YAYINLAR ÜZERINDE
Folklor t Yazan, Kemal Akça,Ar-kadaş Matbaası, İstanbul 1944, 32 sayfa,
fiyatı 30 kuruş. Eminönü Halkevi
Kütüp-hane ve neşriyat kolu neşriyatı.
Kemal Akça'nın bu küçük kitabı yan-lış ve hatalı bir folklor anlayışının örne-ğini verdiği için üzerinde durmağa değer. Kitabın düştüğü yanlışların çoğu son yı
l-larda gelişen folklor ve halk edebiyatı
araştırmalarının müşterek bir tarafını ver-diği için eserin hacmine ve değerine bak-madan ele alınmasını lüzumlu gördük.
Kemal Akça eserinin iki sayfa tutan Önsöz'ünde maksadını şöyle izah ediyor:
«Bu küçük broşürü çıkarmaktaki
mak-sat ve gayemiz, milli kültür ve göreneğin
tahakkukuna ufak bir yardım yapabilmek
tir. Bu maksatla folklorik çalışmalarda ne
gibi esaslara dikkat edileceği ve ne gibi
metotlar takibedileccgi folklor kadrosuna hangi mevzuların gireceğini göstermektir.»
Kitabın daha ilk cıimlesinde
okuyu-cular bir fikir bulanıklığı ile karşılaşıyor.
Milli kültür ve göreneğin tahakkuku, ae
demektir acaba? daha sonra örneklerini
verince, görülecektir ki, bu küçük kitabın
yarısı böyle bulanık, hattâ anlaşılmayan ve yanlış kurulmuş cümlelerle doludur.
Bu kısa önsöz'ü, tahminimize göre,
folklorun ne olduğunu izah etmek isteyen
ve «Folklor» başlığın' taşıyan bir buçuk sayfalık bir yazı takip ediyor. Bu kısımda,
folklorun ne olduğunu izah etmek ister
gibi görünen tek cümle şudur: «Bir milletin milli harsı , kültürü , sanat , giyim , ge
-çim, dil, musiki, edebiyat ve bunu
ilgili-yen ( ilgilendiren olacak ) bütün konular folklor kelimesinin ifade ettiği anlaın
etra-fında toplanmaktadır.» Bu cümleden
be-nim anladığım şudur: Adı geçen bütün
konular folklorun tetkik alanına
girmek-tedir. Bu yanlış anlayışı kabul edecek
olursak bütün ilimlerin meydanı folklora
bırakıp çekilmeleri icabedecektir.
Görii-lüyor ki, yazar, daha folklorun ne ile uğ
-raştığı üzerinde sağlam bir fikre sahip de-
ğildir. Daha sonra, «folklor ve tarih) baş
-lığın' taşıyan bir bahis geliyor. Kemal
Akça burada folklor-tarih bağlılığını ince-leyeceğine halkevlerini öğdükten, folklor
hazinelerimizin değeri üzerinde durduktan
ve « Folklor çalışmaları halkevlerimizin
kuruluşuyla başlamıştır» diye bir yanlış
hüküm vererek bizdeki folklor çalış
mala-rından haberi olmadığını gösterdikten son-ra folklorla tarihi şöyle karşılaştırıyor:
«Folklor, özgen yaşayan uluslar halkı -nın geçmiş edebi zevklerini, kıvançlarını, acılarını, elem ve ıstıraplarını günü
gü-nüne yaşatır ve bugünün şartlarıyle
kıyaslar.»
Bir defa folklor, yalnız «özgen» yaş a-yan «uluslar halkının» tetkikiyle uğraşmaz,
özgen yaşamayan halk kitleleri de onun
tetkik alanı içine girer. Sonra «edebi zevk-lerinin tetkikini yalnız başına folklor üze-rine almaz. Bir ulusun edebi zevkinin,
çe-şitli sanat tezahürlerinin incelenmesiyle
uğraşan edebiyat tarihi, sanat tarihi gibi ilimler vardır. Folklor, bunlardan yalnız yazıcısı veya yapıcısı belli olmayan, yani anonim bir mahiyet taşıyanlarla uğraşır. Folklor, yazarın yanlış olarak anladığı gibi, hiçbir zaman «edebi zevklerini, günü
gü-nüne yaşatmak için sanat mahsullerini
tet-kik etmez. Onlardan diğer ilimlerin işine
yarayan malzeme bulmak ve bu ilimlere
yardım etmek için faydalanma ya bakar.
Esasen «edebi zevklerini, kıvançlarını, acı -larını, elem ve ısdıraplarını günü gününe
yaşatmak» ne demektir, anlaşılmıyor bir
türlü.
Kemal Akça'ya göre, tarih ise geç-miş çağlardaki hâdise, yaka, savaş, iskân,
medeniyet, dil ve devlet kuruluş ve
do-ğuşlarından; istilâ, akın, milletlerin her
bakımdan birbiriyle kaynaşmasından
bah-seder, geçer ; o devri bize hatırlatır».
Böyle bir tarih anlayışı üzerinde durmayı
boş bir emek görüyoruz. Yalnız devlet
kuruluşunu anladık, ama dil kuruluşuyla
134 KEMAL AKÇA etmek lazımdır. Acaba yazar dil tarihi mi
demek istiyor ?
Gene aynı yerde Kemal Akça şöyle bir yanlış hüküm daha veriyor : «Folklorcu, tarihçi gibi, kendini ruhi, millî, hissi bazı
tesirlerden beri bulunduramaz. O, gördüğü bütün güzellikleri, çirkinlikleri okuyucula-rına anlatabilmek için kendi zevkini, görüş
ve duygularını da katar» . Bu cümlelerle Kemal Akça, çoğu folklorcularımızın kur-tulamadığı bir hatanın içine düşmüş olu-yor. Eğer yazarın »folklorcu» dan kasti folklor ilmi ile uğraşan kimse demekse, onun da diğer ilimlerle uğraşan kimseler kadar bitaraf olması lazımdır. Ilim, genel olarak, bitaraf bir çalışma işidir. Folklor-cu da, Kemal Akçanın zannettiği gibi, mal-zemesi ile birtakım güzellikler ve çirkin-likler bulmak için uğraşmaz. Onlardan gerçekler bulup çıkarmak için uğraşır. O vakit de hislerini işe katmamak ve çalış -tığı malzemenin anonim mahiyeti üzerinde iyiye veya fenaya doğru kalem oynatma-mak zorundadır. Aksi halde, iş, ilim yap-maktan çıkar, propaganda yapmak olur.
