• Sonuç bulunamadı

Doğal Bacillus sp. BDM23 Suşundan Endo β-Mannanaz Enziminin Üretimi, Kısmi Saflaştırılması ve Karakterizasyonu

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Doğal Bacillus sp. BDM23 Suşundan Endo β-Mannanaz Enziminin Üretimi, Kısmi Saflaştırılması ve Karakterizasyonu"

Copied!
202
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

2

(3)
(4)

4

IÇINDEKILER

Önsöz...5

Düzenleme Kurulu...6

Bilim Kurulu...7-8

Nanobiyoteknoloji...14-20

Tıbbi Biyoteknoloji...21-35

Çevre Biyoteknoloji...36-40

Tarımsal Biyoteknoloji...41-67

Biyokimya...68-83

Endüstriyel ve Mikrobiyal Biyoteknoloji...84-91

Moleküler Markırlar ve Dizileme Teknolojileri...92-97

Genomiks ve Proteomiks...98-102

Genetik Mühendisligi ve Biyomühendislik...103-106

Gıda Biyoteknolojisi...107-109

Poster Sunumlar...00-00

INDEKILER

(5)

INDEKILER

Değerli Kongre Katılımcıları,

Moleküler Biyoloji ve Biyoteknoloji Kongresinin altıncısında sizlerle birlikte olmaktan onur ve

mutluluk duyuyorum.

Günümüzün yükselen teknolojilerinin başında gelen moleküler biyoloji ve biyoteknoloji

konu-larında gerçekleşen gelişmeler ve yeni teknolojiler sağlık, tarım, gıda, mikrobiyoloji, çevre,

en-düstri ve diğer pek çok alanda yeni ufuklar açmakta ve artan dünya nüfusunun beslenmesinde

ve yaşam kalitesinin iyileştirilmesinde farklı çözüm yolları sunmaktadır. Bu alandaki gelişmeleri

yakından izlemek ve paylaşmak, akademik çalışmalarda kalite ve verimliliği de olumlu

etkileye-cektir. Bu bağlamda bilimsel bir platform oluşturan kongreler büyük önem arz etmektedir.

Bugüne kadar başarılı bir şekilde organize edilen “Moleküler Biyoloji ve Biyoteknoloji

Kong-resi’nin altıncısı Nobel Bilim ve Araştırma Merkezi ile Çukurova Üniversitesi Biyoteknoloji

Araştırma ve Uygulama Merkezi işbirliğinde Adana’da gerçekleştirilecektir.

Moleküler Biyoloji ve Biyoteknoloji Kongresinde farklı disiplinlerdeki güncel gelişmeler her

yönüyle tartışılıp çok değerli bilim insanları tarafından sunulacaktır. Bilgilerimizi güncelleyerek,

tecrübelerimizi paylaşma fırsatı bulacağımız bu güçlü bilimsel programda, Moleküler Biyoloji

ve Biyoteknoloji gönül veren tüm araştırıcıları aramızda görmekten mutluluk duymaktayız.

Daha önceki Kongrelerde olduğu gibi “VI Ulusal Moleküler Biyoloji ve Biyoteknoloji

Kong-resinde” sunulan araştırmalar yazarların isteği doğrultusunda “Journal of Applied Biological

Science” (JABS) veya “Biyoloji Bilimleri Araştırma Dergisinde” (BİBAD) makale olarak da

yayımlanacaktır.

VI. Ulusal Moleküler Biyoloji ve Biyoteknoloji Kongresinde davetli konuşmacılar, sözlü ve

poster sunumlarına ek olarak siz değerli katılımcılar tarafından gelen öneriler doğrultusunda

“1. Ulusal Moleküler Biyoloji ve Biyoteknoloji Öğrenci Kongresi” de gerçekleştirilecek ve bu

kapsamında ‘Biyoteknolojide Kariyer Planlama’ paneli yapılacaktır. Kongre konuları da oldukça

geniş kapsamlı olup bu konuların belirlenmesinde moleküler biyoloji ve biyoteknoloji alanındaki

güncel eğilimler ve yenilikler dikkate alınmıştır.

(6)

6

MB&B, 05-07 Ekim, 2017, www.biyoloji.gen.tr...

DÜZENLEME KURULU

Kongre Başkanı

Prof. Dr. Yıldız AKA KAÇAR

Çukurova Üniversitesi

Kongre Düzenleme Kurulu Başkanı

Prof. Dr. Hatice KORKMAZ GÜVENMEZ

Çukurova Üniversitesi

Kongre Koordinatörleri

Prof. Dr. Mehmet KARATAŞ

Necmettin Erbakan Üniversitesi

Prof. Dr. Sezai TÜRKEL

Uludağ Üniversitesi

Kongre Sekreteri

Dr. Özhan ŞİMŞEK

Çukurova Üniversitesi

Düzenleme Kurulu Üyeleri

Prof. Dr. Nebahat SARI

Prof. Dr. Zerrin ERGİNKAYA

Prof. Dr. Yeşim YALÇIN MENDİ

Prof. Dr. Osman GÜLNAZ

Doç. Dr. İlknur SOLMAZ

Yrd. Doç. Dr. Fatmagün AYDIN

Dr. Şaire TÜRKOĞLU

Dr. Petek TOKLU

Dr. Gül SATAR

Dr. Dicle DÖNMEZ

Zir. Yük. Müh.Cemile GÖKSAL

Zir. Yük. Müh.Belgin BİÇEN

Tüt. Tek. Müh. Hakan EROL

Uzm. Serdar KİLERCİOĞLU

Biyolog Tolga İZGÜ

Biyolog Deniz TANRISEVER

(7)

BILIM KURULU

Prof. Dr. Kazım ABAK-Lefke Avrupa Üniversitesi

Prof. Dr. Leyla AÇIK-Gazi Üniversitesi

Prof. Dr. Yıldız AKA KAÇAR-Çukurova Üniversitesi

Prof. Dr. Sezen ARAT-Namık Kemal Üniversitesi

Prof. Dr. Nazlı ARDA-İstanbul Üniversitesi

Prof. Dr. Burhan ARIKAN-Çukurova Üniversitesi

Prof. Dr. Mustafa ATEŞ-Ege Üniversitesi

Prof. Dr. Yeşim AYSAN-Çukurova Üniversitesi

Prof. Dr. Aykut AYTAÇ-Hacettepe Üniversitesi

Prof. Dr. Fevzi BARDAKÇI-Adnan Menderes Üniversitesi

Prof. Dr. Aynur BAŞALP-Mehmet Akif Üniversitesi

Prof. Dr. Ali Osman BELDÜZ-Karadeniz Teknik Üniversitesi

Prof. Dr. Nihal BUZKAN-Sütçü İmam Üniversitesi

Prof. Dr. Gökhan CORAL-Mersin Üniversitesi

Prof. Dr. Zeynep Petek ÇAKAR-İstanbul Teknik Üniversitesi

Prof. Dr. Selim ÇETİNER-Sabancı Üniversitesi

Prof. Dr. Cumhur ÇÖKMÜŞ-Konya Gıda ve Tarım Üniversitesi

Prof. Dr. Sadık DİNÇER-Çukurova Üniversitesi

Prof. Dr. Sezai ERCİŞLİ-Atatürk Üniversitesi

Prof. Dr. Şebnem ELLİALTIOĞLU-Ankara Üniversitesi

Prof. Dr. Zerrin ERGİNKAYA-Çukurova Üniversitesi

Prof. Dr. Hikmet GEÇKİL-İnönü Üniversitesi

Prof. Dr. Candan GÜRAKAN-Orta Doğu Teknik Üniversitesi

Prof. Dr. Rüştü HATİPOĞLU-Çukurova Üniversitesi

Prof. Dr. Oya IŞIK-Çukurova Üniversitesi

Prof. Dr. Dilek KAZAN-Marmara Üniversitesi

Prof. Dr. Hatice KORKMAZ GÜVENMEZ-Çukurova Üniversitesi

Prof. Dr. Naci ONUS-Akdeniz Üniversitesi

Prof. Dr. Gülay ÖZCENGİZ-Orta Doğu Teknik Üniversitesi

Prof. Dr. Filiz ÖZÇELİK-Ankara Üniversitesi

(8)
(9)
(10)

10

(11)
(12)

12

(13)
(14)

14

MB&B, 05-07 Ekim, 2017, www.biyoloji.gen.tr...

Özet 01

Tarımsal Nanoteknoloji Devri

Hatice ERYILMAZ

Ömer Halisdemir Üniversitesi, Tarım Bilimleri ve Teknolojileri Fakültesi, Tarımsal genetik Mühendisliği, 51240 NİĞDE

Sunum: Sözlü Özet

Nanoteknoloji, en genel tanımıyla çok küçük yapıların ticari bir amaç için kullanılmak üzere düzenlenmesidir. Bilim adamları ve araştırmalar önü-müzdeki 15-20 yıllık süreç içerisinde “Nanoteknoloji Çağı” olarak adlandırılan çağa girileceğini öngörmektedirler. Nanoteknolojideki gelişmeler, tarım alanındaki yeni gelişmeleri de beraberinde getirmiştir.

Nanoteknoloji, hastalıkların moleküler tedavisi, hızlı hastalık teşhisi, bitkilerin besinleri soğurma yeteneğinin artırılması gibi yeni yaklaşımlarla, tarım ve gıda endüstrisinde devrim yaratma potansiyeline sahiptir. Tarımda nanoteknoloji; zirai ilaç kullanımını azaltma, bitki ve hayvan ıslahı ge-liştirme, bitki hastalıklarını önlemede, aynı zamanda hastalık tespitinde ve yeni nano-bioendüstriyel ürünler oluşturma da gelecek vaat etmektedir. Tarım için kullanılan tüm girdiler teknolojik olarak değiştirilebileceği gibi ayrıca bitkinin büyümesi, bitkilerin ihtiyacı olan bitki besin maddeleri ve pH seviyelerini uzak mesafeden kontrol edilebilecek ve bu sayede işgücü azalabilecektir. Gelecekteki nano yapıdaki katalizörler sayesinde, pestisitlerin ve herbisitlerin daha düşük dozlarıyla daha etkili olması sağlanacaktır.

Ülkemizdeki toprakların genel yapısının kireçli ve yüksek pH değerine sahip olması, bitkilerin çeşitli mineralleri almasını zorlaştırır. Mineral eksikliğini gidermeye yönelik yapılan gübreleme çalışmaları yeterli olamamaktadır. Özellikle yapraktan verilen gübrelerde; yaprağın yapısında bulunan stoma açıklığının az olması, makro ve mikro boyutlardaki moleküllerden oluşan gübre geçişini büyük ölçüde zorlaştırmaktadır. Böylece, hem bitki ihtiyacı olan minerallerden yoksun kaldığı için verim düşmekte, hem de gereksiz kullanılan gübre ekonomik ve çevresel zararlara sebep olmaktadır. Makro ve mikro boyutların tersine, Nano boyutlara getirilmiş gübreler bitkinin stoma açıklığından rahatça geçebildiği için bitkinin minerallerden faydalanması kolaylıkla sağlanırken, gübreden de %100’e yakın verim alınmaktadır. Sonuç olarak bu teknolojiyle beraber gelecekte dünyanın en büyük problemleri olan çevre kirliliği, açlık, gıda güvenliği gibi problemlerinde ortadan kalkacağı öngörülmektedir.

(15)

Özet 02

Flurofor Iliştirilen Altın Nanopartiküllerin Hazırlanması ve Hücre Etkileşimlerinin Görüntülenmesi

Gamze TAN

Biyoloji bölümü, Fen-Edebiyat Fakültesi, Aksaray Üniversitesi, Aksaray

Sunum: Sözlü Özet

Nano boyut özelliklerinin bir sonucu olarak organ ve dokuların ötesinde hücre yüzeyi ve içindeki biyomoleküllerle benzeri görülmemiş etkileşim-lere ve bu sayede hücresel ve çekirdeksel hedeflemeye (gen transfeksiyonu ve gen susturulması vb.) olanak sağlayan nanopartiküller başta kanser olmak üzere birçok hastalığından tanı ve tedavisinde büyük beklentiler yaratmıştır. Farklı boyut ve şekillerde sentezlenebilmesi, yüzey modifikas-yonu ve fonksiyonelliğinin ayarlanabilir olması, gelişmiş plazmon rezonans özelliği ve yüzey oksidasmodifikas-yonuna karşı direnci altın nanopartikülleri (AuNP) işaretleme, algılama, görüntüleme, ilaç taşıma ve hipertermi gibi temel biyomedikal uygulamalar için öne çıkaran özelliklerden sadece birkaçıdır. Bununla birlikte diyagnostik ve terapötik amaçlarla hücrelere yönlendirilecek partiküllerin yüksek kolloidal stabiliteye sahip olması ve hücresel etkileşim mekanizmalarının ortaya çıkarılması başarılı bir biyomedikal uygulama için kilit öneme sahiptir. Bu çalışmanı amacı mono-dispers AuNP’lerin sentezlenmesi ve partikül-hücre etkileşiminin incelenmesidir. Çalışmada 20 nm boyutunda sitrat ile indirgenerek sentezlenen AuNP’ler, Tetrametilrhodamin (TAMRA) kadaverin boya molekülleriyle etiketlenen amfifilik bir polimer olan poly(maleik anhidrit) (PMA) ile kaplanmıştır. Partiküllerin boyut, şekil ve yüzey özellikleri TEM, DLS, UV-Vis spektrometre ve jel elektroforezi ile analiz edilmiştir. Daha sonra PMA-TAMRA kaplı AuNP’ler hücresel alımlarının incelenmesi amacıyla fare embriyo fibroblast hücre hattıyla (NIH 3T3) etkileştirilerek, hücre etkileşimi konfokal mikroskobu aracılığıyla görüntülenmiştir. Sonuçlar partiküllerin başarılı bir şekilde 3T3 hücreleri tarafından içeriye alındığını göstermiştir.

Anahtar Kelimeler: Partikül-hücre etkileşimi, altın nanopartiküller, polimer kaplama, PMA

The preparation of fluorophore-attached gold nanoparticles and visualization of their cellular

interac-tion

Abstract

Nanoparticles that provide unique interactions with biomolecules both on the surface of and inside the cells beyond the organs and tissues thanks to their nano size properties, and thus enable cellular and nuclear targeting such as gene transfection, gene silencing have raised the expectations in the diagnosis and treatment of many diseases, especially cancer. With easy of synthesis in different sizes and shapes, adjustability of the surface modification and functionality, their localized plasmon resonance properties, and resistance to surface oxidation are just some features of gold nanoparticles that become them prominent in major biomedical applications such as labeling, sensing, imaging, drug delivery and hyperthermia. However, the particles directed to cells for diagnostic and therapeutic purposes are expected to have high colloidal stability and the discovery of cellular interaction mechanisms, that are crucial for successful biomedical application. The aim of this study was to synthesize the monodisperse AuNPs and to examine the particle-cell interaction. In the study, gold nanoparticles with 20 nm were synthesized by citrate reduction method and then these particles were coated using an amphiphilic polymer PMA (poly-maleic-anhyydride) modified by the tetramethylrhodamine (TAMRA) cadaverine dye molecules. The size, shape and surface properties of the particles were analyzed by TEM, DLS, UV-Vis spectrometer and gel elect-rophoresis. Subsequently, PMA-TAMRA-coated AuNPs were interacted with the mouse embryo fibroblast cell line (NIH 3T3) and were visualized under a confocal microscopy to examine their cellular uptake. The results showed that the particles were successfully internalized by the 3T3 cells.

(16)

16

MB&B, 05-07 Ekim, 2017, www.biyoloji.gen.tr...

Özet 03

Çinko Nitrat Öncüsünden ZnO Nanopartiküllerinin Yeşil Sentezinde Kullanılabilecek Bakterilerin

Izolasyonu ve Moleküler Tanısı

Mehmet KARADAYI1, Medine GÜLLÜCE1, Abdussamed Yasin DEMİR2 1Atatürk Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü, Erzurum

2Atatürk Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Erzurum

Sunum: Sözlü Özet

ZnO nanopartikülleri eşsiz fiziksel, kimyasal ve biyolojik özelliklerinden dolayı oldukça popülerdir. Bununla birlikte geleneksel üretim süreçle-rinde açığa çıkan toksik yan ürünlerden dolayı daha güvenli üretim süreçlerinin geliştirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu alanda yeşil sentez yön-temleri en çok umut vaat eden yaklaşımlardır. Bu çerçevede mevcut çalışmamız ZnO nanopartiküllerinin yeşil sentezinde kullanılabilecek bakte-rilerin yerel ekosistemlerden izolasyonu ve moleküler tanılarının yapılması amacıyla kurgulanmıştır. Bakteri izolasyonu için Erzurum çevresinden alınan toprak örnekleri kullanılmıştır. Daha sonra izolatların her biri çinko nitratlı MSB (mineral salt basal) ortamına 600 nm’de 0,5 OD değerine ulaşıncaya kadar inoküle edilmiştir. Bu kültürler 25 °C ve 120 rpm hızda 3 gün boyunca çalkalamalı olarak inkübe edilmiş ve süre sonunda litera-ture uygun olarak çökelti oluşturanlar ZnO nanopartiküllerinin ekstraselüler biyosentezi için aktif izolatlar olarak kabul edilmiştir. Aktif izolatların moleküler karakterizasyonunda ise 16S ribozomal RNA gen bölgesi sekans analizi yönteminden yararlanılmıştır. Çalışma sonunda 2 aktif izolatın (MY6 ve MY14) etkin bir şekilde çinko nitrat öncüsünden ZnO nanopartiküllerini ekstraselüler olarak sentezleyebildiği tespit edilmiştir. Yapılan karakterizasyon çalışmaları sonucunda MY6: Bacillus atrophaeus (%100) ve MY14: Pseudomonas sp. (%99) olarak tanılanmıştır. Sonuç olarak, mevcut çalışmamız ile ülkemiz ekosistemlerinden, ZnO nanopartiküllerinin ekstraselüler biyosentezinde kullanılabilecek 2 bakteri izolatı elde edilmiştir. Bu izolatlar, gelecekte yapılacak optimizasyon çalışmaları ile daha kontrollü, verimli ve çevreyle dost nanopartikül üretim süreçlerinin geliştirilmesine katkı sağlayabilecek niteliktedir.

Anahtar Kelimeler: Bakteri, Yeşil Sentez, ZnO Nanopartikülleri

Isolation and Molecular Characterization of Bacteria that can be Used in the Green Synthesis of ZnO

Nanoparticles from Zinc Nitrate Precursor

Abstract

ZnO nanoparticles are very popular due to their unique physical, chemical and biological properties. However, there is a need for the development of safer production processes due to toxic by-products that are evolved during traditional production processes. Green synthesis methods in this area are the most promising approaches. Our current work has been designed to isolate and molecularly identify bacteria from local ecosystems that can be used in the green synthesis of ZnO nanoparticles. Soil samples from around Erzurum were used for bacterial isolation. Each of the isolates was then inoculated to a zinc nitrate MSB (mineral salt basal) medium to a OD of 0.5 OD at 600 nm. These cultures were incubated at 25 °C and 120 rpm for 3 days, and at the end of the period the precipitate-forming ones were accepted as active isolates for extracellular biosynthesis of ZnO nanoparticles. The molecular characterization of the active isolates was based on the 16S ribosomal RNA gene region sequence analysis method. At the end of the study, it was determined that 2 active isolates (MY6 and MY14) could efficiently synthesize ZnO nanoparticles extracellularly from the zinc nitrate precursor. As a result of the characterization studies made, isolates were identified as MY6: Bacillus atrophaeus (%100) and MY14: Pseudomonas sp. (%99). As a conclusion, our current work has resulted in two bacterial isolates from our country’s ecosystems that can be used for extracellular biosynthesis of ZnO nanoparticles. These isolates are able to contribute to the development of more controlled, efficient and environmentally friendly nanoparticle production processes with future optimization studies.

