başlamış ve tamamlamış olduğunu söyleyerek caminin iç ve dışına ait fotoğrafları da Ahmet Mithat’a vermiştir (s. 302-303). Ahmet Mithat’ı okumak onun bilme ve öğren-me öğren-merakını paylaşmak sonucunu uyandırdı-ğından, internette dolaşarak, Ahmet Mithat’ın

adını kaydetmediği bu müsteşriği aradım. Ahmet Mithat’ın bu büyük eserindeki eksik bilgiyi öğrenince de, bunları Ahmet Mithat bilmiş olsaydı kim bilir nasıl genişletirdi diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Bu müsteşrik Dr. Gottleib Wilhelm Leitner’dir. Söz konusu olan cami 1889’da Oriental Road, Woking, Surrey’de yaptırılmıştır. Quilliams’ın Liverpool’daki camii Shah Jahan’dan sadece birkaç ay önce açılmış olsa da Shah Jehan Mosque, sadece Londra’da değil, bütün Ku-zey Avrupa’da yapılan ilk cami olarak tanınır. Aslında Leitner’in cami kelimesini külliye anlamında kullandığı anlaşılmaktadır. 1917’de cami yakınındaki Horsall Common’da Birinci Dünya Savaşı’nda ölen Müslüman askerlerin gömülmesi için ilk Müslüman mezarlığı ya-pılmıştır.4 Dr Gottlieb Wilhelm Leitner (1840-1899), Pest’te (Macaristan) bir Yahudi ana babadan doğmuş, babasının erken yaştaki ölümü üzerine anne İstanbul’a giderek Hı-ristiyanlığa geçmiş ve Levant’da bir Protestan Misyoner Cemiyetinde çalışan Johann Moritz Leitner ile evlenmiştir. (Gottlieb’in kızkardeşi Elisabeth İngiliz siyasetçisi Lepold Amery’nin annesidir), Leitner medresede, Kur’an’ı büyük ölçüde ezberlediği gibi henüz on beş yaşın-da iken aralarınyaşın-da Türkçe, Farsça, Arapça ve birçok Avrupa dilinin de bulunduğu sekiz dili konuşmaktadır. Bu becerisi dolayısıyla İstan-bul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği albay rütbesiyle onu birinci sınıf mütercim olarak Kırım’da çalıştırmıştır. Kırım Savaşı bitince Leitner papaz olmak istemiş, Londra’da Kings College’dan mezun olmuştur. Dr. Leitner, bu-rada bildiği ve çoğunu selis olarak konuştuğu dillerin sayısını, on beşe çıkarmıştır. İslam ülkelerini dolaşırken Abdur Rasheed Sayyah adını aldığına dair bilgiler var. Mezun olduk-tan sonra on dokuz yaşında iken aynı kolejde Arapça, Türkçe ve Modern Yunanca okutmanı

(6)

olmuş, 23 yaşında iken Arapça ve İslam Hu-kuku profesörü olarak görevlendirilmiş, 24 yaşında Lahore Devlet Koleji (Government College) müdürlüğüne (1864?) getirilmiş daha sonra da Pencap Üniversitesini (1882) kurmuştur. Birçok okul, edebiyat derneği, kü-tüphane kurduğu, akademik dergiler çıkardığı gibi Urdu dilinde İslam Tarihi adlı iki ciltlik kitabını Urdu bilgini Maulvi Karim-ud-Din ile birlikte yazmıştır (1871, 1876).