Kitabın, malzeme vermek bakımından, değerli olan tek tarafı Figani'nin bir se-ferberlik destanını içine almasındadır. Sil-leli aşık Figani'nin :
Sene bizi üçyüz otuz seferberlik Hakkında bir destan eyledim layık mısralarile başlıyan bu uzun destanı an-lattığı devriıı sosyal ve ekonomik y apısını
ilgilendirmesi bakımından üzerinde dur-mağa değer. Aşık Figani bu destar.ile seferberliğin halkı içine attığı vaziyeti büyük bir açıklıkla bize veriyor. Çekilen-lerin başında, fiatların anormal olarak yük-selmesiyle yiyecek, giyecek bulmak bakı -mından çektiği sıkıntı ve sefalet geliyor :
Nice fukaralar kaldılar uryan Derdiment bana sor ciğeri püryan Dört tane evladım kız ile oğlan Ednasından alamadım şalvarlık Elli kuruş koca karı çenberi Alıp örtünemez hatun hemşeri Ucuzlamaz böyle gider halleri Hepsinden asan gezmeli açık Sebzevat fiyatı daima artar Sanki şeker oldu turp ile pancar
Ispanak pırasa bayrağı açar Bulamazsın gayri ucuz gıdalık
Şemayı hertafsil yazmışım cüze Gazyağı gıyyesi satılır yüze Gece misafir gelmesin bize Görmem ki yüzünü hane karanlık Bu kıtalarla çekilen sefaletin tablo-sunu çizen Figani, bu durum karşısında tüccarın ve malsahibinin aldığı vaziyete de temas ederek görüşünü tek taraflı olmak-tan kurtarıyor :
Tüccara varınca fiyatı sorma Ucuz teklif edip kendini yarma Paranız yoksa al da git durma Sanki sırma oldu ince astarlık Bakkala varınca yüzüne bakar Birşeyi almadan parayı çıkar Kibritin fiyatı canımı sıkar Ne ucuz var hepsinden usandık
Aşık beyhude atar mı taşı
Fırsat yesirinin elinde kaldık Aşağıdaki kıta çalışmanın da böyle devirlerde geçinebilmek için yetmediğini söylemek ister gibidir :
Kırk elli kuruşa gider amele Yine karnı doymaz geçer gam ile Bu devirler hesap olmaz dil ile Gelişine göre böyle kullandık Tamamı neşredilmiyen bu destan, tarih, iktisat ve sosyoloji tetkikleri bakı -mından, büyük bir deger taşımaktadır. Kemal Akça diğer malilmatı bir tarafa bırakıp destanın tamamını neşretseydi da-ha faydalı bir iş yapmış olurdu.
Kitapta bundan sonra bir «Folklor Kadrosu» bahsi geliyor. Bu kısımda yazar, edebiyat tarihinin, etnoloji ve etnoğ rafya-nın konularını folklorla karıştıran sistem-siz bir kadro ile karşımıza çıkıyor. Bir iki misalle fikirlerimizi izaha çalışalım :
Kadroda III numara ile gösterilen «Sosyal Hayat» başlıklı bir kısım var. Burada «meskenler, arazi, ev tipleri, yapı
malzemeleri, evlerin çatısı» nın tetkiki gibi etnolojinin tetkik sahası içine giren konularla, «yapı adetleri, kurban kesme»
YAYINLAR ÜZERINDE 135 gibi folklorun konusuna giren adetler, gene
folklorun ayrı bir çalışma kolunu teşkil ettiği için adetlerden ayrılması icabeden « nazarlık, para gömme, uğurlu uğursuz
şeyler» gibi inanışlar yanyana ve ayni kısmın içine doldurulmuş. 23 ncü sayfadaki Halk Edebiyatı Konuları başlığın' taşıyan kısım aynı eksikliğin ve dağanıklığın bir örneğini daha veriyor. Burada saz ş airle-rinin eserlerile yazıcısını bilemediğimiz halk edebiyatı mahsulleri birbirine karış -mış bir halde; efsaneleı le fıkralar ayni madde içinde toplanmış; 17 a kısmı ma-sallara ayrılmışken, 18 h kısmına gene peri ve peri masalları diye bir kısım ek-lenmiş; 17 b maddesi türkülere ayrılmış, her nedense 17 j ye de eşkiya ve efe tür-küleri diye bir kısım eklemeye lüzum gö-rülmüş. Eşkiya türkülerinin genel olarak türkülerin arasına alınmakta hiçbir mah-zur yoktur, hatta onları türkülerden ayı r-mak yanlış bir hareket olur.
Yazar kitabının 28 inci sayfasındaki Halk Türkü ve Şarkıları kısmında ş un-ları söylüyor :
«Türkü ve şarkılar, yaratılış, yakılış, diziliş itibarile güfte ve bestesi kimin tarafından yapıldığı belli olmıyan her hangi bir hadise veya vakaları tasvir eden türkü yakıcıları ; güftesi halk şairleri veya halktan biri tarafından hazırlanıp, halk bestekarı tarafından bestelenen ; güftesi ve bestesi halktan birkaç kişi veya saz şairleri tarafından yaratılmış ve halk tarafından tamamen benimsenmiş
olmak üzere birkaç kısma ayrılmaktadır.» Güya türkülerin tasnifini yapan bu satırlar eserin ne kadar baştan savma ve çalaka-lem hazırlanmış olduğunu pek güzel gös-teriyorlar. Zaten yukarda da işaret
etti-ğimiz gibi anlaşılmayan, veya yanlış ku-rulan cümleler kitabın yarısını dolduracak kadar çok. İşte örnekler :
«Bunun için de bir yıldan beri büyük bir gayret sarf ve devamlı çalışmasıyla halkevlerine örnek olabilecek kadar me-saisini hızlandırmış, kütüphanesinde mev-cut bulunan onbin adet kitap, mecmua parti ve halkevleri neşriyatını ihtiva eden eserlerini, ilmi ve sistematik tasnifi
ba-şarmış, alfabetik, sistematik kataloklarını
hazırlamış, Türk gençliğine, bilhassa Türk halkına okumaya arzetmiştir (Sf. 3, st. 22).
«Türk halkının «Folklor', ünü topla-mak, yaymak milli tarihimiz bakımından büyük önemi vardır.» (Sf. 5, st. 19).
«Milli karakteıine, benliğine sahib bulunan Türk milletinin asırlar içindeki, düşünce, duygu, duyuş, anane, inanış ve inançlar içte dışta bedii bir tarzda görü-nüğü (her halde görünüşü olacak) milleti-mizin sanat eserini doğurur». (Sf. 7, st. 6).
«Halkımızın folklorik durumunu tes-bit etmeyi kendilerine milli birer ödev ve zevk e,dinen gençliğe bir örnek veya bir destek olmak ve bütün folklor çalış ma-larında bir birlik ve disiplin temin edil-mek üzre folkloru ilgileyen bir kadronun kısaca bir taslağını tesbit ve okuyucula-rımızın bir defa daha gözden geçirmele-rini Iiizumlu gördüm.» (Sf. 14, st. 17).
«Bu varlıkların her birini ayrı ayrı
inceleyip bir kül haline getirmek harsımız tarihimiz, sosyal yaşama ve seviyemiz, anane ve adetlerimiz. Kahramanlıklarımız hakkında cihan şümul verilecek hüküm ve kararlarda kuvvetli ve sağlam bir vesika olacaktır.» (Sf. 26, st. 5).
«Bunun için, Türk milletinin folklor hazinelerini içinde yaşatan milli destanla-rımız, en ince teferruatına varıncaya kadar işlenmesi lazımdır». (S. 26, str. 18).
«Bu öyle mukaddes bir vazife ki, bunun halli, her kalkınmaya elini uzatan Halk hükümeti olan Cumhuriyet hükümeti-miz, daha yüksek himayeleri altında bütün memlekete şümullandırmak ve kendi kont-rolü çerçevesinde bir teşkilat kurmak suretiyle miisbet bir neticeye vardırmak lazımdır». (S. 27, st. 1).
Bütün kitabı buraya almamak için misalleri burada kesmek zorundayız. Kita-bın sonunda iki sayfa tutan bir ek var, burada yazar, Karaman Oğlu Mehmet bey hakkında tarihi malümat veriyor ve onun türkçe kullanılmasına yaptığı yardımı
methediyor. Bu tarihi malürnatın «Folklor» adını taşıyan bir kitapta ne işi olduğunu bir türlü anlıyamadık. Yazara sorarsanız bunu size şöyle izah edecektir :
«Karaman Oğlu Mehmet bey tarihte hiç birşey yapmamış olsa bile dil inkılabı
tarihi bakımından en büyük bir inkılapçı, folklor bakımından da en büyük bir halkçı
136 NURİ PEREMECİ
Atalar Sözleri ; Toplayan Osman
Nuri Peremeci, Edirne Halkevi Yayınları
n-dan : İstanbul, Resimli Ay Matbaası, 1943.
Osman Nuri Peremeci yayın alanında
yeni görebildiğimiz bu kitabile bize bir
ata sözü külliyatı veriyor. Halk edebiyatı
-nın yurdumuzda en çok işlenen, üzerinde
durulan konusu denilebilir ki atasözleridir. Derleme ve tahlil gayreti güden eserlerin sayısı atasözleri mevzubahis olunca,
ara-yıcıları tatmin edecek kadar çoktur .
Bunların içinde başlıbaşına atasözlerinin
tahliline ve incelenmesine ayrılan ciltler
bile bulmak mümkündür-
Osman Nuri Permeci'nin kitabı yalnız
metin neşretmek emeliyle yayın alanına
çıkıyor. Orta boy 301 sayfa tutan kitabın
her sayfasında ortalama 30 atasözü var.
Demek oluyor ki kitapta bulunan atasöz-lerinin sayısı 9000 gibi önemli bir yekılna varıyor.
Derleyici topladığı atasözlerini, Ş
ina-si'nin Durubu Emsalinden buyana yapı
la-gelen bir adete uyarak ilk harflerinin alfabe sırasına göre tasnif etmiş.
Atasözü-nün ilk harfine göre yapılan bu tasnifin
arayıcıları birçok bakımlardan tatmin etmediğini söylemek lazımdır . Çünkü
ata-sözünün söylenişi her zaman aynı kaltba
uyarak olmuyor. Bazan aynı atasözünün
başka bir kelimesi başa geçebiliyor. O
vakit aynı atasözünü bir başka harfte
ara-mak icabediyor. Bunlar ı mesela
muhteva-larına veyahut şekil hususiliklerine göre tasnif etmek daha sistemli bir iş olacaktır. Pererneci'nin kitabının başında 7
say-falık kısa bir önsöz var. Yazar burada
atasözleri hakkında düşündüklerini
söylü-yor. Ona göre «atasözlerinin her biri bize
doğru yolu, hakikatı gösteren birer
me-şaldir».
Atasözü derleyenlerin çoğunda onların
değerlerini bu ölçüyle tartmaya yeltenen
bir görüşün izlerine rastlıyoruz. Bütün
atasözleri için doğru olmayan bu anlayışa
göre atasözleri bize her zaman ve her yerde doğru olan hakikat kalıpları verirler.
Bu yazılardan «hayatta atasözlerini
kendisine düstur eden bir kimsenin sırtı- nın yere gelmiyeceğini» iddia edecek kadar ileri gidenleri bile var. Atasözlerinin tecrü- beleri ve kanaatleri içine aldığı gerçektir.
Fakat bu gerçeklerden, bugünün ilmi karşı-
sında hangilerinin doğru hangilerinin yanlış olduğunun aranılması icabeder. Hattâ
on-ların içinde «kurttan kuzu doğmaz» , «Bir
ağaçtan okluk da çıkar , bokluk da » gibi
zıt hükümleri ihtiva edenleri pek çoktur.
Bu yanlışlık derleyicilerin atasözlerinin
yalnız pratik ve ahlak? cepTlesi üzerinde
durmalarından ileri geliyor. Halbuki bugün
atasözleri cemiyetle ilgileri, çeşitli sosyal, psikolojik ve tarihi' hakikatlerin kalıntı la-rını taşımaları bakımından bir ilim konusu olarak işlenmeye başlanmıştır. Bu bakı m-dan üzerlerinde durulunca onların taşıdı k-ları hükümlerin gerçek olup olmaması
me-selesi arka planda kalır. Ve derleyicilerin
malzemelerinden faydalanabilmek için daha bazı gerekli malfımatın da beraber kitaba alınması icabeder. Peremeci kitabının bu noktasını hissetmiş olmalı ki kitabında şöyle diyor : « kitabımdaki atalarsözlerinin pek çoğu halk ağzından işittiğimi söyliye-bilirim.» Demek oluyor ki atasözleri
üze-rinde çalışan kimse bu liizumlu matilmatı
alabilmek için Peremeci'yi arayıp bulacak.
Halbuki yazar bunları her ata gözünün
ya-nına veyahut umurni listeler halinde
kita-bın sonm.a. eklemeliydi .
Bu Önsözde Osman Nuri Peremeci
önemli bir konuya parmak basıyor, fakat
ne yazık ki izah etmeden geçiyor
«Elli sene evvel Osmanpazarı'nda
muallim olduğum zaman Sarı Yusuflu
kö-yünden Yirik Mehmet efendi adında bir
zattan bu adeti dinlemiştim : Elifle nerden
geliyorsun ? Nereye gidiyorsun ? Adın ne?
Babanın adı ne ? Akşam ne yedin? Sevdi-ğinin adı ne? Yap darbı meselini. Bu darbı
meselin ilk söylenmesi nasıl olmuştur? Bu
suallerin yukarıkilerine cevab vermek kolay ise de hikâyelerini bilmek mühimdir. » Bu satırlarla yazar ilkin atasözleriyle oynanan
bir oyundan bahsediyor. Fakat aldığı
ma-lılmatın kıtlığı dolayısiyle biz etraflı bir
matılmat edinemiyoruz . Sonra bu darbı
-meselin ilk söylenmesi nasıl olmuştur ?
sualile bu oyunda atasözlerinin ilk yapılş -ların', doğuşlarını izah eden hikayelerin
bulunduğunu haber veriyor. Bu hiyâyeler
hakkında şimdilik bir şey söylenemez.
Çün-kü Peremeci bize metinler vermemiştir.
Yalnız eğer bu eserin umdugum rağbeti
görürse bu hikayeleri de toplayıp neş recle-ceğim diyor.
YAYINLAR ÜZERİNDE Bununla beraber biz, atasözlerinin
izahını yapan bazı fıkraların bulunduğunu söyleyebiliriz. Bazı atasözlerinin de söyle-nişleri itibarile bir fıkra mahiyeti arzettik-leri de görülmektedir. Mesela, «yengece
neden yan gidersin demişler de serde
ka-badayılık var demiş" de olduğu gibi. Niha-yet bazı atasözlerinin bir fıkradan çıktığı
da malânıdur. Peremeci'den beklediğimiz
okuyucuları bu hikâyelerin ne olduğu
üzerinde bir ,an evvel aydınlığa çı
karma-sıdır. Oyunun bütün inceliklerile tesbit
edilmesi de şüphesiz faydalı bir iş ola-caktır.
Kitapta önsöz'ü 300 sayfa kadar tutan metin kısmı takip ediyor. Bn kısma alınan atasözlerinin içine tamamile atasözü
karakterini faşımayan, tabirler, temsili
sözler hatta sözler bile katılmıştır.
Bun-ları derlemekle Osman Nuri Peremeci
şüphesiz iyi etmiştir. Fakat atasözlerinden ayırarak neşretmesi daha doğru ve faydalı olurdu. Bunlardan önümüze gelen her say-fada pek çok örnek bulmak mümkündür :
Afet gibi (s. 10)
Ali Cingiz oyunu (s. 10) Damarı tuttu (s. 89)
Damdan düşer gibi (s. 89)
Danışık döğüş (s. 89) Davul çalsan işitmez (s. 89). Davacın Bursa'ya gitti (s. 89) Dayak delisi (s. 90) Dayak yoksulu (s. 90) Deli alacası (s. 91) Ocağı söndü (s. 224) Oğul balı (s. 224) Oh diyemedim (q. 225)
Aldığımız misallerde görülen şekilde atasözlerile ilgisi olmayan bu örnekler aşağı yukarı kitaptaki metinlerin dörtte birini tutuyor.
Atalar sözleri ile Peremeci noksan-larına rağmen faydalı bir iş yapmıştır, kendisinden tez zamanda beklenilen bil-hassa atasözlerinin izahını yaptığını haber
verdiği hikayeleri kitap haline olmasa bile
mecmualarda makalelerle bize tanıtmasıdır.
ILHAN BAŞGÖZ
Türk Dili ve Edebiyatı Enstitüsü
ilmi Yardımcılarından
Çin hikftyeleri s
ÇincedenAlman-caya çeviren : Prof. Dr. W. Eberhard,
Almancadan Türkçeye çeviren : Hayriinisa
Boratav, 1944, Ankara, Sf. 142.
Çin hikayeleri, Milli Eğitim
Bakan-lığının Dünya edebiyatından tercümeler» serisinden Çin klasiklerinin birincisini teş -kil eder. 16 hikayeden ibaret olan bu
ki-tabın Prof. Eberhard tarafından yazılan
29 sahifelik gayet önemli ve güzel bir
ön-sözü vardır. Bu önsöz dört kısma ayrı
l-mıştır :
I — Çin edebiyatında hikayenin
sey-ri : Bu kısım bize hikâyenin Çin'de roman
kadar önemli bir rolü olduğunu ve her
ikisi arasındaki şekil farklarını açıklıyor.
Sonra hikayenin gelişigüzel bir uslüpla
yazılmayıp edebi bir yolda yazıldığını ve
bilhassa değer verildiği ve burjuva
züm-resinin yukarı tabakası ( prensler, yüksek memurlar, orta ve küçük memurlar, bil-ginler, yüksek rütbeli askerler, zenginler )
için olduğunu öğreniyoruz. Verilen bir
cedvelde de hikayenin üçte ikisinin yüksek tabaka mensuplarının maceralarını, bilgin-lerin başından geçen olayları teşkil ettiğini ve buna göre bu hikayelerde hikayecilerin
daha ziyade yüksek tabakayı ilgilendiren
konuları seçtiklerini açık olarak görüyoruz. Çinliler, her şeyde ve her san'at
ese-rinde ekseriya yüksek tabakayı anlatmak
istemişlerdir. Bu zihniyet onlara gök
kültü ve atalar kültünden gelmiştir.
Gö-ğün oğlu olan imparator ve asiller Çin'in
mukadderatına hakim olan insanlardı.
On-lara ait her şey halk tarafından kudsi ve
yüce bir varlık olarak kabul edilirdi. Buna
mukabil halk aşağı bir tabaka veya bir
köle sınıfı demek değildi. Konfüçyüs'iin
şu sözleri bunu gayet güzel ifade eder ;
«Hükümdarın karekteri rüzgar gibidir,
halk ise otlara benzer, otların üzerinden
rüzgâr geçtiği zaman otlar eğilir". Yüksek
tabaka ve halk arasındaki münasibeti
tabii bir olay olarak kabul eden Çinliler kendilerinden üstünlerine ve büyüklerine değer vermeği bir insanlık vasfı olarak görürler.
Yazılı olarak tespit edilmiş olan roman , okuma bilen tabakaya , sözle anlatılan hikaye ise aşağı tabakaya
138 MUHADDERE N. ÖZERDIM
aşk maceraları, büyük seyahatlar hikaye
edilirdi. Böyle olmakla beraber, destan gibi kahramanlık zihniyetile düşünen yük-sek tabakanın kullandığı edebi şekil
de-ğil, fakat bu kahramanlıkları dinlemek
isteyen orta tabakanın bir ifade vası
ta-sıdır. Ve halk diline yakın bir dilde ya-zılmıştır. Böylece hikâyeden sosyolojik bakımdan sayılan§ oluyor.
Türk meddahlarına tekabül eden
sokak hikayecileri ise, cemiyetin okuma bilmeyen aşağı tabakasına hitap ederler.
Bu çeşit san'atkarlar bu gün de dinleyici
kitlesini çayhanelerde ve pazar yerlerinde
bulurlar, ve okuduklar veyahut işittikleri
şeyleri anlatırlar. Bunlar halka daima
yeni ve çeşitli şeyler anlatmak
zorunda-dırlar, Uzun olan romanlar' ayrı, ayrı
günitrde anlatırlar.
Bundan başka bu kısımda destan,
tiyatro, kukla, baltalar hakkında da fayda-lı bilgiler ediniyoruz.
Il - Hikayenin tarihi gelişmesi: Çin'de
hikâye, sosyolojik bakımdan yüksek
taba-kaya bağlı edebi bir şekil olduğuna göre
bunun yüksek tabakanın teşekkül
tarihin-den itibaren meydana geldiğini ( M. ö. 3
üncü asır Han sülâlesi zamanında)
görü-yoruz. Fakat, ilk gerçek hikayelerin ancak T'ang devrinde M. s. 6-9 uncu asırlar) baş -ladığı öğreniyoruz. Bu zamanda hikayeler 3 gruba ayrılıyor: Aşk hikayeleri, kah-ramanlık hikayeleri, peri hikayeleri. Bunlar
çok sonraları fazlaca önem kazanıyor.
Sung devrinde (M. s. 10-13 üncü asır)
yu-kardaki hikaye çeşitleri ile tarihi
karak-teri haiz hikayeler arasında duran bir nevi
hikaye çeşidi meydana geliyor. Ming.
dev-rinde ( m. s. 14-17 inci asır) hikayede
bü-yük bir gelişme görülüyor. Bu devirlerde.
hikayeciler hiçbir zaman asıl adlarını
yazmıyorlar, ya imzasız bırakıyorlar ve
yahut da takma ad kullanıyorlar. Çünkü
bilgin olmak sıfatile kendileri için ancak
ciddi edebiyatta meşgul olmak, ahlaki
si-yasi bakımdan değerli eserler yazmak
zo-runu duyuyorlardı.
Hikayenin klasik devri ise Mançular zamanıdır ( 1644-1911 ). Prof. Eberhard
ki-taptaki hikayeleri bu devirden geçmiştir.
19 uncu asırda eski tarz hikayenin artık
ölmeye başladığını her şeyde görüldüğü
gibi bunda da Avrupa'nın tesirini hissedi-
yoruz. Böylece burada hikayenin her de-virde nasıl geliştiği ve ne gibi çeşitler verdiği açık ve esaslı bir tarihi çerçeve içerisinde anlatılıyor.
III - Hikayenin temleri: Bu kısımdaki bir cetvelde Çin hikâyesinde muhtelif de-virlerde muhtelif temler kullanıldığını ,
daha ziyade yüksek tabakayı ilgilendiren
temler kullanıldığını ve bu temlerin 6 gu-rup halinde toplandığını görüyoruz. I' inci gurup, cinler ve tanrılar, 2' incisi, iyi ve
kötü işlerin mükafatlanması ve
cezalan-ması, 3' üncüsü, hortlaklar, 4'üncüsü, hay-van hikayeleri. 5' incisi, cinsi maceralar, 6'ıncısı, insan hayatına ait maceralar.. Bu hikaye temleri bütün hikayelercle tipik
ka-rakterler yaratmışlardır. Hemen, hemen
bütün hikayelerin sonunda ahlaki bir so-nuç vardır. Ve ekseri iyi bir şekilde
neti-celeniyor. Daima iyilik yapan kazanıyor,
ve fenalık yapan ceza görüyor. Biz bu
temleri diğer ecnebi hikayelerde de
bulu-yoruz. Fakat onlar başka bir dünyanın
başka bir şekil içindeki akisleridir.
Son-larda görülen bu ders aynı zamanda
bildi-yecinin cemiyeti açık olarak tenkit etmesi
için bir fırsattır. O zamanki memurların halkı nasıl soyduklarını, büyüklerin kü-çüklere yaptıkları zulümler, fakirlerin iz-dırapları, idari yolsuzluklar açık olarak anlatılır. Bu hikayeciler günlük hayata ka-rışmış olmakla beraber, mistik-idealist bir
ruha da sahiptirler. Aynı zamanda hayal
sukutuna uğramış, terkedilmiş, hayatta
muvaffak olamamış ve çok izdırap çekmiş
olduklarını hikayerlerinde duymak kabildır.
Bu şekilde buradaki konular yalnız
mu-harririn hayalinin bir verimi değil, gerçek
olaylardan alınmış örneklerdir.
IV. Kitabtaki hikayeler hakkında
bazı notlar : Burada Profesör hikayelerini hangi külliyattan geçtiğini gösteriyor.
Bu kitaptaki 16 hikayede en fazla dikkat nazarımızı çeken kahraman olarak daima bilginlerden bahsetmiş olmasıdır.
Eski Çin'de bilgin devlet imtihanlarını
bitirmiş kimsedir. Bu imtihanlar cemiyetin şerefli sınıfları na mensup olanlar için yapılır. Bu imtihanların kazanılması en
aşağısından en yükseğine kadar bütün
memurluk makamlarına tayin imkanını
verirdi. Imtihanda sorulan şeylerin hepsi
YAYINLAR ÜZERINDE 139 rile hiç ilgisi yoktu. İşte bu imtihanları
kazanan bilgin adını alıyordı . Bu hikâ-yelerde bu bilginlere çok fazla rastlıyoruz. Bunların bazısı zengin bazısı fakirdir. Hepsi iyi, aşklarında sadık, vefakâr, sa-mimi, aile sevgisi ve itaati üstün kimse-lerdir.
Böylece biz bu hikayelerde Çin aile hayatını, düğün adetlerini, an'anelerini, inançlarını, sihirbazlığın rolünü, cinlere, perilere olan inanışlarını, aşkın mevsimler gibi geçici olmayıp ideal olduğunu, abla-kın üstün değerini, eşsiz feragat ve feda-karlikları değişik ve yabancı bir alemin türlü renkli olayları içinde takibediyoruz.
Şimdiye kadar bizde Çinlilere ait hiç bir hikaye kitabı tercüme edilmemiştir. Işte bu hikaye kitabı bize uzak ve az bilinen bir alemi tanıtması bakımından çok değerli bir eserdir.
Dr. MUHADDERE N. ÖZERDİM
Kısa miinazarada Metot ; ya-zan Robert Kollej Edebiyat öğretmeni
Ahmet Aksoy, Istanbul, İsmail Akgün
Matbaası 1945.
Eseri tenkide başlamadan önce, miirı a-za.ra meselesinin felsefi çevre ve pedogojik önemini belirtmeğe matuf bir mukaddeme yapmak üzere müsaade rica ederiz.
Reşat Nuri Giintekin'in «Fazilet Müka-fati» adlı güzel hikayesini yalınız zevkle değil, aynı zamanda' ibretle kim okuma-mıştır ? Bu hikâyenin tipik kahramanları n-dan müderris efendinin ağdalı, yapışkan mantıkçılıkını kekre bir intiba almaksızın hatırlamak mümkün müdür ? Bu medrese softasının - çünkü muayyen bir muhit ve devre inhisar ettirilemiyecek derecede genel ve geniş bir zihin haleti teşkil eden softalığın başka türlüleri, hatta modern çeşitleri de vardır-kaskatı formalizmi ile, ahlaki liyakat davasını canlı muhteva ve tabii şartlarından soyarak kıyas kalıbına döküşü, içimizde isyan, tiksinti - uyandırır. Esasen muharririn hayata aykırılaşmış
mantığın manasızlığını belirtmekteki edebi ehliyetine şehadet sden infialimiz, bazı
modern fikir cereyanlarında tecelli eyliyen zamane ruhuna, almanların tabiriyle «Zeit-geist»a, da uygundur. Asrımızın manevi çehresini teşhis etmemize yarıyabilecek zihni temayüllerden biri de antientellektü-alizm'dir. Bir vakıtlar memleketimizde hayli modalaşmış olan Bergson'culuk hay-ranları akıl ve zekâ ölçülerini budala saymaya kadar gitmemişler midir ? Bunun-la beraber, zekâya birçok şeyler borçlu olduğumuzu unutmamalıyız. Zeka ise en verimli eserlerini sıkı bir akıl disiplinine itaat ederek gerçekleştirir.
Bu hakikatin fazlaca ihmal edildiğ in-den şiiphelenmiyoruz. Mantık kaidelerine fikir ahlaki= emrettiği bir samimilikle bağlanmamanın, sempati ilhamlarına, mucizeye güvenmiyed bir devrin rasyona-list karakterine aykırı olarak, prensipliği, hoş göstermek şöyle dursun, hatta gerek-tirebilmek imtiyazı bağışlamanın, açıkçası
prensipsizliği prensip yapmanın garabeticri söz ve işlerimize soktuğu sonurgnsuzluklar, içtimai münasebetlerimize bulaştırdığı sa-karlıklar meydandadır. Ihtikar zevkini re-vaçlandıran bir ahlaki psikoz atmosferinde fikirlerin de bir zihniyet ve zihin ihtikarı
metaına çevrilmek istenilmesine şaş mama-lıyız. Böyle bir ideolojik psikoz musabı
hayli ucuzlatılmış bir Darwinizm'den bas-makalıp belled;ği hayat kavgası kanununu ferdi opportünizm istikametinde tevil edilmiş
pragmatik hakikat prensipine yamayarak, hakkı sadece beceriklik ile târif ederse, Cenap Şahabettin'in vecizesi hatı rlanabi-lir : e Mücadelei hayatta musraffak olmak için sağlam kafa lazımdır. Insanlar da koç-lar gibi kafa kafaya döğüşürler».
Ancak, şuurun mitolojik, şahsi bir ve-him olduğu iddiası lehine dışla iç farkı
azımsanmak istenmezse, beyinde temsil ettiğimiz zihni iktidarın, kendisini mahfa-zalayan kemik kütlesine üstünlüğü bakı -mından, döğüş tarzları arasında bir değer ayrılığı vucılda getirdiği kabul edilmelidir. Ve biz vecizenin böyle bir ayrılık gerekti-ren zeka gururunu, şekil fedakarlığı baba-sına da olsa, belirtmek üzere, koçların kafa taslariyle, insanların başlariyle döğüş tükle-rini ilave edeceğiz. Zira değer ber•eriklilik-ten gelmez; bilâkis beceriklilik muayyen bir hayata bakış neyine göre değerlendirilir. Bu değer onun eserindedir. Eserin değeri
140 NECATI AKDER ise akıllı bir varlık olan insanın düşünüş
seviyesini aksettirmesiyle mütenasiptir. In-sanın hayvanlara ve insaalığın hayvanlığa
üstünlük-ünü tekeffül eden vasıf hesaba
ka-tılmadığı, bütün tekâmül davası sırf antro-poit koluna mensubiyetimiz meselesine ircâ edildiği müddetçe, biyolojik bünye ileriliği kavramını, fonksiyonel korelatifler, kültürel mükellefiyetler nosyonu ile birlikte müta-laa eden tam bir organik tabiat felsefesi şuurunun bile çok altına düşülmiiş bulu-nulacaktır.
Dar entellektüalizme, özsöz rasyana-lizasyona, has tabiriyle «rasyosinasyon» a bol bol çıkışmak hakkınızdır. İnsanlık f o-silleşmiş, can damarı kurumuş kaidelerden az mı bunalmıştır. Ancak, fosilin, fosil olarak, varlığını izah eden hayata sırtımızı çevirirsek, uzviyetlerden bir gün fosilleş e-bilmek için ilkin yaşamış olmak imkanını nez'etmiş oluruz. Biyolojinin mantığı bizim gündelik mantığımızı kat kat aşar.
Vazi-femiz mantığı uluorta inkara yeltenmekten
ziyade, onu geniş bir gerçekliğin mantığı ile-tercih ederseniz hayatın mantığı ile de
diyebilirsiniz - tamamlamaktır. Hatâ,
ha-yatla mantığı uzlaşmaz bölgelere sürdüren sathi konvansiyonalizmimizdedir.
zihnin yahut zihni kabiliy etler-den birinin hor görülmesi ve bu telâkkinin
meşruluğuna hayat dinamizminin delil
ge-tirilmesi, alelıtlak mantığın saçmalığını teyit etmekten ziyade saçmanın mantığını teşhir etmeğe varır. Zihin ve zihin kuvvet-leri hayatın, bilinmez nasıl, dışında bir antite değildir ki, biri ötekinin yıkımı ile
kurulsun. Kendi durum ve işlevinde
söz götürmiyecek olan hayat felsefe-sini basitleştire basitleştire çığırından çı -karmanın amell zararları az mıdır? «Dil hayattır, gramer mantıktır, ölüdür.
Gra-merle dil öğrenilmez» kabilinden
tekerle-melerin temeli, iyi deşilirse, bizi işte böyle çarpık mihverli bir hayat anlayışına temas
ettirir. Dilin gramerden doğmadık!,
gra-merin dil geleneklerinin formüllendirilmesi
suretiyle kurulduğu ne derece doğru ise,
işaret ettiğimiz kestirme hükümler, de o derece yanlıştır. Nitekim düşünce de man-tıktan fışkırmamıştır. Mantık doğru
dü-şüncenin norm kanunlarıdır. Fakat öyle
olduğu için, eğri düşünüş istikametine sap-mak tehlikesine karşı, bu norm kanunların-
dan müstagni davranamayoruz. Yalnız
Nasrattin Hocanın, hindisini pahalı satmak
gayretiyle iltizam ettiği bönlüğü
benim-sercesine düşüncenin aldatmaz şıarını
tasallüflü susuşta da arayamayız. Bilgelik
yerinde susmak olduğu kadar yerinde
söylemeyi bilmektir. Ilim ile bilgeliği
ayırmağa bizi zorlayan sebep, insan
mukadderatını bedbaht eden sayısız ıztı -raplara sadece münferit ilim ve salt
tek-nik terakkileleriyle sed çekilmiyeceği
ka-naatimizden geliyor. Tarih hala sarsıntı-
larına katlanmakta bulunduğumuz ve daha
epiyce de katlanmağa mahkilm olduğ
u-muz ikinci cihan savaşı trajedisinin bir
mislini kayd etmemiştir. Eskiler ilimce,
hele teknikçe, bizden geri idiler. Biz
ise onlara bilgelikçe üstünlüğümüzü ispat
etmemize yarayacak bir mertebeye ka-vuşamadık. Ilimler mantığı Bacon'dan beri dev adımları atmıştır. Fakat yenileşme gayretinin pek hummalı geliştiği yerler
mantığın safsata bahsini donatacak
zen-gin misallere boğulmaktadır. Anarşi,
men-faat anarşisi derekesinde bile fikir
anar-şisi tazammun eder. Akıl mantığı
anar-şinin yenilmesine yardım etmezse,
kuv-vet mantığı, buna sırasına göre ihtilal
mantığı unvanı da ttvcih ediliyor, dik-tatörlük mantosuna bürünerek sahneye
girecektir. Ciddi' işlerde uzun uzadıya
ferdi kaprislcr, küçük grup fantezileri,
klik hesapları müsamaha edilmemek pek
tabildir. Bununla beraber, dünya diktatör-lüğü de kanıksamıştır.Bu mantonun renkleri parlak olduğu nisbette, gizlediği akibetler de korknnç oluyor. Demokrasi ise serbestçe düşünmeği, düşündüğünü söylemğei, yazmak
ve anlaşmağı temin edecek surette halkı
hak ve hakkı halk ile mütesanit kılan bir hayat ve idare anlayışıdır. Beklediğimiz is-tikbale, herhangi bir diktatörlüğe kapı aralı -yacak fikir anarşileri koparmak üzere, ideali menfaat ve menfaati ideal ile iltibas etti-rerek değil, bilakis insan şahsiyetinin geliş -mesini gerçek şartlara bağlıyacak bir fikir müvazenesi kurmak üzere, hürriyeti hak ve hakkı hürriyet ile kefaletlendirerek
yö-nelebiliriz. Hayvani menşeli sempatiye
keramet tasltarak Ortaçağın vahyinen nazire
yapmak romantizm ve mistisizme ancak cephe değiştirtmek olur. Romantizm ve mis-tisizmi spiritüalisi doktrinlerin bir imtiyaz
YAYINLAR ÜZERINDE 141
yahut zaaf, sanmamallyız. Yekdiğerine en
aykırı unsurlar, muhayyile ve kalbin bir
mevzuu putlaştırabilecek olan heyecan ve
renk malzemesine intibak edebilir. Seçkin vicdanlarını aklın, « o büyük sahiri icazın mutlak kudret ve saltanatına bel bağ lata-rak ağır fedakarlıklara müsteit kılan ilim romantizmine lutfen dikkat ediniz. Keza mistisizm, Tanrı, ruh, ahiret gibi teolojik dünya ve mukadderat görüşleriyle kliş elen-dirilemez. Dini cezbenin cinsiyet insiyakına bağlılığı nazariyesi, bu bağlılığı tefsir ettiren
siiblimasyon sürecinde, mezkar insiyakın
dini cezbeye istihale eyliyebilmek iktidarı -nı da postüle eder. Kaldı ki cinsiyet, ırk, makine nosyonlarının harcıalem metafizik cürmü meşhuduna fırsat bırakmaksızın mistikleştirilebileceği en aktüel misallerden istidlal olunabilir. Akil ( intelligible ) ile
makul ( raisonnable ) farkından sahte bir
antinomi kat etmemeliyiz. Bu fark, sadece
makulün akliye somut muhteva bakı
-mından üstünlüğünü temin edecek surette.
ilmi kanunun vakıa şedadetleriyle kontrol edilmesine yarayan canlı bir gerçeklik pers-pektifi taşımasındadır. ilim ile irfanı, marifet
(bilgi) ile hikmeti (bilgeliği) hem ihtilaflı bir münasebet hem de fiili (effectif) bir tenasüp vaziyetinde tasavvur ettirten amil
aynı özelliktedir. Ancak ihtilaf nifaka
vardırılmamalıdır. Nitekim halkın sağ
du-yusu daima irfanda ilmi tamamlıyan bir
idrak tarzı kabul eder. Bütün kültür tari-hi böyunca, bilgelik akli ile makulün te-sanat ve ahengi olmuştur. Eğer salt akli'
ye ve tekniğe dayanan modern
entellek-tüalizm (erdi ve kollektif hayatımızı
de-runi muvazeneye sokamamış ise, bu
mü-vazenenin insiyak üzerine ütülenmiş yalı n-kat sempati usuliyle başarılacağı da umul-mamalıdır. Alelitlak akli ve mantıkiyi
in-san tekamülünün eski ve yeni çağlarında
bir soysuzlaşma alameti olarak tezyif eden
taşkın anti-entellektiializrn, ameli Nietzc-he'ciliğin zıt tecellileri bunun sadece birer
çephesidir, ahmaklığa muadil düşmemek
için kendisini akli ve mantıki delillerle
ibra etmek mecburiyetindedir. Biz
sonur-gusuzlukları ancak sağlam teçhizat ile
yürüyeceğimiz bir yolda tasfiye
eyliyebi-liriz. Yapılması gereken iş akliyi, gelişi
güzel, yadırgamak değil, fakat makulün
bünyesinde kıvamlandırmak, ilmin irfana,
bilginin bilgeliğe inkılabını temin edecek
surette, klasik mantığı, müsbet
ölçüleri-mizle mütenasip tam gerçeklik
bölgesin-den geçirerek, genişletmek, daha doğ
ru-su, herhangi bir dar formalizmi «exis-tentiel» bir şuurla işleyerek muhtevalan-dırmaktır. Dalâlet akılla hayat arasında uzlaştırılmaz bir zıtlık tevehhüm edilerek sempati şeklindeki insiyaki ilhamları
kont-rolsuz benimsemeye kalkışmaktan doğar.
Bertrand Russell doğru söyliyor : Bergson
sezgi adı altında insiyakı metafizik
haki-katın biricik hakemi yapmıştır. Halbuki
aslında insiyak-akıl çatışması tamamiyle
vehmidir. İnsiy ak, sezgi, yahut deruni
ya-şay ış, bizi aklın gitgide teyit yahut cerh eylediği inançlara götüren bir şeydir. Akıl
son tahliıde bir inancı, daha az insiyaki
mahiyeti haiz bulunmıyan başka inançlarla ahenge sokar, kontrol eder ; fakat asla
yaratmaz. İnsiyaka, umumi ve müşterek
olmakla beraber, güveme gelmiyen kısı
m-ları hariç tutulmak ve tek cephesine
besle-nen güvem bertaraf olunmak şartile pek
alâ yer veilrebilir.
Bizce büyük tehlike, herhangi bir doktrin bayrağı altında gölgelenmeyi se-ven felsefi snobizmdedir. Bu snobizm, meşkuk hüviyetli, bulanık spekülasyoncu-luğu, (erdi ve fertler arası sonurgusuzluk-ları, ıttıratsızlıkları ile hayat ve gerçeklik namına revaçlandırılmış bir hayat ve gerçek düşmanlığıdır. Gençliğin manevi
formasyonu ile uğraşanlar bu tehlikeye
karşı nekadar hassas davransalar azdır.
Kötümserler ne derlerse desinler, geçmişin
tecrübeleri asla boşa gitmemiştir. O
tecrübelerin muvaffakiyetleri gibi
hezimet-leri de bize kültürel menşeimizin,
mevki-imizin, istikametimizin gelişmelerini temyiz ettiren ışık dalgaları göndermektedir.
Es-kilerin izan ve terbiye dairesinde konuşup
anlaşmak ihtiyaciyle tedvin ederek adeta
entellektüel ahlak kaideleri payesine yük-seltikleri «adabı münazara», ne her çekiş
-me ve atışmayı tavsatmak üzere sunulacak
bir müsekkin hap reçetesi, ne de iskolastik kavram cambazlığı öğreten bir medrese tali-matı değildir. Münazara dile gelmiş mantı k-tır.Mantık, geniş yahut dar, genel yahut özel nevileriyle doğruyu ve doğru olanı nor-mlandırır. Münazara adabı ise, o normların insanca bir karşılaşmayı idare ettirmeye
142 NECATİ AKDER elverişli tatbik şekillerini temsil eder.
Münazara alelade mantıki münakaşa ile de karıştırılmamalıdır. Münakaşa yazı ile de olabilir. Münazara ise münakaşanın sözlü tarzını tayin eden bir ifade disiplini, iki
şahsın anlaşma ekonomisidir.
Müellif, bibliyografyasında dört eser sayıyor : Cevdet Paşanın «Adabı Sedad»ı
Hasan Ali Yücel'in Mantık'ı, Şekip Tunc'- un «Psikoloii»si, Ömer Rıza Doğrul'un Ingilizceden dilimize çevirdiği «Söz söyle-mek ve iş başarmak sanatı». Münazara kitabı yazmak hususunda başka eserlerden de faydalanılmış olduğu tahmin edilebilir. Gelenbevi'nin küçük olmakla beraber özlü risalesini başta hatırlıyoruz. D3ğrudan doğruya münazara adabını izah eden Türkçe yazılmış eserler de vardır. Tefer-ruattan kaçınmış bulunulmasının bibliyog-rafyada sadelik iltizam ettirdiğine hükme-diyoruz.
Giriş kısmı usavurmanın önemini, mü-nazaranın « yani her hangi bir bilme ve meseleye ait olursa olsun, bir say (tez) ı
tanıtlamak (prouver), bir hakikati göster-mek emeliyle karşılıklı söz söylemenin»
de-ğerini belirtmektedir. Birinci bölüm «müna-zara terimleri» ne, ikinci bölüm «karşın ( opposant ) ve savgacı ( tez sahibi , eski terimle, müddei) nin ödevlerini»
gösterme-ğe tahsis edilmiştir. Bunu tanım ve böl-meye ait pek kısa bir ek takip ediyor. Üçüncü bölümde «münazara töreleri» bu-l:asa edilmektedir. Risalenin sonuna konul-muş olan lugatçe yeni terimlerle eskilerini karşılaştırmağa yarıyor .
Eserin özelliği iki vasfıııdadır: Kısa ( bu vasıf mana karışıklığına meydan ve-recek tarzda kitabın adında bile göze çar-pıyor) ve yeni tabirlere bağlı olması. Bah-settiğimiz lugatçe, ikinci vasfı mahzur sa-yılmaktan kurtararak bir meziyet yerine geçirmiştir. Mamafih başka mahzurlara işaret olunabilir. Misaller çok manduttur. Bu mandutluğa inzimam eden ifade tıkı z-lığının münazaradaki fikir dinamizmini la-yikiyle kavratmıyacağı düşünülebilir. Mev-zuun bünyesine dikkat etmiyenler, iki
tür-lü sathi reye sürüklenmek vaziyetinde ka-lırlarsa, şaşılmamalıdır. Bunlardan bazı-
ları problemi hissetmiyerek «adam sende, hepsi maltimu Ham kabilinden şeyleri' ze-habına kapılmak, bazıları ise eski isago-ci'ye mümasil bir «Kavait» taslağı önünde bulunmak ihtimaline maruz olabilecekler-dir. Az sermaye ile kitap bastırma= zor-luğunu unutmuyoruz, Ancak, umumi men-faat ve fikir terbiyesi bahis mevzuu olunca, eksikliklerin bu türlü bir mazerete bağış -lanmasını da kolay kolay müsamaha etme-meliyiz. Mutalaamız, ilkin mııayyen bir talebe zümresini hedef tutarak tertiplen-miş olduğu intibaını uyandıran, risalenin ikinci basımı hesabına bir dilek mahiye-tindedir. Bu ikinci basımda ifadenin daha tavlı, kitap münderecaiının, modern bir plana sokulmak şartiyle, biraz daha tefer-ruatlı olmasını bekliyeceğiz. Ezcümle giriş
kısmı maksadı etraflıca izah etmelidir. Ayrıca eskilerin «evveliyat» tabir ettik-leri esaslara, yani «müşahedat, mücerrebat, hadsiyat, meşhurat, makbnlat, muhayyelât, müşebbehat, maznunat... İlh.» ye, dair izah-lar verilmesi müreccahtır. Bu esasların say ve kanıtları edebi, mantıki. ilmi, dia-lektik, sofistik, demagojik karakterlerine göre sınıflandırarak tanıtmak, ilim boyası
vurulmuş retorik'in «makbulat, meşhurat, maznunat» sınırlarını aşamayaeağını, aş ar-sa pek çabuk mügalata vadisine ar-sapacağı -n: kavratmak gibi metodolojik, pedagojik faydaları küçümsemez.
« Kısa Münazarada Metot» mevzuunu çevreleyen felsefi ve pedagojik kültür me-selesi, gerek bu meseleye dikkati çekmek üzere açtığımız uzunca mukaddeme pa-rağrafı, gerek ikinci paragrafın asıl esere ait tahlili cephesi bakımından, plânımızın çift mihverli tek manasını teyit edecek bir netice davet eylemektedir.
« Fazilet Mükafatı » hikayesinde ham-lığı teşhir edilen medrese mantığı, kalbe, derılni ve derin anlayışa kapalı, tamtakır formalizmi ile ictimai' ahlak nüktelerine, insanî geçekliğe nekadar yahancılaşmış, hatta yabanlaşmış olursa olusun, bir zaman-lar temsil eylemiş bulunduğu kültürel fonk-siyonu temyiz etmemize engel olacak bir perde haline konulmamalıdır. Mutlak ma-nada fonksiyonsuz bünye ve bünyesiz
YAYINLAR ÜZERINDE 143 fonksiyon, hayati faaliyetlerdeki
soysuz-laşma temayülünün seyrine nisbet ederek
takdir edeceğimiz, birer mücerret örnek
kavramıdır. Bu soysuzlaşma keyfiyeti, her iki istikamette olarak, mantiki zihniyetin manzarasını teşkil eylediği ictimal hayatın ahlaki. iktisadi. hukuki, dini, idadri
mües-seselerinde de tecelli eyleyebilir. Dahası
var : « ictimai teşkilat ile mantıki tasnifler
arasında tenazur » iddia eden sosyoloklara
bu noktada hak verilerek aşırı formalist
zihniyatte idari, hukuki, dini ... bir
for-malizm izlenebilir. Ancak öyle olmasına
bakılarak, topyekün, hayatinin akliden
ko-parılması gerekmez ; belki fonksiyonel ta-biiyeti ile kavranmssı zarurileşir. Bu kav-rayış mükellefiyyeti akıl dışında ve akla rağmen değil, bilakis akliyi daha tam bir gerçeklik şuuru ile kıvamlandırarak, yani onu maküle ulaştırarak başarılacak bir yeni
bünyelendirme işi tazammun eder. Eski
çağda bu bünyelendirme teşebbüsünün
mümessilleri Sokrat ve talebeleri olmuş
-tur. Eğer eski çağ enterlektüalizmi
di-niyen-içtimai ortaçağ nizamcılığı
yüzün-den iskolastik formalizme tereddi etmiş
ise, bu ifratı sağlı sollu kollektif isterileri üslaplandırmağa elverişli hareket mistiğine intikal ettirmekle telâfi eylemiş olacağı -mızı sanmamalıyız. Açıklık, seçikllk, beda-het prensipinin, Descartes usulünün, ger-
çektiği izah bakımından, kaba bir alet
olduğu iddiasına bağışlanabilecek değerin, bu iddiadaki tahlil kudreti, zihin sonurgu-luluğu ile taayyün ettiği unutulmadıkça,
emniyetli araştırma ve kontrol çaresini
gene o âlette bulmak lüzumu hiç şüphe
götürmez. Sezginin rolü bitirmekten ziyade başlatmaktadır. Doğru düşünce ve doğru düşünceyi kesin şekliyle tebliğ eden doğru ifade, isabetli sezginin kefaleti olduğu ka-dar iyi anlayışın da mihengidir. İnsanın
yüksek şerefi ve ahlaki prensibi kendisini
hayvanlarla iştirak ettiren sempati
ilham-larından ziyade, Pascal'ın dediği gibi,
bü-tün bir kâinata üsbü-tünlüğünü isbat eden
düşünmek iktidarındadır; ve ancak «insan-ların çığırından çıkmasıdır ki, en akla
ay-kırı şeylerin makul görünmesini intaç
eder.
İlhamını böyle bir pedagojik basiret vecibesinden aldığına güvendiğimiz «Kısa Münazarada Metot» risalesi, yanılmıyorsak, yeni harflerin dilimize açtığı gelişme
dev-resinde ilk emektir. Ondan dolayı yakın
istikbalde daha tam ve besili bir kadro ile ikinci basımını idrak etmesi samimi dileğimizdir.
NECATİ AKDER