(17)

Özet 04

Farklı Fonksiyonel Gruplara Sahip Kaliks[4]aren Türevlerinin MDA-MB-231 Hücre Hattı

Üzerinde-ki Sitotoksik EtÜzerinde-kinliklerinin Araştırılması

Emine GÖK1, Fatih ÖZCAN1,2, Şeref ERTUL2, Pembegül UYAR ARPACI1,3 1İleri Teknoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi, Selçuk Üniversitesi, Konya, Türkiye Fen Fakültesi, Kimya Bölümü, Selçuk Üniversitesi, Konya, Türkiye

3Fen Fakültesi, Biyoteknoloji Bölümü, Selçuk Üniversitesi, Konya, Türkiye

Sunum: Sözlü Özet

Sağlıklı hücrelere zarar vermeden yalnızca kanser hücrelerini hedef alan yeni tedavi stratejileri geliştirmek son yıllarda oldukça önem kazanmıştır. Bir supramolekül olan kaliksaren (p-tert-bütilkaliks[4]aren) bu konuda oldukça umut vadeden bir adaydır ve yalnızca kanser hücrelerini hedef alan tedaviler için yeniden modifiye edilebilmektedir. Kalikaren, kase ya da koni şekilli sentetik supramoleküler makrosiklikler grubudur, metilen köprüleriyle bağlı fenol birimleri ve bir aldehittem oluşmaktadır. Bu çalışmada, piridinyum grupları ile türevlendirilen kaliksarenin, metastatik meme kanseri hücreleri üzerindeki tercihli sitotoksisitesi karşılaştırılmıştır. Farklı fonksiyonel gruplarla türevlendirilmil olan p-tert-bütilkaliks[4] aren’in metastatik meme kanser hücresi MDA-MB-231 ve sağlıklı fare fibroflast L-929 hücre hattı üzerindeki zamana ve doza bağlı sitotoksisite-sini XTT ve Gerçek Zamanlı Hücre Analiz (RTCA) metodları ile inceledik. Araştırmamız, kaliksarenin, MDA-MB-231 metastatik meme kanseri hücrelerine karşı 3. pozisyonda piridinyum grubunun modifikasyonu ile 25 ila 100 ug / mL konsantrasyon aralığında etkin bir tercihli sitotoksisite gösterdiğini göstermektedir. Bu çalışmada bildirilen sonuçlar, p-tert-butilkaliks[4]aren türevlerinin L-929 hücreleri ile karşılaştırıldığında, MDA-MB-231 metastatik meme kanserine tümöre tercihli in vitro sitotoksik etkilerinin, güvenli kanser tedavisi için umut verici bir yaklaşım sunduğunu ortaya koymuştur.

Anahtar Kelimeler: Kaliksaren, Sitotoksisite, MDA-MB-31, RTCA

Investigation of Cytotoxic Activities of Calix[4]aren Derivatives with Different Functional Groups on

MDA-MB-231 Cancer Line

Abstract

The search for new potent anticancer drugs that can only target cancer cells, rather than affecting normal tissues is very much commendable. Supramolecular Calixarene (p-tert-butylcalix[4]arene) is a highly promising candidate in this regard and could be modified to enhance preferential cytotoxicity for targeted therapy. Calixarenes are a family of bowl or cone shaped synthetic supramolecular macrocycles, composed of phenol units linked by methylene bridges through and an aldehyde. In this present study, the effect of functionalized calixarene by pyridinium groups on preferential cytotoxicity in metastatic breast cancer cells in-vitro by comparing with innate preferential toxicity shown by unaltered. We examined the dose- and time-dependent inhibition of the growth of the metastatic breast cancer cells MDA-MB-231 and healhy mouse fibroblast L-929 cell lines after p-tert-butylcalix[4]arene treatment by XTT Assay and Real-Time Cell Analysis (RTCA) Systems. Our research directs that calixarene shows effective preferential cytotoxicity at a concentration range of 25 to 100 μg/mL with enhanced preferential cytotoxicity shown by the modi-fication of pyridinium group at the position 3 against MDA-MB-231 metastatic breast cancer cells. The results reported in this study demonstrated that tumor-preferential in-vitro cytotoxicity of p-tert-butylcalix[4]arene against MDA-MB-231 metastatic breast cancer over L-929 cells present a promising approach for efficient and safe cancer therapy.

(18)

18

MB&B, 05-07 Ekim, 2017, www.biyoloji.gen.tr...

Özet 05

Çinko Sülfat Öncüsünden Biyosentez Yoluyla Üretilen ZnO Nanopartiküllerinin Genotoksik

Potansi-yeli

Mehmet KARADAYI

Atatürk Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü, Erzurum

Sunum: Sözlü Özet

Geleneksel yöntemlerle sentezlenen nanopartiküllerin zararlı etkilerinin anlaşılmasının ardından daha güvenli olduğuna inanılan biyolojik sentez yöntemleri popülerlik kazanmıştır. Bununla birlikte bu yöntemlerin gerçekten güvenli olduklarına dair yeterli bilgi halen literatürde bulunma-maktadır. Mevcut çalışmada çinko sülfat öncüsünden biyolojik olarak üretilen ZnO nanopartiküllerinin genotoksik potansiyellerinin araştırılması amaçlanmıştır. Bu amaçla ZnO nanopartikülleri öncü maddeden Rhodococcus erythropolis K85 ile biyolojik olarak sentezlenmiş ve karakteri-zasyonlar SEM incelemeleri ve EDAX analizleri ile yapılmıştır. Nanopartiküllerin boyutları 50-250 nm arasında bulunmuştur ve 0,1 mg/ml kon-santrasyondaki uygulamalardan T. aestivum tohum çimlenmesi etkilenmemiştir. Bununla birlikte ZnO nanopartikülü uygulaması fide gelişimini önemli ölçüde etkilemiştir. Bunun yanı sıra, RAPD analizi sonuçları da fide gelişimi sonuçları ile uyum göstermiş ve test grubu OPA-2, OPA-13, OPH-19, OPW-6, OPW-11, OPW-17, OPW-18 ve OPY-8 primerlerinin RAPD profillerini değiştirmiştir. Bu durum %GTS değerlerinde düşüş ve %polimorfizmde önemli artışa yol açmıştır. Sonuç olarak bu çalışma ZnO nanopartiküllerinin biyolojik olarak sentezlenseler bile önemli toksiko-lojik etkiler gösterebileceğini ve kullanıma sunulmadan önce zararlı potansiyellerinin belirlenmesi gerektiğini açıkça ortaya koymuştur.

Anahtar Kelimeler: Biyosentez, Genotoksisite, RAPD, ZnO Nanopartikülleri

Genotoxic Potential of ZnO Nanoparticles Biosynthesized from Zinc Sulfate Precursor

Abstract

Biological synthesis methods that are believed to be safer have gained popularity, following the understanding of the harmful effects of nanopartic-les synthesized by conventional methods. However, sufficient information is still lacking in the literature that these methods are really safe. In the present study, it was aimed to investigate the genotoxic potentials of ZnO nanoparticles biosynthesized from zinc sulfate precursors. For this aim, ZnO nanoparticles were biologically synthesized from the precursor by Rhodococcus erythropolis K85 and characterized by SEM observations and EDAX analysis. The average size of nanoparticles was ranged from 50 to 250 nm and exposure of the test material did not affect the seed ger-mination of T. aestivum at 0.1 mg/ml concentration. However, seedling growth was significantly affected by ZnO nanoparticle exposure. Besides, RAPD analysis results showed a conformity to the seedling growth results and the test group caused significant changes in the RAPD profiles for OPA-2, OPA-13, OPH-19, OPW-6, OPW-11, OPW-17, OPW-18 and OPY-8 primers. This resulted in a significant decrease in GTS% and an increase in Polymorphism% values. In a conclusion, this study confirms that ZnO nanoparticles may show significant toxicological features even they are biologically synthesized and there is a necessity to determine their hazardous potentials before use.

(19)

Özet 06

Nokta Mutasyonunu Genotiplendirmede Prob-Kapılı Silika Nanoparçacıklar

Meltem ERCAN1, Samet UÇAK1, Bilge Güvenç TUNA2, V. Cengiz ÖZALP1

1İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, İstanbul 2Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Bölümü, İstanbul

Sunum: Sözlü Özet

Tek nükleotid polimorfizm (SNP) bir nükleotitte meydana gelen ve en sık karşılaşılan genetik varyasyon çeşididir. Bu varyasyona neden olan nokta mutasyonları birçok genetik hastalığa yol açar. Genotipleme çalışmaları bu genetik rahatsızlıkların tanısı ve tedavisinde kullanılan başlıca araçlardandır. Yeni nesil DNA dizileme gibi çok kapsamlı ve kesin sonuç verebilen tekniklerin yanı sıra hızlı sonuç verebilen tahlil yöntemlerine ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü hastalıkların önlenmesi ve erken teşhisinde hızlı tanı önemlidir. Bu çalışmada, prob-kapılı silika nanoparçacıkla-rın SNP genotiplemesinde uygulanma potansiyelini göstermek için β-talasemi’nin IVS-110 olarak adlandırılan mutasyon dizisi kullanılmıştır. β-talasemi ülkemizde yaygın olan ve anemiye yol açabilen kalıtsal bir kan hastalığıdır. Amacımız, bir nokta mutasyonunun moleküler tespiti için basit, güvenilir ve hızlı bir test geliştirmektir. Bu testte, fluoresin yüklü silika nanoparçacıkları örtmek için IVS-110 mutasyon dizisi ile mükemmel uyum sağlayan sentetik tek sarmal prob oligonükleotidi kullanıldı. Testin prensibi hibritleşme tetikleyicisi ile DNA yapısındaki değişikliklere da-yanır. Mutasyona uğrayan bölgenin tek sarmal parçasını elde etmek için kan örneklerinden izole edilen genomik DNA, PCR ile amplifiye edildi ve streptavidin kaplı manyetik boncuklar kullanıldı. Sonuç olarak, geliştirilen test ile prob-hedef komplementasyonunda tek bir nükleotid farkı saptanabilir bir sinyal farkı üretti.

