• Sonuç bulunamadı

Ağrı duygusu ve tarihçesi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ağrı duygusu ve tarihçesi"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

AĞRI DUYGUSU VE

TARiHÇESi

ÖZET: Ağrı hissi, hayvan ve insan sağlığı için yöne-tilmesi gereken önemli bir duygudur. Ağrılı canlının rahat-latılması bu sebeple tıbbi uygulamaların öncelikli hedefle-rindendir. İnsanlık ve tıp tarihi boyunca ağrı, tarif edilmesi, anlaşılması ve yönetilmesi gereken bir hasta gereksinimi olmuştur. Uluslararası Ağrı Araştırmaları Derneği (IASP), ağrıyı vücudun bir bölgesinden kaynaklanan gerçek ya da potansiyel doku hasarı ile ilişkili olan veya olmayan, bire-yin yaşanmışlıkları ile de ilişkili duyusal, duygusal bir dene-yim olarak tanımlamaktadır. İnsan ve hayvanlarda önemli bir işaretleyici, uyarıcı ve koruyucu olan ağrının tanımları sübjektif olsa da klinik tanım önemlidir ve çözüm odaklıdır. Çünkü insan var olduğu sürece ağrı vardır ve aslında ağrı hastanın söylediği şeydir, eğer bir birey bir ağrı tanımlıyor-sa o ağrı vardır. Bu yaklaşım hastayı önemsemenin, dinle-menin, bilimsel tanımlarla kısıtlı kalmamanın önemini de göstermektedir. Bu çalışma, hayat kalitesi ve performansın düşmesine yol açan bir duygu olarak binlerce yıldır merak edilen ve tanımlanmaya çalışılan ağrı duygusunun tarihçe-sini özet olarak ele almaya çalışmaktadır.

ANAHTAR KELİMELER: Ağrı, sızı, acı, uygarlıklar.

ABSTRACT: Pain sensation is an important emotion that needs to be managed for the animal and human. The-refore, relieving painful living is one of the primary goals of medical applications. Throughout the history of humanity and medicine, pain has been a need for a patient that needs to be described, understood and managed. The Internatio-nal Association for Pain Studies (IASP) defines pain as a sen-sory, emotional experience associated with the individual’s experiences, whether or not associated with actual or po-tential tissue damage from a region of the body. Although definitions of pain, which is an important marker, stimulant and protector in humans and animals, are subjective, the clinical definition is important and solution-oriented. Be-cause as long as human exists, there is pain, and in fact, the pain is what the patient says, if an individual defines a pain, there is pain. This approach also shows the importance of caring for the patient, listening, and not being limited by scientific definitions. This study tries to summarize the his-tory of the feeling of pain that has been curious and tried to be defined for thousands of years as an emotion that leads to a decrease in quality of life and performance.

KEYWORDS: Pain, ache, suffering, tingle, civilizati-ons.

PAIN AND THE HISTORY OF THE PAIN EMOTION

Prof. Dr. Recep ASLAN

AKÜ Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı

(2)

