6
CUMHURİYET
HABERLER
nFener’deki Panayotisa Kilisesi birden fazla adı ve öyküleriyle 13. yüzyıldan beri ayakta duruyor
Sonradan, eskiye özenilerek döşenmiş
kesme taşların yeşile çalan grisine
bezenmiş yolun çatalına, kuleyi andıran
yükseltisiyle gül kurusuna boyalı küçük bir
kilise yerleşmiş; yolun altında durup
bakınca rengi ve biçimiyle açmakta olan
bir goncayı çağrıştırıyor...
Ş alteri indirince içerideki lambalar aynı
anda yanıyor; tavandan sarkan avizeler
ışıldıyor; ışık, kristallerin arasında renkten
renge giriyor; duvarlardaki büyük boy
ikonların yaldızları parlıyor; tümü gümüş
kabartma ikonalar göz alıyor. Kilise,
harcında taşımaya devam ettiği tarihin
kokusu ile ğörkemini kendi içinde yaşıyor.
yerine yenisini yaptırıyor, işte bu nedenle kilisenin Muhlotisa adı,
Mongoliotisa’dan yani Moğollar’dan geliyor... Ne ki öykünün bu kısmı burada bitmiyor çünkü Muhlotisa adının Muhlioa kentinden geldiği de söyleniyor; II. Mehmet, Mora seferine çıktığında antik adı Tegea olan Muhlioa’da yaşayanları alıp İstanbul’a getirdiğinde Fener’deki bu kilisenin çevresine yerleştiriyor ve kilisenin adı Muhlioa’dan Muhlotisa oluyor. Muhlotisa yani küflü...
Muhlotisa’daki öykü başka bir öyküyü doğuruyor. Maria’nın ölümünden sonra
manastıra evlatlığı yerleşiyor. Onun da ölümünden sonra kızı Eirene Philanthropana manastırda yaşıyor ve fakat kazanç kapısı haline getirdiği manastırla çevreyi istismar edince 1351 ’de açılan soruşturmada bina üzerine hak iddia ettiği belgeler sahte çıkıyor; manastırdan atılıyor. Bir ba$ka öykü
Tarih sahnesine, II.
Mehmet’le, 1453’te başka bir öykü çıkıyor...
Fetih sırasında Osınanlı askerleri kilise çevresinde pusuya düşürülüp öldürüldüğü için kilise Matomenieklisia yani Kanlı alıç in
M M
kıyısından,m «M
Fener’in, m m oradan tam-X -X
doksan dokuz basamaklı merdiveni çıkıp sola doğru kıvrıldıktan sonra başlayan yokuş, sonradan, eskiye özenilerek döşenmiş kesme taşların yeşile çalan grisine bezenmiş... Yolun çatalına, kuleyi andıran yükseltisiyle gül kurusuna boyalı küçük bir kilise yerleşmiş; yolun altında durup bakınca rengi ve biçimiyle açmakta olan bir goncayı çağrıştırıyor... Kilisenin yüksek bahçe duvarı, binayı kollarının arasına alıp sarmalamış; irili ufaklı beyaza çalan taşlarla örülmüş duvarda taşların araşma artık rengi solmuş incecik kırmızı tuğlalar belli bir düzenle sıralanmış... Dış cephesine beyaz kontürler atılmış gül kurusu yapıda ve ona uyumlu duvarda sokağa bakan tüm pencerelere demir parmaklıkların üzerine demir kafesler geçirilmiş ve kapılar yekpare demir; siyaha çalan koyu kahveye boyalı demirlerin aykırı rengi, gül kurusunun üstünde hoş karartılar oluşturuyor... Yokuşun sonundan iki yana açılan sokak boş ve sessiz... Kilisenin kapısı sağdaki dar sokağın içinde... Sokağm sessizliğini, karşı komşunun bahçe duvarından aşağıya atlayacakmışçasına hamleler yaparak havlayan iri bir köpek