Anahtar Kelimeler: β-Talasemi, Mutasyon Tespiti, Silika Nanoparçacıklar

Genotyping A Thalassemia Point Mutation By Probe-Gated Silica Nanoparticles

Abstract

Single nucleotide polymorphism (SNP) are the most common type of genetic variation in a nucleotide sequence. Point mutations that cause this variation lead to many genetic disorders. Genotyping studies are the main tools used in the diagnosis and treatment of these genetic disorders. There is a need for rapid and accurate assay methods as well as very comprehensive and precise methods such as new generation DNA sequencing because rapid diagnosis is crucial in the prevention of diseases and early diagnosis. In this study, the mutation sequence of β-thalassemia, desig-nated IVS-110, was used to demonstrate the potential for application of probe-gated silica nanoparticles in the SNP genotype. β-thalassemia is an inherited blood disease that is common in our country and can lead to anemia. Our goal is to develop a simple, reliable and rapid test for molecular detection of common mutations. In this test, a synthetic single stranded probe oligonucleotide was used that perfectly matched the IVS-110 muta-tion sequence to cover the fluorescence-loaded silica nanoparticles. The test principle is based on changes in DNA structure with the hybridizamuta-tion trigger. The genomic DNA isolated from the blood samples was amplified by PCR and streptavidin magnetic beads were used to obtain the single strand of the region that include the mutation. As a result, a single nucleotide difference in probe-target complementation produced a detectable signal difference with the developed test.

(20)

20

MB&B, 05-07 Ekim, 2017, www.biyoloji.gen.tr...

Özet 07

Yara Iyileşmesinde Nanofibriler Yara Örtülerinin Etkisi

Gülce Naz YAZICI1, Halime SERİNÇAY2, Çiğdem ELMAS3, Cemile Merve SEYMEN3, Deniz ERDOĞAN3, İbrahim USLU4 1Erzincan Üniversitesi Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı Erzincan, Türkiye

2Hacettepe Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Biyoteknoloji Ankara, Türkiye

3Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı Ankara, Türkiye 4Gazi Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Kimya Eğitimi Anabilim Dalı Ankara, Türkiye

Sunum: Sözlü Özet

Yara iyileşmesi üzerine farklı tedavi yöntemleri denenmekte ve bu konuda yeni arayışlar sürdürülmektedir. Çalışmamızda PVA + PAA kopolimeri ve buna eklenen; Aloe vera bitki özü ve nar çekirdeği ekstresi ile nano lif yara materyali oluşturuldu. Deneyde 72 adet erkek sıçan 12 eşit gruba ayrıldı. Deneklerin sırt kısmına 6 cm uzunluğunda kesi yarası oluşturuldu ve yara bölgesine toplam 4 dikiş atıldı. Kontrol grubuna ek olarak; yara örtüsü, aloe vera eklenmiş ve nar çekirdeği ekstresi eklenmiş yara örtüsü grupları oluşturularak; denekler 3., 7. ve 14. günlerde feda edildi ve yara dokuları alındı.

İmmünohistokimyasal boyamalarda; 3.gün kontrol grubunda TGF-α tutulumunun granülasyon dokusu, yeni oluşan tek sıralı epitel ve komşu epi-telde orta dereceli; kıl follikülleri ve damar duvarlarında belirgin olduğu ilgiyi çekti. Yara örtüsü uygulanan grupta, tutulum kontrollere benzerken; Aloe vera eklenmiş yara örtüsü uygulanan grupta, ortadan kuvvetliye değişen düzeydeydi. Nar çekirdeği ekstresi eklenmiş yara örtüsü uygulanan grupta da tutulum belirgindi. Yedinci gün kontrol grubunda, tüm yapılarda TGF-α boyamasının orta dereceli olduğu dikkati çekiyordu. Sadece yara örtüsü ve Aloe vera eklenmiş yara örtüsü uygulanan gruplarda, yeni oluşan epidermis ve dermiste oldukça yaygın ve belirgin reaktivite izleniyordu. Nar çekirdeği ekstresi eklenmiş yara örtüsü uygulanan grupta, oldukça pozitif boyanma ayırt edildi. On dördüncü günde tüm gruplarda tutulum 7.güne eşdeşti.

Üçüncü gün kontrol grubuna ait FGF-2 antikoru ile yapılan incelemede, yeni oluşan epitel bölgesinde ve dermiste tutulum yaygınken; yara örtüsü uygulanan grupta, onarılan epitelde ve dermiste fibroblastlarda zayıftan ortaya değiştiği dikkati çekiyordu. Aloe vera ve Nar çekirdeği ekstresi eklenmiş yara örtüsü uygulanan gruplarda, immünreaktivite orta dereceliydi. Yedinci gün kontrol ve yara örtüsü gruplarında, yeniden yapılanan epidermiste ve dermis kapanma bölgesindeki fibroblastlarda; Aloe vera ve Nar çekirdeği ekstresi eklenmiş yara örtüsü uygulanan gruplarda, epitel-de, dermiste yağ bezleri, kıl follikülleri ve bağ dokusu fibroblastlarında pozitiflik belirgindi. On dördüncü gün kontrol ve yara örtüsü gruplarında, boyanma zayıftan ortaya değişiyordu. Aloe vera ve Nar çekirdeği ekstresi eklenmiş yara örtüsü uygulanan gruplarda, onarım bölgesinde FGF-2 antikor tutulumu diğer gruplara karşın daha zayıftı.

Üçüncü gün kontrol grubunda α-aktin antikoru ile yapılan değerlendirmede, yeni oluşan epitelde, yaraya komşu dermisteki kıl follikülü, damarlar ve bağ dokusu fibroblastlarında orta dereceli bir tutulum izlenirken, diğer gruplarda, tutulumun genelde fibroblast düzeyinde ve yer yer yeni oluşan damarlarda olduğu dikkati çekti. Yedinci günde, α-aktin antikorunun özellikle damar duvarlarında ve dermisin kapanma bölgesindeki fibroblast-larda tutulumunun yoğunlaştığı dikkati çekerken, diğer grupfibroblast-larda immünreaktivitenin kontrole kısmen benzediği ilgiyi çekti. On dördüncü günde de kontrol grubunda, fibroblast ve damar düzeyinde varolan tutulumun yara örtüsü uygulanan grupta, bir derece daha azaldığı; Aloe vera ve Nar çekirdeği ekstresi eklenmiş yara örtüsü uygulanan gruplarda ise fibroblast düzeyinde olduğu ayırt edildi.

Sonuç olarak; kesi yara bölgesi epitelizasyonunun zamana koşul olarak yeniden düzenleniminde Nar çekirdeği ekstresi eklenmiş yara örtüsü uy-gulamasının, dermis farklanmasında ve doku bütünlüğünün korunumunda ise Aloe vera eklenmiş yara örtüsü uygulamasının en iyi sonucu verdiği kanısına varıldı.

(21)

Özet 08

Monosodium Glutamat’ın Hipokampusda Nenden Olabileceği Nöronal Hasarlar ve Omega-3 Yağ

Asitleri’nin Koruyucu Etkisi

Seren Gülşen GÜRGEN1, Ayşe Tuç YÜCEL2, Oya SAYIN3, Ferihan ÇETİN4, Gülce Naz YAZICI5 1Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, Histoloji ve Embriyoloji Bölümü, Manisa 2Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, Anatomi Bölümü, Manisa

3Dokuz Eylül Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, Biyokimya Bölümü, Manisa 4Yüksek İhtisasÜniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, Ankara

5Erzincan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı, Erzincan

Sunum: Sözlü Özet

Monosodyum glutamat (MSG) bir çok hazır besinin içine katılan ve nörotoksik etkisi olduğu bilinen lezzet arttırıcıdır. Çalışmanın amacı adölesan dönemindeki ratların hipokampus bölgelerindeki nöronlarda MSG’nın olası toksik etkisi ve eikosapentaenoik asit (EPA) ve dokosaheksaenoik asitin (DHA) koruyucu etkisinin beyinde BDNF, NMDA-R ve NPY ekspresyonunu immunohistokimyasal ve biyokimyasal yöntemlerle araştır-maktır. Herbir grupta 6 adet dişi olarak adolesan dönemindeki Wistar albino ratlar kullanıldı. 1 Grup: Sağlıklı kontrol, 2 Grup: MSG uygulanan ( 4 mg/kg 1.3.5.7.9. günler intraperitonal (IP)), 3 Grup: MSG + EPA uygulanan grup (MSG + 300 mg/kg 9 gün IP), 4. Grup: MSG + DHA uygulanan grup (MSG + 300 mg/kg 9 günler intraperitonal), 5. Grup: MSG-EPA+DHA uygulanan grup (MSG +300+300 mg/kg 9 gün intraperitonal). 9. gü-nün sonunda kan örnekleri ve beyin dokuları alındı. İmmunohistokimya ve ELISA yöntemi ile BDNF, NMDAR, NPY, ekspresyonlarının sonuçları değerlendirildi. Beyin dokularının hipokampus bölgesi incelendiğinde, BDNF, NMDAR ve NPY reaksiyonu kontrol grubunda CA1 ve DG bellek nöron sitoplazmalarında kuvvetli reaksiyon gösterirken, MSG grubunda her iki tabakada ekspresyonun azaldığı gözlendi. MSG-EPA, MSG-DHA ve MSG-EPA+DHA gruplarında ise aynı bölgedeki nöronlarda BDNF, NMDAR ve NPY immunoreaksiyonu artmıştı. MSG-EPA, MSG-DHA grupları arasındaki hipokampal nöronlardaki ekspresyonlarda anlamlı bir fark gözlenmedi. Sonuç olarak MSG’ın adolesan dönemindeki sıçanların beyin hipokampus CA1 ve DG bölgelerinde BDNF, NMDR ve NPY nöral sinyal moleküllerinin kontrol gruplarına göre azalmasına neden olması nedeniyle bu yaş gruplarında hafıza ile ilgili nöronları olumsuz etkileyeceği düşünülmektedir. Ayrıca MSG’nin EPA ve DHA gibi omega-3 yağ asitleri ile birlikte kullanımının MSG’nin olumsuz nörotoksik etkisiden koruyabilecek çözümlerden biri olabileceği sonucuna varıldı.

Anahtar Kelimeler: MSG, EPA, DHA, Beyin, BDNF, NMDAR, NPY

The effect of Monosodium Glutamate on the Hippocampus of Rats and the Protective Role of

Ome-ga-3 Fatty Acids

Abstract

Monosodium glutamate (MSG) is a natural constituent of many foods and was reported to have neurotoxic effects. The aim of this study is to investigate the possible toxic effect of MSG on histological and brain derived neural factor (BDNF), n-methyl d-aspartate receptor (NMDA-r) and neuropeptid-y (NPY) immunohistocemical features of hippocampus of childhood and adolescent rats and to evaluate the possible protective role of eicosapentaenoic (EPA) and docosahexaenoic acid (DHA) against this effect.

Wistar albino rats divided 5 groups 6 female adolescent in each one. 1 Group: Healthy control. 2. Group: MSG applied group (4 mg/kg 1.3.5.7.9. days intraperitoral (IP)), 3. Group: MSG+ EPA applied group (MSG + 300 mg/kg 9 days IP), 4. Group: MSG + DHA applied group (MSG + 300 mg/kg 9 days IP), 5. Group: MSG + EPA + DHA applied group (MSG + 300+300 mg/kg 9 days IP), 9 days later blood samples and brain tissues took from rats. Immunohistochemical and ELISA techniques were performed using BDNF, NMDAR and NPY. Examination of the hippocampus of adolescent brain revealed powerful BDNF, NMDAR and NPY reaction in granular form in the neuron cytoplasm of the CA1 and DG areas in the control group. Expression decreased in both areas in the MSG group. Strong BDNF reaction was determined in hippocampal neurons in all areas in

(22)

22

MB&B, 05-07 Ekim, 2017, www.biyoloji.gen.tr...

Özet 09

VRE Enfeksiyonlarında Gıda Zincirinin Rolü

Mevhibe TERKURAN1, Zerrin ERGİNKAYA2

1Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi Yemekçilik Hizmetleri Ünitesi, Adana 2Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği, Adana

Sunum: Sözlü Özet

Hastane enfeksiyonlarında VRE(Vankomisin Dirençli Enterokok)’ların artan önemi, kaynak araştrmalarında, gıda zincirine giren ARE(Antibiyotik Dirençli Enterokok)’lar ve özellikle VRE’ ların katkısının araştırılmasını önemli hale getirmiştir. Bu derlemede, VRE’lerin yaygınlığı, epidemiyo-lojisi, özellikle gıda kaynaklı VRE’lerin einfeksiyon epidemiyolojisindeki yeri ve risk açısından Avrupa, ABD (Amerika Birleşik Devletleri)’de ve ülkemizde yapılan bazı çalışmalar irdelenmiştir. VRE epidemiyolojisi, Avrupa ve ABD’de farklılık göstermektedir. Avrupa’da VRE, sıklıkla hayvanlardan izole edilmiş ve tarımsal endüstride “avoparcin”in büyüme faktörü olarak hayvan yemlerinde yoğun kullanımına bağlanmıştır. Bu yemlerle beslenen hayvanlardan izole edilen entrokokların, transfer edilebilir vanA tipi direncin rezervuarı olabileceği belirtilmiştir. Diğer taraftan, ABD’de “avoparcin” kullanılmadığı için VRE, hayvanlarda ve sağlıklı kişilerde izole edilememiştir. Ancak, hastane kaynaklı VRE infeksiyonu ABD’de Avrupa’dan daha yaygındır. Avrupa’da olduğu gibi ülkemizde de VRE önemsenmiş ve çalışmalarda epidemiyolojik özellikleri sorgulan-mıştır. Ancak, gıda kökenli suşlar ile klinik veya kolonizasyon suşları arasındaki muhtemel ilişkinin sorgulandığı klonal düzeyde çalışma oldukça azdır. Son yıllarda yapılan bazı çalışmalarda, gıda kaynaklı enterokokların antibiyotik direncinin yayılımında rezervuar olabileceği, gıda sanayiin-de starter veya probiyotik kültür olarak kullanılacak enterokokların vankomisin/ antibiyotik dirençli veya direnç geni taşıyan türlerle genetik olarak ilişkisiz ve virülans gen taşımaması gerektiği belirtilmiştir.

Anahtar Kelimeler: VRE, Gıda Zinciri, Enterokok

The Role of Food Chain in VRE Infections

Abstract

Literature research for the contribution of AREs (Antibiotic Resistant Enterococci) and, especially VREs (Vancomycin Resistant Enterococci) whi-ch entered into the food whi-chain has gained importance with the increasing significance of VREs in hospital infections. In this rewiev, some studies which conducted in Europe, USA(United states of America) and Turkey were evaluated interms of prevalence, epidemiology and risk factors of foodborne eneterococci in VRE infections. VRE epidemiology differs in Europe and the USA. VRE was generally isolated from animals in Euro-pe, which was connected to the extensive use of ‘’avoparcin’’ as a growth promoter factor in animal feed in agriculture industry. Animals fed with this feed play the reservoir role of transferable vanA type resistance. On the other hand, since ‘’avaoparcin’’was not used in USA, VRE could not be isolated in animals and healty individuals. However, hospital- acquired VRE infections are more common in the USA than Europe. Like European Countries, VRE has been given importance and its epidemiological features have been investigated in several studies in Turkey. However, there are few, if any clonal level studies which questioned the potential relationship between foodborne strains and clinical or caolonisation strains in Turkey. According to some studies, since enterococci are used as starter culture and probiotic culture, they have no relationship genetically with the strains which include vancomycin /resistant to antibiotic/or having resistance and virülence genes.

(23)

Özet 10

Yeni doğanlarda Kistik Fibrozun Teşhisine Yönelik ELISA Kit Geliştirme Çalışmaları

Esin AKÇAEL1, İlham BAHHAR1, Bengü ERGENOĞLU1, Mustafa DİVYAPICIGİL1, Özlem ERTEKİN1, Şerife Şeyda PİRİNÇÇİ1, Harun KOCAAĞA, Ali İhsan MANAV2, Erdal ATAÇ2, Fatıma YÜCEL1

1TÜBİTAK MAM Gen Mühendisliği ve Biyoteknoloji Enstitüsü, Gebze, Kocaeli 2ISLAB San.ve Tic. Ltd. Şti. Eğitim Mah. Kasır Ali Cad No:52 Kadıköy İstanbul

Sunum: Sözlü Özet

Kistik fibrozis (KF), otozomal resesif (çekinik) geçiş gösteren, beyaz ırkta en sık rastlanan genetik-metabolik bir hastalıktır ve Türkiye’de her 2.500 - 3.000 bebekten birinde görülmektedir. Akciğer, pankreas, bağırsak, ter bezleri ve dış salgı bezleri gibi vücudun birden çok sistem ve organını aynı anda etkileyebilen hastalık, akciğerler ve sindirim sistemini kalın ve yapışkan bir mukoza salgısıyla tıkayarak etkiler.

Hastalığın erken tespit edilmesi, hastaların yaşam kalitesini artırmak için etkili bir tedavi stratejisi başlatmak için çok önemlidir. Bu nedenle son yıllarda KF, ABD, Yeni Zelanda, çoğu Avrupa ülkesi ve Türkiye gibi birçok ülkede yeni doğan tarama programlarına dâhil edilmiştir. İmmun Reaktif Tripsinojen (IRT) ve Pankreatitle İlişkili Protein (PAP) düzeyleri KF’li yeni doğanlarda nispeten yüksektir ve bu nedenle hastalığın neo-natal tarama belirteci olarak kullanılır.

Bu çalışmada KF hastalığının erken tanısında kullanmak üzere IRT ve PAP ELISA kitlerinin geliştirilmesi çalışmaları yer almaktadır. ELISA kitlerinde kullanmak üzere söz konusu belirteç proteinlerine (IRT ve PAP) karşı monoklonal ve poliklonal antikorlar geliştirildi, saflaştırıldı ve karakterize edildi. IRT ve PAP proteinlerini kantitatif ölçmek için iki adımlı sandviç ELISA (enzyme-linked immonosorbent-assay) yöntemi kullanıldı. ELISA kit geliştirme çalışmaları kapsamında, IRT ve PAP antikorları biotinle işaretlendi, konjugatların optimal çalışma aralıkları belirlendi. Ticari IRT ve PAP antijenleri kullanılarak standartlar ve model kan spotları hazırlandı. Geliştirilen monoklonal/poliklonal antikorların yakalama ve bağlama özellikleri araştırıldı, sandviç ELISA kit tasarımları ve optimizasyon çalışmaları yapıldı.

