"T T 5'& lı05’f * aB‘İ
Mektebi hukukta
'
Eski bir yazımda da dediğim gibi ismi Mektebi hukuk, içi Babil kulesi gibi bir yerdi.
Karınca yuvası gibi kaynıyan ko ridorlarında adım atılmaz, tıklım tıklım dershanelerinde oturacak yer bulunmaz, panayır meydanına ben - ziyen set bahçesinde, yek diğere ya - bancı yabancı nazarlarla bakışılır - ken, gitgide göz aşinalığı artmıya, ya vaş yavaş teklif tekellüf kalkmıya başlardı.
Hakkı Bey (Sonra sadrazam o - lan) idare teşkilâtımızın tarihine gi rişip, bir virgül yeri şaşırmıyarak, öhö! bile demiyerek edebiyat yapnıı- ya koyulunca, derhal gözler parlar, tavırlar değişir, kimlerin edebiyatçı olduğu, kimlerin oralı olmadığı o da kika sezilmiye başlardı.
Bir müddet daha bu minval üze re gidildikten sonra Şuayıp merhum, (Ormanlar) bahsinde, zümridin çe - menler, nefti gölgeler, şakrak bül - büllerden tutturdu mu artık bıçak kemiğe dayanır, derunu kalp taşır.ı- ya başlar: Fikretin ııoktai nazarın- ca... Uşşakizade diyor ki.. Faik Ali deki itilâ ve haşmeti eda., gibi keli meler ağızlardan dökülür, çok geç - meden ahbap ve samimî olunuverir - di.
Artık gelsin, köşede, bucakta ede biyat bahisleri, şiirler, nesirler, ten kitler, dedikodular...
Devrin sonlarına doğru, edebiya tın büsbütün gırtlağı sıkılmış, m at buatta şiir, hikâye, roman tamamen mencdilmişti. Gençler, eserlerinin neş ri ihtimalini, yüzde bir hatıra getir medikleri halde gene çalakalem meş gul olmaktan geri kalmıyorlardı.
O zaman, Mektebi hukuktaki ede biyat kapıyoldaşlarının şeyhi Mit - hat Cemal beydi.
Çok yakışıklı simasile, kibar ve nazik tavrile, doktora imtihanlarına gelip gittikçe Vefa idadisindenberi şair olduğunun bahsi geçer, eski a r kadaşı Sait Hikmet merhum, ezbe « r.ııde olan bazı şiirlerini ve nüktele rini tekrarlardı.
Set bahçeden seslensen cevap ve - recek kadar yakında oturan Tahsin Nahit merhum, tıraşım olup, bryık - larım kırpıp (İstanbul içinde ilk bı yık kesenlerdendir ve hepimize kıde mi derkâıdır) mantarlı fesini başı « na, Civelekyan dikişi paltosunu sır - tına, fransızca Antoloji kitabile şiir defterini cebine koydu nıu, ikinci ile
üçüncü ders arasında mektebi boy
lar, durmadan anlatır, güler, (O ka dın) ve (Büyükada) yi terennüm e - den yeni şiirlerini okurdu. İbrahim Alâettin bey, (Söz gümüş ise sükût altındır) meselinin modeli gibi, e - dip, mütevazı, sessiz, sedasız, hep sa mi vaziyetinde bulunurken günün bi rinde bir şiirini okuyuverdi. O özlü ve hisli lisanile parmakları ağızda bırakarak derhal en baş safa çıktı.
Arkadaşları arasında en genç, eıt hararetli ve en velûtlardan biri de
Mehmet Behçet beydi. O günlerin
bazı ilhamları (Erganun) da mutla ka vardır.
Şimdi felsefe üıütehassısı ve mu * allimi olan Mustafa Namık bey, o zamanlar şiir yüzar, daima yeni yeni (sone) lerini okurdu.
Bir âşıkı Şuridedil hal ve refta - rında bıılup'an sakallı Rifat beyin i- se ahlı, ufiu şiirlcrO ilin d en düş - mez, genç çehresindeki ipe!: sakalile, naümit, meyus, fnırztntİp bir âşıkı
andırırdı.
-O tarihlerde şiirle r.ıüteveggil o- lan Köprülüzade F uat beyle Meh - mçLA ii Tevfijk bey de mektebe da hil olmuşlar fakat söylediğim gru - pa katılmamışlardı. Grupun nesir ya zanlarına gelince, en başta sayılan Sait Hikmet merhumdu. Onun neler de neleri vardı: Küçük hikâyeleri, fantezi tercümeleri, mizahî mecelle-
EDEBİYAT GAZETESİ ;
1 ve 3üncü
Hukukta
E d e b i y a t
I Üst tarafı üçüncü savıfamızda] si, h atta bir de, ilerde neşri musam- mem (Tarihi hukuk)
u.-Zekâ ve esprisine payan olmaz, Haydar efendinin binlerce sayfalık Mecelle şerhini bir kere devretti lâtife ve nüktelerine emsal bulun - mazdı. Şimendifer tarifesini, bir iki kere gözden geçirince ezberine alır, mi, zihnine nakşeder, iki göz arasın da da, irticalen ne m ısralar söyle - mezdi.
Ahmet Süreyya bey (Şimdi Ak - saray meb’usu) zekâvette ustura gi bi keskin kalem ve mantıkta kuvvet li, talâkat ve hitabette ise yekta idi. Tığ gibi bir delikanlı olan Suphi Nuri bey, gür sesile güzel nesirlerini dinletir, İbrahim Necmi beyin geniş nasiyesi ve parlak gjöderi, edebiyat ve lisandaki kuvvetli vukufunu bar bar bağırır, Bürhanettin beyin (O za man Felekliği yok) gerek söz, gerek se yazıdaki j/ırıl pırıl zekâsı cümle ce yat ve tezkâr olunurdu.
Geçen sene Bursada merhum olan N. Behçet, ince uzun boyu, kıvrım
kıvrım saçları, solgun benzi -
le sanki bir şibih filosoftu. Hayatı, dürbünün ters tarafile gören yazı - la r yazar, onları en samimî bir iki arkadaşına gösterirdi.
Bir aralık mektebe devam edip a-
ramızda bulunan Ziya Şakir bey
(Abdülhamidin son günlerini yazan) haftada bir çrkan (Hanımlara mah - sus gazete) nin sermuharrirliğini de ruhte etmişti. Sait Hikmet, Tahsin Nahit, Mehmet Behçet, N. Behçet, Rakımülhuruf, kadın imzasile ve ter cüme kaydile, semtleri ve eşhas isim lerini frenkleştirerek bazı yazılar yazıp dururduk. Bu, şimdikinin aksi olarak, bir nevi türkçeden fransızca
ya adapte idi. -->—~
Şu menkıbeyi de ilâve ederek ta -
mamlıyayım: J
Bir gün, bahçedeki çamın altında, sekiz, onumuz başbaşa vermiş, e tra fı kollıya kollıya, çene sallıyoruz.
*** telâşlı telâşlı geldi;
—■ Haberiniz var mı? Ömer Naci Avrupaya kaçmış! demesin mi?
Herkeste şafak a ttı; hoşafın yağı kesildi; etekler tutuştu.
E tra f dolu; kalabalığın arasına hariçten birkaç işgüzarın sokulma - sı ihtimali yüzde üyz.
H aftalarca bunun tasasını çektik ve dut yemiş bülbüle döndük.
S ervet Muhtar
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi