CUMHURİYET/2
Halifelik Ölçütünün
Yersizliği
Ulusumuzun çağdaşlaşmasının, uygarlık yarışına katılabilmesinin önüne
din maskesi kullanarak, yönetsel açıdan dikilen “halifelik” engeli, 61 yıl
önce 3 Mart 1924’te kaldırılmıştı. Yepyeni bir ufuk açan bu hareketin
değerini, günümüzde de bilelim.
Doç.Dr. SEÇİL AKGÜN ODTÜ Öğretim
TBMM’nin aldığı bir kararla 61 yıl önce (yarınki 3 Mart 1924 günü) Halifelik kaldırılmıştı. Bu büyük adımla din, yasal olarak devlet yapısı dışına çıkarılıyor du. Türklerin çağdaşlaşmasının, uygarlık yarışına katılabilmesi nin önüne iyiden iyiye yozlaştı rılıp hurafelere büründürülmüş din maskesi kullanılarak yönet sel açıdan dikilen bir engel gide riliyordu. Türkiye Cumhuriyeti, laik bir karakter kazanıyordu.
Halifelik, gerçekten dinsel ni telikli bir örgüt müydü, yoksa, özellikle Osmanlı İmparatorlu ğunun son dönemlerindeki işlev leriyle ülkenin siyasal yaşamın da din görünümünde tutuculu ğu toplumsal yaşama egemen kı lan siyasal bir kurum muydu? Buna karar verebilmek için H a lifeliğin çıkışma, gelişmesine, hatta toplumların çağdaşlaşma sı ile bağlantısına bir göz atmak gerekir:
İslam dini, büyük dinlerin so nuncusu olarak tarih sahnesine çıkar çıkmaz Arap toplumları arasında yaygınlaştırılmaya baş landı. Bu çabayı bizzat yürüten Hazreti Muhammed de Islami- yetin kurucusu olmanın yanı sı ra, bu dini kabul etmekte olan Arap topluluklarının başkanı ol du.
Bu bir Arap devleti başkan lığı idi. Bir başka deyişle, öbür dinlerden farklı olarak, İslam di ninde, dinsel ve yönetsel liderlik, daha çıkışında, bir kimsede top lanıyordu. Bu nedenle İslamiyet, “ kilise” nin yani “ dinin” devlet dışında örgütlendiği Hıristiyan lıktan farklı biçimde gelişti. Hı ristiyanlıkta, çıkışından beri dev
letin dışında bir kilise ve kilise nin başı olmuş, öte yandan, bu kişiden ayrı olarak, Hıristiyan çoğunluklu devletlerin bir de devlet başkanı olmuştur. Dola yısıyla, Hıristiyanlığın, daha başlangıçta laik karakter taşıdı ğını söylemek olasıyken, İslami yet, bu olgudan uzak gelişmiştir. Peygamberin ölümünü izleyen 4 Halife döneminde de Muham- med’in başlattığı gelenek sürdü rülmüş, devlet başkanı, Müslü manların da dinsel başkanı sayıl mıştı. Yönetsel ve dinsel niteli ğin aynı kimsede toplanması ise, Halifeliğe türlü değişiklikler ge tirdi. Nesnel ve tinsel lider oldu ğu öne sürülen halifelerin, çoğu zaman, siyasal yanları ağır bas tı. Kutsal nitelenmediler. Hem saldırılarla karşılaştılar, hem de çevrelerindeki Müslümanların karşıt örgütlenmelerine tanık ol dular. Zamanla toplumsal ge reksinmeler ve çatışmalar ürünü ortaya çıkan mezheplerle, Hali felik daha değişik evrelere girdi. Kimi mezhepler halifeyi tanı mazken, halife, Sünnilerin lideri şekline dönüştü. İslam dininin “ din adamı” içermediği hatırla nacak olursa, bazı mezheplerin halifeyi yadsımasını anlamak da kolaylaşmaktadır.
Halifenin dinsel işlevlerine ge lince, yine aynı açıdan bakışla, halifenin din adamı yerine din görevlisi olduğunu söylemek ge rekir. Şöyle ki, halifelerin dev let yöneticiliğinden başkuman danlığa, şeriat koyuculuğuna, imamlıktan diplomatlığa kadar üstlendikleri pek çok görev ve yetki yanında dinsel yetkilerinin pek olmadığı, örneğin, dinsel
Üyesi
kurallarda değişiklik yapama dıkları görülür. Yine Hıristiyan lıktan örnekle bu sava açıklık ge tirmek istersek, Papa’ya ve elin deki dinsel yetkilere bakabiliriz. Bir kimseyi afaroz etmek, yani din dışına çıkarmaktan, vaftize kadar uzayan yetkilerini görü rüz. Yine Papa’nın, pazar ayini ni cumartesiye bile aldığı görül müştür (1). Oysa halifenin, din sel kurallar açısından bir yetkisi yoktur. Bununsa en belirgin ka nıtı, Osmanlı İmparatorluğunda bir uygulamanın geçerli olup ol mamasının karar merciinin, ha life değil, şeyhülislam olması, “ fetva” nırt ondan çıkmasıdır.
HALİFELİK, TARİH BOYUNCA ÖNEMSİZDİ
Halifeliğin işlevleri arasında İslam dünyasındaki birleştirici etkisi de söz konusu olmuştur. Oysa Halifeliğin siyasal niteliği, onu birleştiricilikten uzak tut muştur. Tarih sahnesinde aynı dönemde birkaç halifenin hü küm sürdükleri görülür. Abba si, Emevi ve Fatımi halifelerinin aynı dönem halifelikleri, buna bir örnektir. Ayrıca Yavuz’un halifeliği aldığı öne sürülen yıl larda, Halifeliği devraldığı Al Mütevekkil Allah da hem İstan bul’da kaldığı sürede, hem de Kanuni devrinde Mısır’a geri gönderilmesinden sonra halife unvanını kullanmıştır. Bu ger çeklerle halifeliğin dinselden çok siyasal nitelik taşıdığı doğrula nırken, birleştirici olmadığı da açıklanmaktadır. Kaldı ki, hali felikle padişahlığın özdeştiği Os manlI yönetimine karşı Yemen, Mısır, Suriye ve Arnavutluk Müslümanları gibi pek çok İslam
OLAYLAR VE GÖRÜŞLER
topluluğunun ayaklandığı, hele 1. Dünya Savaşı başında Halife nin cihat çağrısına karşın, pek çok Müslümanın, gelişen Arap milliyetçiliğinin çıkarları için Os manlI ordularına silah çektiği ta rihsel gerçeklerdir.
Sıraladığımız bu etkenler yan yana gelince ortaya çıkan gerçek şu oluyor ki, tarih boyunca ha lifelik, siyasal bir örgüt olmamış, halife de gerçek anlamda dinsel bir kişilik taşımamıştır. Ancak, özellikle bilimsellikten uzak kal mış insanlara seslenebilmenin, onları etkileyebilmenin en kolay yolunun inanç açısından sesleniş olduğu düşünülerek, halifelik, özellikle Osmanlı İmparatorlu ğunun çöküşünün hızlandığı dö nemde politik bir silah haline ge tirilmişti. Bu döneme kadar Os manlI padişahları tarafından hiç kullanılmamış olan bu unvana hiç olmazsa İmparatorluğun Müslüman eyaletlerinin kopuşu nu önleyebilmek amacı ile II. Abdülhamit sarılmışsa da silahı etkisiz kalmıştı.
İşte bu evrelerden geçmiş olan halifeliğin, kurmayı amaçladığı ulusal devlet içinde bütünüyle yersiz kalacağını gören Atatürk, ülkesini I. Dünya Savaşından sonra çiğnemeye başladığı düş man çizmelerinden kurtarmaya karar verdiği an, ulusallıktan uzaklığı kadar pek çok kez fonk- siyonsuzluğunu da kanıtlamış olan bu örgütü de kaldırmaya k a ra r verm işti. Z aten son Padişah-Halifenin şahsında, ha lifeliğin gerçekte var sayılabilen tek yetkisi, ulus önderliğini de benimsemediği kanıtlanmıştı: Türkiye düşman işgali altında kalınca o, yurdunu, saltanatı ve halifeliği savunmak için ulusun önüne düşeceğine, düşmanla iş birlikçi olmuş, bununla da kal mayıp yurdu kurtarmak çaba sında olanların karşısına, yine inanç istismarı içeren bir hilafet ordusu çıkarmıştır.
A tatürk’ün düşman işgali al tındaki yurdu için H alife- Padişahtan, İstanbul’daki hükü metten bir beklenti umulamaya- cağını anladığı an Anadolu’ya geçerek burada düşmana karşı başlayan direnişleri örgütleyerek giriştiği Kurtuluş Savaşından
beklentisi, yurdu için tam bir kurtuluştu. Savaşı, yurdun yal nız işgalci düşmandan kurtarıl ması için bir eylem olarak gör müyordu. Türkiye’yi gericilikten kurtarmayı, uygarlığa kavuştur mayı bu eylem içinde düşünür ken, çağdaşlaşma aşamasını en gelleyebilecek düşman düşünce den de kurtarma savaşı olarak görüyordu. Engelleyici düşünce nin başında da yıllardır din adı na toplumu tutsak eden, üstelik egemenliğini, ulusal olmaktan çok uzak, evrensel bir kavrama dayandıran Halifelik ve saltanat geliyordu. Atatürk, başarısının bir gizi olan doğru ve yerinde za manlamayı burada da kullandı.
SON HAI.ÎFF.’NÎN
HIRS VE Ç A B A SI...
Cumhuriyetin duyurulup Ata türk’ün Cumhurbaşkanı seçil mesine kadar devlet başkanlığı bir süre belirsizlik taşımıştı: Sal tanat kaldırılmıştı. Ancak, hali fe, hem dünyasal hem de dinsel lider görünümünü korumak is temişti. Oysa artık dinsel etkisi tartışılan, siyasal yetkilerini de büsbütün yitirmiş olan bu kim senin yeni Cumhuriyette hiçbir yeri olamazdı. Kaldı ki halife, çevresine topladığı kimi körükö- rüne, kimi çıkarla ona bağlı kim selerle birlikte durumun farkın da olduğunu gösteren atılımlar- da bulunmaktan da kaçınmıyor du. Meclis içinde adeta bir kam panya sürdürerek kendisine mutlaka bir yer arıyor, Meclisle bütünleşme peşinde koşuyordu. Kurtuluş Savaşının başından be ri çember çember daralan siya sal yetkisinin birazına da olsa sa hip olabilmek istiyordu. Bu bir parmaklık açık, ileride ona bir kapı açabilirdi. Atatürkse bunu görüyor, Türkiye için amaçladığı akılcı toplumsal yapıya artık yı kılmış ve yenik düşmüş eski dü zenin din kavramım ideolojik bir silah olarak yöneltilmesini önle mek zorunluluğunu duyuyordu. Bu da devletten dini kaldırmak la sağlanabilirdi. Üstelik, bu iş lem, milletten dinin kaldırılma sına yöneltilmediğinden, bir yer de milletin dinsel inançları da devlet güvencesine alınmış olu yordu. İslam dini, çıkışından be
ri, aslında bulunmayan pek çok etkenle, mezheple, tarikatla, si yasetle özünden saptırılmıştı. Halifelik de bunlara alet olmuş tu. Halifeliğin kaldırılması ise İs lam dinini özüne döndürüp her Müslümanı, kendi özgür İslam lık anlayışı ile baş başa kalma sını sağlıyordu. Kaldı ki zaten İs lam dininin özünde bu özgürlü ğe öylesine yer verilmişti ki ne din adamı, ne tapınma mekânı gibi kısıtlamalar yoktu.
Cumhuriyetin duyurulmasını izleyen günlerde gelecekleri artık anlayan halifenin, T.C. siyase tinde söz sahibi olabilmek için yaptığı son atılımlar, Halifeliğin de sonunu çabuklaştırdı. Bütçe görüşmeleri sırasında tüm Müs lümanların lideri olduğunu öne sürerek, savaştan yeni çıkmış Türk halkının sırtından almak ta olduğu ödeneğin daha da ar tırılmasını istemesi, bardağı ta şıran son damla oldu. Zaten Ha lifeliğin kaldırılmasına çoktan karar vermiş olan Atatürk, bu konuda kamuoyunda son nabız yoklamalarından, ayrıca çok gü vendiği Türk ordusunun ve ba sının xla desteğini duyduktan sonra bütçe görüşmeleri sırasın da Halifelik sorununu noktala mağa karar verdi. Bütçe görüş meleri sırasında Meclis’te görü şülen Halifeliğin, 3 Mart 1924 günü 429 sayılı yasa ile kaldırıl masına karar verildi.
Halifelik kaldırılırken, yeni Türkiye Cumhuriyeti de iki başlı garip durumundan, aynı zaman da çağdaş dünyada yerini alma sını engelleyecek çağdışı ve ge reksiz bir makamdan kurtulu yordu. Dinin siyasete egemen ol duğu süre, dinin değişmezliği ne deniyle günlük koşullara uyama- mak, Türk toplumsal yaşamın dan siliniyordu. Böylece Türk toplumunun, yüzyıllardır tutsa ğı olduğu pek çok ulusal olma yan saplantılardan kurtaracak devrimlerin de gerçekleşebilme si olanağı doğarken, önünde yepyeni bir ufuk açılıyordu. Gü nümüzde de değerini anlamamız gereken...
(1) Uçok Coşkun; TTK, A ta türk’ün Büyük Söylevi’nin 50. Yılında, s.99.