bozuyor. Bir kamyonet sokağın başına park etmiş; köpek, duvarın üstünden yolu tuttuğunun farkında... Yandaki evin açık penceresinde vakit öldüren bir kadın “Korkmayın” diyor.Kapının açılması Montaigne “Bir kapının kapalı olduğunu anlamak için o kapıyı itmek gerekir” demiş. Kilisenin bahçe duvarındaki demir kapı gerçekten kapalı; itilmekle açılmıyor... Penceredeki kadm “ZiM çalın” diyor. Geriye çekilip bakınca kilisenin duvarının üstünden çan kulesi görünüyor. Zilden neden sonra kapı aralanıyor; kapmın aralığındaki kaim kara kaşlı, parlak siyah saçlı, yaşı 30 var yok, bir kadın “Ne istiyorsunuz” dedikten sonra içeri giriş için
Patrikhane’den iki nüsha izin kâğıdı istiyor; yaşlı bir çınarın yükseldiği avluya alıcı gözüyle bakılmasına bile izin vermiyor. İstanbul’da Bizans döneminden kalıp halen kullanılmakta olan bu tek kiliseyi görebilmek ve aynı zamanda Tann’nın Evi’ne giriş için Patrikhane’den mühürlü iki nüsha kâğıtla tam doksandokuz basamaklı merdiveni bir kez daha çıkmak da yetmiyor, çünkü kadm -ki zangoç- kapıyı açmıyor; bir yere gitmiş olabilir...
Birden fazla adı ve öyküsüyle inşam kendine çeken kiliseden ters yüzü ve yokuş aşağı inerken gizem dolu öyküler tarih sahnesine çıkış şuasıyla Haliç’in üstünde uçuşuyor... Haçlılar, 1204’te girdikleri Konstantinopolis’in altını üstüne getirdikten sonra
126 l ’de VIII. Mihael Palaiologos gelip Latin İmpatorluğu’na son veriyor... Bizans’ta “Paleologus Rönesansı” olarak anılan kentin yeniden imanna başladığında Mihael’in dayısı İsaakhios Doukas. Meryem Ana’nın adına işte bu kiliseyi/manastın Panayotisa Kilisesi’ni yaptırıyor.
Yüzlerce yıl içindeki tadilat nedeniyle artık olmayan tetrakonk plan -ki bu yapı
plamnda ortadaki bir karenin dört kenannda yonca yaprağına benzeyen birer çıkıntı bulunuyor ve kemerler duvarlara bitişik sütunlara dayanıyor- Hıristiyanlığm ilk
dönemlerindeki mozoleleri andırıyor ve Haçlılar’m yıkmış olabileceği tetrakonk planlı mozoleden bozma manastırın yerine aynı planda bir kilisenin yapılmış olabileceği sanılıyor.
Kilisenin öteki adı Muhlotisa ise başka bir öyküyü
yaratıyor... Öykünün kahramanı bu kez Mihael’in kızı Mana Pailogina. .. Mihael imparator ama imparatorluğu pamuk
ipliğinin ucunda... Cengiz Han’ın torunu Hulagu Han. Asya’nın öteki ucundan kalkıp Bağdat’a kadar gelmiş; Anadolu’daki Selçuklular’a korku salarak İran’da Moğol devleti Ilhanlı’yı kurmuş... Böylesi bir ortamda dost olmak ve dostluk için akraba olmak gerekiyor... Mihael, kızı Maria’yı Hulagu’ya eş olarak veriyor... Maria yoldayken
1265 ’te Hulagu ölüyor...Maria, tlhanlı ülkesine vannca Hulagu’nun oğlu Abaka’yla evlenip yine han karısı oluyor. Abaka Han, 1281’dc ölüyor; Maria, Konstantinopolis’e dönüyor; Haçlılar’ ın yıktığı manastınn