Anahtar Kelimeler: ELISA, İmmun Reaktif Tripsinojen (IRT), Pankreatitle İlişkili Protein (PAP), Tanı

ELISA Kit Development for the Diagnosis of Cystic Fibrosis in Newborns

Abstract

Cystic fibrosis (CF) is an autosomal recessive genetic-metabolic disease which has an incidence rate of one in 2.500 – 3.000 infants in Turkey. The disease can affect multiple systems and organs simultaneously including lungs, pancreas, bowls, sweat glands and external glands where in lungs and digestive system, causes obstruction with a viscous mucosal secretion.

Early detection of the disease is very important to start an effective treatment strategy to increase the life quality of the patients. Therefore, in recent years, CF was included in the neonatal screening programs in many countries such as USA, New Zealand, most European countries and Turkey. Immune reactive trypsinogen (IRT) and Pancreatitis associated protein (PAP) levels are relatively high in newborns with CF and therefo-re, they are used as neonatal screening markers for the disease.

This study covers the development of IRT and PAP ELISA kits for early diagnosis of CF. Monoclonal and polyclonal antibodies against the respective marker proteins (IRT and PAP) were developed, purified and characterized for use in ELISA kits. A two-step sandwich ELISA (enz-yme-linked immunosorbent-assay) method was used to quantitatively measure IRT and PAP proteins. In the course of ELISA kit development studies, IRT and PAP antibodies were labeled with biotin, and optimal working ranges of conjugates were determined. Standard and model blood spots were prepared using commercial IRT and PAP antigens. Capture and binding properties of the developed monoclonal / polyclonal antibo-dies were investigated; design of sandwich ELISA kit and optimization stuantibo-dies were performed.

(24)

24

MB&B, 05-07 Ekim, 2017, www.biyoloji.gen.tr...

Özet 11

Kemik ve Nitrik Oksit Ilişkisi

Ayşe TUÇ YÜCEL

Manisa Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, Manisa

Sunum: Sözlü Özet

Endokondral ossifikasyonda, kemiklerin gelişimi, büyüme plağı kıkırdaklarında oluşur. Kemiklerin büyüme plağı kıkırdağı kondrositlerinin pro-liferasyonu ve büyümesi için nitrik oksit (NO) sentazlarının gerekli olduğu bilinmesine rağmen, NO’nun bu süreci kolaylaştıran kesin olan mekanizma henüz açıklığa kavuşmamıştır. Nitrik oksit (NO), kemik hücre fonksiyonu üzerinde önemli etkilere sahip olan serbest bir radikaldir. Nitrik oksit sentazın (eNOS) endoteliyal izoformu, yapısal temelde kemikte geniş oranda eksprese edilirken, indüklenebilir NOS sadece iltihap uyaranlara yanıt olarak eksprese edilir. Şu anda, nöronal NOS’un kemik hücreleri tarafından eksprese edilip edilemediği henüz belli değildir. NO, yüksek seviyelerde, kemik emilimini ve oluşumunu inhibe eder ve şiddetli inflamasyonda kemik döngüsünü baskılamak için harekete geçebilir. eNOS nakavt farelerinin kusurlu kemik oluşumuna bağlı olarak osteoporoza sahip olması nedeniyle eNOS izoformunun osteoblast aktivitesini ve kemik oluşumunu düzenleyen önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Diğer çalışmalar, eNOS yolağından türetilmiş NO’ nun, östrojenin kemiğe etkisinin bir arabulucu olarak hareket ettiğini göstermiştir. eNOS, prostaglandinler ile birlikte hareket ettiği mekanik yükün iskelet üzerindeki etkilerine aracılık eder, kemik oluşumunu hızlandırır ve kemik rezorpsiyonunu bastırır. Farmakolojik NO vericilerinin deney hayvanlarında kemik kütlesini artırdığı gösterilmiştir ve ön kanıtlar, bu ajanın insanda kemik döngüsünü de azaltabileceğini göstermektedir. iNOS-nakavt farelerinde yapılan ileri deneyler, iNOS’un inflamatuvar kemik kaybında rol oynayan izoform olduğunu göstermektedir. Bu iNOS aktivasyonu, kemik oluşu-munu baskılayarak ve osteoblast apoptozu arttırarak iltihaba bağlı osteoporoza katkıda bulunabilir. Hayvanlar üzerindeki artrit modellerinde NOS inhibitörlerinin artrit şiddetini azaltabileceği gösterilmiştir. Bu, NOS inhibitörlerinin insanlarda inflamatuvar hastalığın tedavisinde önemli bir klinik kullanıma sahip olduğunu düşündürse de, insan çalışmaları henüz yayınlanmamıştır.

Anahtar Kelimeler: Kemik, Nitrik Oksit(NO), Nitrik Oksit Sentezi(NOS)

Bone and Nitric oxide relationship

Abstract

In endochondral ossification, growth of bones occurs at their growth plate cartilage. While it is known that nitric oxide (NO) synthases are required for proliferation of chondrocytes in growth plates cartilage and growth of bones, the precise mechanism by which NO facilitates these process has not been clarified yet. Nitric oxide (NO) is a free radical which has important effects on bone cell function. The endothelial isoform of nitric oxide synthase (eNOS) is widely expressed in bone on a constitutive basis, whereas inducible NOS is only expressed in response to inflammatory stimuli. It is currently unclear whether neuronal NOS is expressed by bone cells. These high levels of NO inhibit bone resorption and formation and may act to suppress bone turnover in severe inflammation. The eNOS isoform seems to play a key role in regulating osteoblast activity and bone formation since eNOS knockout mice have osteoporosis due to defective bone formation. Other studies have indicated that the NO derived from the eNOS pathway acts as a mediator of the effects of oestrogen in bone. eNOS also mediates the effects of mechanical loading on the skeleton where it acts along with prostaglandins, to promote bone formation and suppress bone resorption. Pharmacological NO donors have been shown to increase bone mass in experimental animals and preliminary evidence suggests that these agents may also influence bone turnover in man. Further experi-ments using iNOS-knockout mice indicate that iNOS is the isoform involved in the inflammatory bone loss. That iNOS activation may contribute to inflammation induced osteoporosis by suppressing bone formation and promoting osteoblast apoptosis. It has been shown that NOS inhibitors can reduce the severity of arthritis in animal models of arthritis. Whilst this suggests that NOS inhibitors may have an important clinical use in the treatment of inflammatory disease in humans, no human studies have been published so far.

(25)

Özet 12

The role of the reproductive microbiome on fertility and IVF

Pembe SAVAS1, Fezel NİZAM1

Eastern Mediterranean University, Department of Biological Sciences, Famagusta, Cyprus

Sunum: Sözlü Abstract

While Human Microbiome Project (HMP) has been sequencing the microbiome and identifying the vast communities of microbiota that inhibit our bodies, it has already been hypothesized that microbes are involved in the physiology and pathophysiology of assisted reproduction since before the first success in in-vitro fertilization (IVF) and this relationship demands increased focus especially considering that up to forty percent of patients undergoing IVF have abnormal flora somewhere along the reproductive tract. Therefore the microbiome of the female genital tract should become an important consideration in IVF treatments and the aim of this study is to explore the current literature outlining the contribution of important bacteria on reproductive health and outlines gaps in current research in order to highlight future areas of research. This relationship is evident based on the expansive literature available to date importantly after the sequencing data from the 16S rRNA subunit, we will explore the current literature and review the microbiome of the female reproductive tract focusing on the influence of the reproductive microbiome in the assisted reproductive technology. A transition in the microbial flora (lactobacilli species) occurred in most of the women during the course of IVF treatments due to hormonal changes (particularly with respect to variations in estradiol), or inflammation and progesterone resistance or pharma-cological interventions. Hence, the vaginal microbiome has a statistically significant relationship to the live birth rate. In parallel, this study will provide a platform to discuss what a common clinical practice should include for women undergoing IVF such as screening of the vaginal microbi-ome and to develop a model for useful screening tools and implementation of microbial intervention strategies into modern day medicine. Although significant correlations appear to exist between the reproductive tract microbiome, hormone status and IVF success rates, a more comprehensive study is needed to better understand the mechanisms involved in a possible relationship in reproductive assisted technologies. Therefore the future research needs to validate the hypothesis generated in these studies in functional experiments and evaluate true impact on clinical practice. In this regard, the human microbiome research should focus on the possible solutions to mitigate the various factors affecting microbiome flora, implan-tation and delivery rates and this research will reflect the practice of modern biomedical research.

(26)

26

MB&B, 05-07 Ekim, 2017, www.biyoloji.gen.tr...