1870 sonlarında Avrupa’ya dönmüş, Heidelberg Üniversitesi’nde (Almanya) çalışmalarına de-vam etmiş, ayrıca Avusturya Prusya ve İngiliz hükümetleri için çalışmıştır. Arzusu Avrupa’da şark dilleri için bir araştırma merkezi kurmaktır. 1881’de İngiltere’ye dönünce bu hayal ettiği enstitü için bir yer aramış ve o tarihlerde boş olan Woking’deki Royal Dramatic College’ı amacına uygun görmüştür. Bu geniş Victoria dö-nemi binasında 1883’te Şarkiyat Enstitüsü’nün kurulması ve camiin açılmasına Bhopal devlet hakimi Begum Shah Jahan, the Nawab Begum (1868-1901) en büyük bağışı yapmıştır. Enstitü-nün amaçları arasında Hindistan’dan gelenlerin kalacakları yer ve kültür imkânlarını sunmak, Hint kültürünü ve dilini öğrenmek isteyenleri de Hindistan’a göndermek de bulunmaktadır. Leitner’ın ölümünden sonra enstitü, derece-leri Penjap Üniversite’si vasıtasıyla vermeye başlamış ve daha sonra da kapanmış, cami de kullanılmaz olmuştur. Profesör Leitner’in Müslüman olmamakla birlikte İslamiyetin aktif bir sempatizanı ve destekleyicisi olduğu anlaşılmaktadır. Kendisi de Ahmet Mithat ile konuşmasında sadece “İslamiyetin muhibbi” olduğunu belirtmiştir. Ahmet Mithat ona te-şekkür etmiş, o da konuşmasına devam ederek İslamiyet hakkında Avrupa bilginleri arasındaki fikirlerin gerçeği yansıtmadığını söylemiştir.

“Terakkiyat-ı hazıra-i medeniyete İs-lamiyetin muhalif olması şöyle dursun bilakis İslamiyet terakkiyat-ı mezkûreyi tavsiye ve tervicde dahi bulunuyor. Hele maneviyat cihetinde Avrupa’nın vukuf ve malumatı müslümanların behresine nispetle hiç nev’indendir.” (s. 303) Onun görüşüne göre Müsteşrikler Kongresi’nin en önemli görevi İslamiyetin bu yönünü ince-lemektir. Kongreye Müslümanların gittikçe daha çok sayıda katıldıklarını görmekten de memnundur. Müsteşriklerin “müslümanlık hakkındaki itikat ve zann-ı kadimi terkle” kendisinin ulaştığı doğruları, Avrupalılar öğ-renmelerini dileyen Letiner Avrupa’nın diğer başkentlerinde de camilerin açılacağını belirtir. Böylece onlar da “insaniyetperest ve muhibb-i İslam olanların karîrü’l-ayn olacaklarını ümide başlarım” diye sözlerini bitirir. (s. 303-304) Ahmet Mithat “Gayretli İngiliz” dediği Leit-ner’ın sözlerini beğenmiş, getirdiği resimleri inceleyip cami-i şerifi dahi “hakikaten dil-nişîn” bulmuşsa da müsteşrikin verdiği “vizite kâğıdını” kaybettiği için adını unutmuştur. “İngilizi müteakiben Ruslardan birkaçı Pe-tersburg’da dahi Tatarlar için bir güzel cami-i şerif bina ve inşası”nın kararlaştırıldığını ve masraflar için “yirmi bin rubleye” yakın para toplandığını bildirirler. Fakat bu caminin ta-mamlanması çok uzun yıllar alacaktır.5 Ahmet Mithat batı âdetlerine aşinadır, fakat bunlar kitaptan gelen bilgilerdir. Onları günlük hayatında kullanmamıştır. Orada kendisi ve temsil ettiği ülke için yanlış bir izlenim uyan-dırmaktan ürker. Bir çok davranışını anlatırken ifadesinde, âdeta okuyucudan aferin bekleyen bir çocuk saflığı vardır. Onun dikkat ettiği bir başka nokta da şudur: Batılı kendi ülkesinde

5 1865’te Orenburg Müftüsü olarak atanan Selim-Girei Tevkelev, Count Tolstoy’dan St. Petersburg’da

bir cami yaptırma iznini almış, 1906’da Ahun Atulla Bayazitov on yıl içinde 750,000 ruble toplamış ve başka katılımcıların gayretleri Buhara Emiri Said Abdoul Ahad’ın binanın bütün masraflarını üstlenen en büyük bağışıyla cami yapılmıştır. Cami 1921’de açılmıştır.