Kilise adını alıyor. Fakat II. Mehmet, öldürülen askerlerine karşılık kiliseye dokunmadığı gibi 1467’de Fatih Camisi’ni yaptınrken kalfa Hristodulos’un çalışmalarından öylesine hoşnut kalıyor ki Panayotisa Kilisesi’ni bir fermanla Rum kalfanın yaşlı annesine armağan olarak Patrikhane’ye veriyor... Hangi öykü gerçek bilinmez ama bir gerçek var ki o da İstanbul’da Bizans
döneminde yapılmış kiliseler arasından bir tek Meryem Ana ya da Panayotisa, ya da Muhlotisa ya da Küflü, ya da Matomenieklisia ya da Kanlı Kilise 13. yüzyıldan 21. yüzyıla Ortodokslar tarafından kullanılan tek kilise olarak geliyor ve öykünün bu bölümünde Patrikhane’den alınmış iki nüsha izin kâğıdına rağmen kalın kara kaşlı ve parlak siyah saçlı kadm, demir kapıyı kilitleyip gittiği için kendini göstermiyor... İnat bu ya, ertesi gün, tam doksan dokuz basamaklı merdivene gerek kalmadan, otomobille Haliç kıyısından tepedeki Özel Rum Lisesi
“kurnazı okulu” kerteriz alarak ve rampa iyice dikleşmeden birinci vitese atarak, okulun sağından kıvrılınca birkaç dakikada kilisenin kapısının önüne geliniyor.
Tanzimat'la yapılan Osmanlı, İstanbul’da yeni kilise yapımını yasaklamış; camiye çevrilmeyip de kilise olarak kalanlar zaman içinde depremlere, yangınlara ve yıllara yenik düşmüş; 19. yüzyılın başında Tanzimat’ın kazanmayla Ortodokslar Bizans’tan kalma kiliseleri yıkıp yenilerini yapmış. Panayotisa ise 19. yüzyılın sonunda içindeki tadilat ve eklenen çan kulesiyle “kazanım”ı atlatmış; dış görünüşünü koruyarak Bizans’tan beri ibadete açık “tek kilise” olarak günümüze kadar gelmiş...
Adını bile söylemeyen zangoç, ne sorulursa sorulsun “Ben bilmem” diyor.
Bir bilinmezin içinde avludan kiliseye giriliyor; ahşap kapının arkasında iki kanatlı siyah bir demir kapı çıkıyor.
Kapı açıldığında, tepedeki küçük bir pencereden sızmaya çalışan gün ışığının loşluğunda bir kutunun içindeki şalteri indirince tüm lambalar aynı anda yanıyor; tavandan sarkan avizeler ışıldıyor; ışık, kristallerin arasında renkten renge giriyor; duvarlardaki büyük boy ikonların yaldızları parlıyor; tümü gümüş kabartma ikonalar göz alıyor..
Kilise, harcında taşımaya devam ettiği tarihin kokusu ile görkemini kendi içinde yaşıyor.
Kilisenin içinden birkaç basamakla inilen suyu çoktan kurumuş ayazma, öykülerde Haçlılar’m yıktığı mozolenin mezar kısmım akla getiriyor.
Bir papazının olmadığı ve bir papazın çevredeki birkaç kiliseyle birlikte ilgilendiği Panayotisa’da ne sorulursa “Ben bilmem” diyen kaim kara kaşlı, parlak siyah saçlı kadın, çerçevelenip duvara asılmış tuğralı Arapça yazıyı gösteriyor hiç ummadık bir anda... Bunun, Fatih’in fermanı olduğunu söyleyip geri çekiliyor... Sanki, dahasını anlatmak için para bekliyor. Yaşı 30 var yok kadına, kiliseyi istismar eden Eirene’nin adı
yakışıyor.
Haliç’in üstünde Fener’de kendini korumuş bir kilisede tarihin kokusuyla
yoğurabileceğiniz kendinize ait bir öykü yaşayabilmek için iki nüsha izin kâğıdı ve galiba “Ben bilmem”i aşabilmek için de adına banknot denilen birkaç kâğıt parçası gerekiyor...