Özet 13

Nozokomiyal Örneklerden Izole Edilen MRSA (metisiline dirençli Staphylococcus aureus)

Izolatları-nın Moleküler Olarak Tanımlanması

Hatice YAREN1, İnci TUNCER2, Uğur ARSLAN2, Ebru AVCI3, Esra ÇELEN3,4, Pınar ÖZDEN3, Hasibe VURAL3 1Selçuk Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü, Konya

2Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Bölümü, Konya

3Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Bölümü, Konya 4Konya Gıda ve Tarım Üniversitesi, Konya

Sunum: Sözlü Özet

Metisiline-dirençli Staphylococcus aureus (MRSA), nozokomiyal pnömoni ve kan dolaşımı enfeksiyonlarının ikinci sebebidir. MRSA suşları sadece metisiline değil, tüm beta-laktam antibiyotiklere karşı direnç geliştirerek, tedavideki ilaç seçeneklerinin azalmasına sebep olur. Gelişen direncin sebebi, kromozomal mecA geninin kodladığı PBP2a proteinidir. Ayrıca PVL gen bölgesi, MRSA suşlarında virülans etki göstermektedir. Bu çalışmada, hastane ortamında MRSA suşlarının varlığını araştırmak ve bu suşlarda mecA ve PVL gen bölgelerini incelemek amacıyla, Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi’nde, 477 yatan hasta ve 233 hastane personelinin nozokomiyal örnekleri alındı. Örnekler %5’lik koyun kanlı agara ekilerek, aerobik şartlarda 37°C’de bir gece inkübe edildi. Klasik yöntemler kullanılarak, koyun kanlı agarda β-hemoliz yapan, katalaz ve koagulaz pozitif ve Chapman besiyerini sarıya döndüren gram pozitif bakterilere S.aureus olarak tanımlandı. APİ testi ile klasik yöntem tanıları doğrulandı. Kirby-Bauer Disk Difüzyon metodu ve Epsilometre yöntemi ile izole edilen S.aureus suşlarının 40 tanesinin (36 yatan hasta, %7,5; 4 hastane personeli, %1,7) MRSA ve 2 tanesinin (yatan hasta) Metisiline-duyarlı S.aureus (MSSA) olduğu tespit edildi. Bakteri kolonilerin-den DNA izolasyonu gerçekleştirilerek, MecA-1, MecA-2, PVL-1, PVL-2, PVL-3 genlerinin varlığı PZR metodu ile araştırıldı. 40 MRSA suşunda MecA-1 ve MecA-2 genleri, 22 MRSA suşunda PVL-1 geni, 25 MRSA suşunda PVL-2 geni ve 33 MRSA suşunda PVL-3 geninde amplifikasyon gözlenirken; 2 MSSA suşunda bu genlerin amplifikasyonuna rastlanmadı. Çalışılan bölgelerde mutasyon analizleri PZR-Tek Zincir Konformas-yon Polimorfizmi (PZR-SSCP) yöntemi kullanılarak araştırıldı ve hiçbir örnekte mutasKonformas-yon saptanmadı. Bu çalışma sonucunda, MRSA suşlarının hastanelerde yüksek prevelansa sahip olduğu ve bu suşların tespitinde mikrobiyolojik analizler ile moleküler tekniklerin birlikte kullanılabileceği gösterilmiştir.

Anahtar Kelimeler: MRSA, MecA, PVL, Staphylococcus aureus, SSCP

Molecular Identification of Methicillin-Resistant Staphylococcus aureus (MRSA) Isolates Isolated

from Nosocomial Specimens

Abstract

Methicillin-resistant Staphylococcus aureus (MRSA) is a pathogen responsible for nosocomial and community infections difficult to treat in humans because of its resistance to β-lactam antibiotics. The resistance is associated with mecA gene product PBP2a and PVL genes which are important virulence factors in MRSA. This research was designed to investigate MRSA prevalence in hospital environment and to examine the mecA and PVL genes in MRSA isolates. Firstly, nosocomial specimens were collected from 233 hospital staff and 477 hospital patients (total 730) in Medical Faculty Hospital, Selçuk University. The samples were plated on 5% sheep blood agar and incubated at 37°C overnight in aerobic con-dition. 2 Methicillin-susceptible S.aureus (MSSA) from hospital patients and 40 MRSA (36 hospital patients, 7.5%; 4 hospital staff, 1.7%) were determined from cultured nosocomial infections. S.aureus strains were determined with the API test. Methicillin-resistant strains were determined by Disk Diffussion Method and E-Test Analysis. In the second phase of the study, MecA-1, MecA-2, PVL-1, PVL-2 and PVL-3 genes in each samples were investigated by PCR method. MecA-1 (40), MecA-2 (40), PVL-1 (22), PVL-2 (25) and PVL-3 (33) genes were amplified in MRSA strains by PCR. In 2 MSSA strains, there were no amplifications of these genes. Molecular findings verified the microbiological results. PCR-Single-strand conformation polymorphism (PZR-SSCP) method detected no mutations in these S.aureus samples. As a result, this study showed high prevalence of MRSA strains in hospital environment and that the application of microbiological and molecular analysis together are useful for detection of these strains.

(27)

Özet 14

Ozonlu Fındık Yağı Üretimi ve Kalıtım Materyali (DNA) Üzerine Etkisi

Sibel BAYIL OĞUZKAN1, Sami Serhat TONUS1, İbrahim Halil KILIÇ1, Halil İbrahim UĞRAŞ2 1Gaziantep Üniversitesi Biyoloji Bölümü, Moleküler Biyoloji ve Genetik ABD, Gaziantep

2DüzceÜniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Kimya Bölümü, Düzce

Sunum: Sözlü Özet

Dünyada fındığın ilk üretimi ve ticareti Türkiye’ de başlamıştır. Fındığın katma değerini yükseltecek her yeni tıbbi ve kozmetik ürün eldesi ulusal ekonominin gelişmesinde çok önemli rol oynamaktadır. Ozonlu bitkisel yağlar uygulanması ve elde edilmesi kolay olduğu için ozon tedavisinin en çok uygulanan yöntemlerinden biridir. Bu amaçla, bu çalışmada öncelikle herhangi bir rafinasyon ve sıcaklığa maruz kalmadan soğuk presleme yöntemi (55-60 ̊C) ile doğal fındık yağı elde edildi. Elde edilen doğal fındık yağına (50 ̊C, 1000 rpm, 24 saat) koşulunda hekzan eklenerek hekzanlı doğal fındık yağı elde edildi. Kontrol grubu olarak marketlerde satılan ticari ismi çotanak olan rafine fındık yağı kullanıldı. Laboratuvarda doğal elde ettiğimiz rafine olmayan fındık yağı ve rafine fındık yağı aynı koşullarda farklı iki akış hızında (3-4 flow ve 7-8 flow) olmak üzere aynı süre-lerde (120 dk) ozon jeneratörü ile ozonlandı. Elde edilen ozonlanmış fındık yağlarının yoğunluk, kırılma indisi, vizkozite pH ölçümü gibi fiziksel özellikleri, peroksit değeri, iyot sayısı gibi kimyasal analizleri yapıldı. Ozonlanmış fındık yağının oksidan durumları (TAS-TOS), kalıtım mater-yali üzerine etkisi gibi biyolojik aktiviteleri bu çalışmada deneysel olarak belirlendi. Ozonlanmış fındık yağlarının antioksidan seviyeleri rafine ozonlanmamış fındık yağına göre daha yüksek seviyelerde bulundu. En yüksek antioksidan seviye hekzanlı ekstraksiyondaki ozonlanmış fındık yağında bulunurken farklı akış hızlarındaki ozonlamanın antioksidan seviye üzerinde bir etkisi gözlenmemiştir. Ozonlanmış fındık yağlarının ok-sidan durumları rafine fındık yağına kıyasla oldukça yüksek olup ozonun dozuna bağlı olarak oluşan fazla miktardaki serbest oksijen radikalinden kaynaklanmaktadır. Ozonlamış fındık yağları DNA koruyucu aktivite gösterirken ozonlanmamış olanlarda aynı aktivite bantları görülmemiştir. Anahtar kelimeler : Ozon, TAS, TOS, DNA

Ozonated Nut Oıl Produced And Effect Of Heredıtary Materıal (DNA)

Abstract

Turkey has started the first production and trade of hazelnuts in the world. Every new product obtained from hazelnut that increases its added value plays important role in improvement of national economy, manufacture of new medical and cosmetic products. Plant applying ozonated oils and obtaining one of the most commonly performed method of ozone treatment is easy. For this purpose, firstly, naturel nut oil was produced under cold press (55-60 ̊C) without refined and heat in the laboratory. And then added hexan to naturel nut oil by extraction (hexane, 50 ° C ‘at 1000 rpm, 24 hours) and produced hexan extraciton nut oil. For control group was used refined hazelnut oil as the commercial name of çotanak. In this study, applying the ozonation process naturel nut oil obtained in the laboratory and refined nut oil two different flow (3-4 and 7-8) of ozone gas stream up to 120 minutes. The resulting ozonated nut oils all physical properties as density, viscosity, refractive index, pH and chemical properties as peroxide value, iodine numbers were subjected. Ozonated nut oil biological activites were determined as oxidation status (TAL-TOL) and effect of material of heredity by experimatally.

Ozonated nut oil antioxidant level is found that higher than refined without ozonated nut oil. The highest antioxidant activity was found that ozonated hexan extraction sample also not any effect of different flow of ozonation on the nut oils. Ozonated nut oil oxidant status was found that higher than refined nut oil because of free oxygen radicals in excess the depending on the ozone dose. Ozonated nut oils was shown that protective avtivity of DNA but the same activity not seen without ozanation oils.

(28)

28

MB&B, 05-07 Ekim, 2017, www.biyoloji.gen.tr...

Özet 15

Antiaritmik Ajan Amiodaronun Kemik Dokusunda Nitrikoksit Sentetaz Molekülleri Üzerine Etkisi

Ayşe TUÇ YÜCEL1, Seren Gülşen GÜRGEN2, Salih KUYUMCUOĞLU3

1Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, Anatomi Bölümü, Manisa

2Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, Histoloji ve Embriyoloji Bölümü, Manisa 3Karadeniz Teknik Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Trabzon

Sunum: Sözlü Özet

Amaç: Çeşitli taşiaritmilerin tedavisinde yaygın olarak kullanılan Amiodaron, güçlü bir antiaritmik ilaçtır. Yan etkilerinin sık görülmesi tedavide kullanımını sınırlayan en önemli nedenlerden biridir. Çalışmamızda, amiodaronun kemik dokusu üzerine morfolojik ve nitrik oksit ekspresyonla-rına etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Gereç ve Yöntem: Çalışmada, 21 adet erkek Sprague Dawley sıçan kullanıldı. Her grupta yedi sıçan olacak şekilde, gruplar kontrol, düşük doz (20 mg/kg/g, gavaj) ve yüksek doz (200 mg/kg/g, gavaj) amiodaron olarak ayrıldı. Sıçanlar 14 gün sonra sakrifiye edildi ve sol femur dokuları alındı. Dekalsifiye edilen femur kemik doku kesitlerinde Mason Trikrom boyasıyla histokimyasal ve iNOS ve eNOS antikorlarıyla immünohistokimyasal boyama gerçekleştirildi.