(7)

giyindiği gibi gelenlerin davranışlarıyla ilgi-lenmemekte, fakat Batılı kıyafetle gelenlerde-ki en ufak bir kusuru bile büyütmektedir. Buna dair bazı izlenim ve tecrübelerini zikreden Ahmet Mithat, sonunda Hintli rahibin Paris’te nasıl kıyafetini değiştirdiğini şöyle anlatır:

“Bu Hint rahiplerinin kıyafet-i resmiy-yesi beyaz keten bezinden mamul pan-talonla Acem setreleri biçiminde yine bu beyaz ketenden mamul bir setreden ibarettir ki başlarına da ince keten be-zinden büyücek bir sarığı hemen üstü-vanî şekline karib bir suret-i mahiranede sararlar. Hâlbuki bu kıyafet Avrupa’nın işçilerine mahsus olan beyaz kıyafete müşabih olmasıyla Stockholm’de biça-re Hindu’ya gülenler pek çok olmuştu. Paris’te daha ziyade enzar-ı istihzayı celbeylediğinden rahip efendi bir si-vil kostüm mübayaası ve siyah papak istimaliyle kendisini enzar-ı istigrab-ı enamdan kurtarmaya mecburiyet his-seylediğini bana da söylemişti” (s. 585). Ahmet Mithat, Batılının tabiata hakim olu-şuna hayrandır. İsveç, Norveç ve İsviçre’de insanın tabiat şartlarını yenişini hayran hayran anlatır. Bu ülkelerin tabiatını da insanlarının terbiyesini de çok sevmiştir. İsveç’teki oda hizmetçisinin saygılı davranışını ve bütün işlerini eksiksiz, hatta kendisi söylemeden yapmasından çok hoşnut kalmıştır. Temiz ve titiz bir insandır. Yıkanmasından, yemesinden içmesinden, kahve ve sigara tiryakiliğinden sık sık söz eder. Yemeklerde genellikle bira içmektedir. Bilmediği yemekleri ısmarlama-mak için, çok acıktığını, en iyi yemekleriyle kendisini doyurmalarını garsonlara söylemeyi tercih eder. Şansına da hep onu memnun eden hizmetlilerle karşılaşır. Eser boyunca birçok komik olaylar, yanlış anlamalar da olur. An-cak iyi kalpli, sıAn-cakkanlı dost Ahmet Mithat bunları tatlı tatlı anlatmaktan çekinmez. Hem gördükleri hem de Paris Sanayi Sergisi

onun kendi ülkesini sık sık düşünmesine yol açar. Sergiyi defalarca gezer. Makinelerle il-gilenir, katalogları alır, uzmanlarıyla konuşur. Bunların bir kısmının mahalli yöneticiler tara-fından kullanılabileceklerini, nakliyenin sağ-lanmasını kolaylaştıracağını düşünür. Kendisi de bazı makinaları almak niyetindedir. Bunla-rı okuyucusuna uzun uzadıya anlatır. Birçok malzemenin kendi ülkesinde olduğunu da sık sık hatırlar. İyimserdir; eğer tekniği sağlayan makinelere sahip olunursa, kalkınmanın hızla gerçekleşebileceğine inanır. Bazen de sorar, aynı makine, neden bizde de aynı sonucu ver-miyor. İşte Ahmet Mithat’ın unuttuğu önemli bir nokta budur. Mesele makineyi bulan, yapan kadar, kullanana da bağlıdır. Avrupa’da maki-neyi kullananlar meslek okullarını bitirmiş-lerdir. İsviçre’de uygulamalı okullara gider ve pasaportu sayesinde kendisine çok geniş bilgi verilir. Mühendis Eiffel’in yapmak istediği Ey-fel Kulesi için meslektaşlarıyla giriştiği tartış-malar ve onun inatçı direnmesini uzun uzadıya anlatır. Bu direnmenin arkasında çelik gibi bir irade ve bu iradeyi kazandırmış olan bilgi ve eğitim vardır. Ahmet Mithat eğitime hep önem verdiğini söylese de, ihtisasın her alanda ne kadar gerekli olduğunu bilmezden gelir veya kendi merakları dolayısıyla her konuda bir şeyler anlatma ihtiyacını duyar. Halbuki Av-rupa’da eğitim, oradaki her yapının, kurumun, zevkin ve ihtiyacın ardındaki düzenleyici ve geliştirici güçtür. Ancak Ahmet Mithat gittiği yerlerdeki eğitim kurumlarını da dolaşır, onlar hakkında bilgi edinir, çeşitli konularda birçok kitap almıştır. Kitabı okurken Ahmet Mithat’ın ilgisinin çeşitliliğine şaşmamak mümkün değil. Bu şüphesiz ki mizacı kadar mesleğinden de kaynaklanmaktadır. O gördüklerinin hepsini bir şekilde okuyucularıyla paylaşacaktır. O artık kitaplardan tanıdığı bir dünyaya adım atmış-tır; fakat bu seyahatten sonra yeni bir seyahate çıkmayacaktır.