Bulgular ve Sonuç: Masson Trikrom boyamasıyla kontrol grubunda epifiz plağının oldukça kalın olduğu ve proliferatif zonun daha geniş bir alan kapladığı gözlendi. Düşük ve Yüksek Amiodaron gruplarında epifiz plağının kontrol gruplara göre çok daha ince olduğu izlendi.

İmmunohistokimyasal boyama sonuçlarına göre kontrol grubunun femur epifiz ve diyafiz bölgelerindeki kemik dokusunda iNOS ve eNOS immu-noreaksiyonu zayıf olarak gözlendi. Düşük doz grubunda epifiz bölgesinde zayıftan ortaya değişen iNOS ve eNOS ekspresyonu izlenirken, yüksek doz grubunda epifiz bölgesindeki proliferasyon kıkırdağının proliferatif ve hipertrofik zonlarındaki kıkırdak matriksinde ve kemik zondaki yeni oluşmuş kemik matriksinde kuvvetli ekspresyon dikkat çekiciydi.

Tartışma: Bu çalışmada amiodaronun dozla ilişkili olarak, kemik dokusu üzerine osteoporotik etkisi olabileceği ve nitrikoksit salınımını arttırabi-leceği gösterilmiştir. Doza bağımlı olarak artan osteoporotik etki sonraki dönemlerde hastanın yaşam kalitesini önemli ölçüde etkileyebilir.

Anahtar Kelimeler: Amiodaron, iNOS, eNOS, Kemik, Osteoklast, Osteoblast

The Effect of Amiodarone on the Distribution of Nitric Oxide Synthetase Molecules in Bone Tissue

Abstract

Aim: Amiodarone is a powerful anti-arrhythmic drug widely used in the treatment of various tachyarrhythmias resistant to other anti-arrhythmic agents. Frequent side-effects are one of the main factors restricting its use in treatment. The purpose of this study was to evaluate the morphological and apoptotic effects of amiodarone on bone tissue.

Materials and Methods: Twenty-one male Sprague Dawley rats were assigned into three groups of seven animals each – control, low-dose amioda-rone (20 mg/kg/g by gavage) and high-dose amiodaamioda-rone (200 mg/kg/g by gavage). Rats were sacrificed at the end of 14 days, and their left femur tissues were collected. Femoral length, epiphyseal diameter, diaphyseal diameter and osteoblast and osteoclast numbers were calculated with hematoxylin and eosin staining. iNOS and eNOS antibodies were used to determine apoptosis using immunohistochemical staining.

Results: In the Masson Trichrome staining, epiphyseal diameters were significantly lower in the low- and high-dose amiodarone groups compared to the control group. Weak iNOS and eNOS immunoreaction was observed in bone tissue in the epiphyseal and diaphyseal regions at immunohis-tochemical staining. Weak to modarete iNOS and eNOS expression were observed in the epiphyseal region in the low-dose group, while powerful iNOS and eNOS expression were observed in newly formed bone matrix in the bone zone and in the cartilage matrix in the hypertrophic and proliferating zones of proliferating cartilage in the epiphyseal region in the high-dose group.

Discussion: This study showed that amiodarone may have dose-dependent effects on bone tissue and can increase apoptosis. Osteoporotic effects increasing in a dose-dependent manner may have a significant impact on quality of life in subsequent periods.

(29)

Özet 16

Osteodejeneratif Hastalıklarda Porlu Magnezyum Tabanlı Biyomalzemeler

Leyla ATAÇ, Davut ALPTEKİN, H. Ümit LÜLEYAP

Çukurova Üniversitesi, Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, Adana, Türkiye

Sunum: Sözlü Özet

Biyomalzemeler, insan vücudundaki dokuların işlevlerini yerine getirmek/desteklemek amacıyla kullanılan doğal ya da sentetik malzemelerdir. Sürekli olarak veya belli aralıklarla vücut sıvılarıyla etkileşim halindedirler. Damar, kemik, diş protezi olarak kullanılmasının yanında ameliyat ipliği ve ekstrakorporeal cihazlarda da kullanılması sağlıkta çok önemli yere sahip olmalarını sağlamıştır. Total eklem artroplastisinde, tendon, ligament rekonstrüksiyonu prosedürlerinin ve kemik kırıklarının stabilizasyonunun sağlanması amacıyla ortopedik cerrahide de kullanılmaktadır. Biyomalzemeler yapılacak uygulamanın özelliğine göre seçilir. Bunun için malzemelerin mekaniksel özellikleri, porozite yapısı, bozulma profille-ri, biyouyumlulukları, dokuya yapışması ve dokuyla birleşme güçleri gibi spesifik özellikleri dikkate alınır. Mevcut doku mühendisliği stratejileprofille-ri, patolojik olarak değiştirilmiş dokuların, destekleyici biyouyumlu iskelelerle kombinasyon halinde hücrelerin transplantasyonu ile değiştirilmesine odaklanmaktadır. Kas iskelet araştırmasında doku mühendisliği stratejileri için iskeleler ve implantlar uygun bir mekanik stabilite gerektirir. Son zamanlarda yapılan araştırmalarda magnezyum alaşımları biyobozunur implantlar ve iskeleler olarak tasarlanmaktadır. Biyobozunur magnezyum alaşımlarından yapılan implant ve iskeleler uygulama açısından hala kullanılan metalik, polimer tabanlı malzemelere göre avantajlara sahiptirler. Uygulamalara ve isteğe göre bozunurluk hızları ayarlanabilmektedir. İhtiyaca göre de çeşitli moleküllerle kaplanarak amaca uygun hale getiri-lebilmeleri magnezyum tabanlı uygulamalara büyük avantaj sağlamaktadır. Osteodejeneratif hastalıkların tedavisinde kullanılmak üzere implant ve iskelelerin geliştirilmesi için araştırmalar yapılmaktadır. Ancak günümüze kadar yapılan çalışmalarda yük taşımaya elverişli olmayan iskeleler üzerine odaklanılmıştır. Magnezyumun mekanik özellikleri kemik dokuya son derece uyumlu olduğundan günümüzde magnezyum tabanlı malze-meler yük taşıma kapasiteleri ve direçlilik özellikleri bakımından sağlıkta kullanımlarını uygun hale getirmiştir.

Anahtar Kelimer: Doku iskeleleri, implant, magnezyum,osteodejeneratif hastalıklar

Porous Magnesium-Based Biomaterials in Osteodegenerative Diseases

Abstract

Biomaterials are natural or synthetic materials used to support the functions of the tissues of the human body. They are constantly or intermittently interacting with body fluids. In addition to being used as a vein, bone, dental prosthesis, it can also be used in surgical threads and extracorporeal devices. In total joint arthroplasty, tendon, ligament reconstruction procedures and orthopedic surgery are used to stabilize bone fractures. Bioma-terials are selected according to the characteristic of the application to be performed. For this, specific properties such as mechanical properties of materials, porosity structure, degradation profiles, biocompatibility, adhesion to tissue and bond strength to tissue are taken into consideration. Current tissue engineering strategies focus on the replacement of pathologically modified tissues with transplantation of cells in combination with supporting biocompatible scaffolds. For tissue engineering strategies in muscular skeleton studies, scaffolds and implants require appropriate mec-hanical stability. Recently, magnesium alloys have been designed as biodegradable implants and scaffolds. Biodegradable magnesium alloys have advantages over metallic, polymer-based materials that are still used for implant and scaffold applications. The rate of degradation can be adjusted by application and optionally. According to the necessity, it is a great advantage to apply magnesium based applications to be able to be suitably coated with various molecules. Research is being conducted to develop implants and scaffolds for use in the treatment of osteodegenerative disea-ses. However, until today it has been focused on scaffolding that are not suitable for burden. Because the mechanical properties of magnesium are highly compatible with bone tissue, magnesium-based materials have now become health-friendly in terms of their load carrying capacities and their resistance properties.

Referanslar

Benzer Belgeler

Evrim bilimi; evrimbiliminin önemi, ortaya çıkışı, tarihsel gelişimi, paelontoloji, ekoloji ve diğer bilim dallarıyla ilişkisi / Genetik materyal ve evrim; DNA

- Laboratuvara gelmeden önce, yapılacak olan deney dikkatlice okunmalı, araştırılmalı ve bir çalışma planı yapılmalıdır. Bu, hem laboratuvarda yapılan deneyleri daha

1) maintaining the temple, organizing the Buddhist activity, save the property in the temple well. 2) Government and take care monks, novices, and laypeople who stay in the

As contemplated, a DSP based embedded real-time video surveillance system is designed and developed comparatively sufficient to generic computer based systems in resolutions of

Kaldirik bitkisinden elde edilen Polifenol oksidaz enzimi üzerine 4-metil katekol substratı varlığında askorbik asit etkisi.. Şekil

yüzy ılda Türkiye'de en az dört memeli türü olan Kunduz, Asya Aslanı, Çita, ve Sığın'ın yok olduğunu, bu tarihten sonra da pek çok türün yok olma tehdidi ile

Genital herpes simplex virus tip 2 infeksiyonlarının tanısında hücre kültürü ve Real-time PCR yöntemlerinin karşılaştırılması, İstanbul

Derse hazırlık aşamasında, öğrenciler ders kaynaklarından her haftanın konusunu derse gelmeden önce inceleyerek geleceklerdir. Haftalık ders konuları ile ilgili