Zevkle okunan, insana hâlâ çok şey öğreten Avrupa’da Bir Cevelan tematik açıdan birçok

(8)

incelemeyi gerektirmektedir. Sadece Ahmet Mithat’ın anlattıklarını görmek ve göstermek açısından değil, bir Osmanlı aydınının gelişmiş Batı karşısında yüreğinin yanışını ve bir şeyler yapmak için çırpınışını görmek için de incele-meler gerekli. Onun özellikle Paris hakkındaki okumalarının sonucu olarak zihninde oluşan evlilik dışı doğan çocuklar ve çaresiz kadınlar dolayısıyla Batı’da ahlakın çökmüş olduğuna inanması ve bunu Doğu’nun Batı karşısındaki bir üstünlüğü gibi kullanmasıdır. Birçok yerde Doğu ile Batı’yı belirli noktalardan karşılaştır-mış olan Ahmet Mithat’ın bunlarda her zaman tutarlı olduğu söylenemez. Batıda eğitim kadar, hürriyet anlayışı ve kanun hakimiyetinin kesin

olarak uygulanmasının, tabiatına kolayca esir olabilecek insanları nasıl zapt u rapt altına aldı-ğını görmezlikten gelmesi ve bu konu üzerinde fazla durmaması da dikkate değer. Halbuki o da birkaç tatsız serserilik olayıyla karşılaşmış ve hemen polise başvuracağını söyleyerek onların dağılmalarını sağlamıştır.

Kitabın sonuna yaklaştıkça Ahmet Mithat’ın evine özlemi artmıştır. Hatta denilebilir ki gördüklerini fazlaca özetlemeye başlamıştır. Masal kahramanları evlerine dönerken on-ları bir mutluluk karşılar. Ahmet Mithat da evinde yeni bir hayat başlangıcıyla torunuyla karşılaşacaktır.

Referanslar

Benzer Belgeler

In this study, we explored the changes of serum BDNF levels in alcoholic patients at baseline and after one-week alcohol withdrawal. Methods: Twenty-five alcoholic patients

Bazı öğretim elemanları, öğrencilerinin yalnızca topluluk önünde çalarken değil, yanlarında tek bir kişi dahi olsa heyecanlandıklarını dile getirmişlerdir. Bu durumu

Three 24‐hour dietary recalls by telephone 

Bunlardan ilki Metropolis ve arkadaşlarının geliştirdiği stokastik (rastgele) algoritmadır. Monte Carlo simülasyonu diye meşhur olan bu algoritma iki boyutlu Ising

GİRİŞ VE AMAÇ: Bu çalışmada uluslararası acil tıp dergilerinde Türkiye kaynaklı yayınların taraması yapılarak; uluslararası konumu, yazar sayısı, yayın türü,

Madde metninde sadece sigortalı mallarda meydana gelen “fiziksel zıya ve hasarların” teminat dışında kaldığı belirtilmektedir. Bununla birlikte, hatalı plan veya

584/II’de ise “Kefalet sözleşmesinde sonradan yapılan ve kefilin sorumlu olacağı miktarın artmasına veya adi kefaletin müteselsil kefalete dönüşmesine ya da kefil

Modernleşme sürecinde elde edilen modernlik durumlarında kadınların çalışma hayatına girişlerindeki artış, eğitim alanında, okullarda, üniversitelerde öğrenci