GİRİŞ

Ağrı çok yönlü bir fenomen olup, hekimlerin ve insanların çok sık karşılaştığı, ancak her iki tarafın da ye-terince bilgi sahibi olamadığı konular-dandır. Modernite öncesi, modern tıp ve post modern medikal yaklaşımlar üst üste konulduğunda insanlığın ağrı konusunda önemli adımlar attığı görü-lür. Buna rağmen konu tamamlanmış değildir. Daha önceleri hep bir hastalı-ğın göstergesi olarak ve bir bulgu yak-laşımıyla ele alınan ağrı, özellikle de kronik ağrı, günümüzde bağımsız bir hastalık tablosu (sendrom) olarak gö-rülmektedir. Kronik ağrı sebebiyle her yıl ortalama 60 milyar $ ve 700 milyon iş günü küresel ekonomik kayıp ya-şandığı öngörülmektedir (1). Ağrı ko-nulu çalışmalar, binlerce yıldır devam etmektedir. Ancak cevaplanamayan sorular, artan ağrı vakaları ve gelişen teknolojilere bağlı olarak ağrı odaklı çalışmalar, disiplinler ve organizasyon-lar artmış, 1974 yılında kurulan Ulus-lararası Ağrı Araştırmaları Teşkilatı ile bu çalışmalar ivme kazanmıştır. Öyle ki çalışmalar ve elde edilen gelişmeler sonucu tıbbi disiplinlere yeni bir bilim alanı eklenmiş, “Algoloji” yani “Ağrı Bili-mi” ortaya çıkmıştır. Binlerce yıldır çö-zümlenmeye çalışılan ağrı fenomeni konusunda, beş temel sorun hala dik-kat çekmektedir: Hekimlerin ağrı ko-nusunda yeterli bilgiye sahip olama-maları, bireyin hissettiği ve yaşadığı ağrıyı tanımlarken çoğu zaman net ve somut olarak ifade edememesi, geliş-tirilen yeni ağrı kontrol yöntemlerinin yeterince yaygınlaşmamış olması, ağrı yönetiminde hekimler ve disiplinler arası iletişimin yetersizliği ve tedaviye cevap vermeyen ağrılar veya kaynağı tespit edilemeyen ağrılar. Tam tanım-lanamadığı ve çoğu zaman giderile-mediği için korkulan bir fenomen olan ağrı duygusu nedeniyle, tarih boyunca insan kendisine zorluk, sıkıntı, eziyet gibi gelen her şeyi “acı” ve “ağrı” keli-meleri ile ifade etmiştir. Günümüz tıp disiplini ağrıyı, vücudun herhangi bir yerinden başlayan, organik bir nedeni

olan ya da olmayan, geçmişteki de-neyimlerle ilgili olarak arzulanmayan algısal ve emosyonel bir duygu olarak tarif etmektedir. Bu tanım, ağrıyı tüm yönleriyle tarif ediyor olmasa da bu tanıma ulaşmak hiç kolay olmamıştır. Çok nadir bazı anormal bünyeler hariç ağrı duyumunu yaşamayan hayvan ve insan yoktur. Ağrı duyumunda, hasta-lıklara bağlı patolojiler, doku hasarları, mevsim değişimleri ve hava koşulları, düşünce ve duygular, alınan gıdalar, ortam pH’sı, algılanan kokular, oksijen yetmezliği ve postür gibi bilinen ve bi-linmeyen birçok faktörün rolü vardır (1, 2, 3). Ağrı olgusuna yaklaşımın ta-rihsel seyri konusunda oluşturulan bu derleme, ağrı fizyolojisini, sık karşılaşı-lan ağrıları ve ağrı yönetimini anlama-yı, ağrı sürecini doğru okumayı kolay-laştıracaktır.

AĞRI TERMİNOLOJİSİ

Ağrı; gerçek veya potansiyel doku

hasarına eşlik eden hoş olmayan, ar-zulanmayan duyusal veya duygusal deneyim ve yaşanmışlıktır.

Akut ağrı; doku hasarı ile ilişkili olup iyileşme sonrası ortadan kalkan ağrı-dır.

Kronik ağrı; doku hasarı ile ilişkili

ol-mayan ve üç aydan uzun süren ağrılar-dır.

Ağrı eşiği; uyarının ağrılı olarak

algı-lanmadığı en düşük yoğunluk sınırıdır. Ağrılı uyaran; ağrı eşiğini aşarak acı ve-ren uyarım ve uyarıcı maddelerdir.

Ağrı toleransı; insan ve hayvanın

da-yanabildiği en yüksek ağrı düzeyidir.

Allodini: Zararsız bir uyaranın ağrı

olarak algılandığı anormal durumdur. Hasar görmüş bir doku ve bölgedeki ağrısız uyaranın bile ağrı oluşturduğu bilinir.

Algojenik madde; ağrı yapan, ağrı

uyarısı oluşturan maddelerdir.

Anestezi doloroza; normalde uyuşuk

olan bir bölgede ağrının hissedilmesi-dir.

Deafferantasyon; primer duyusal

nörondan normal girdinin kaybolması tablosudur, PHN ve sinir kopmaları du-rumunda izlenmektedir.

Disestezi; ağrılı bir parastezidir,

ayak-larda yanma hissi ile kendini gösterir.

Fantom ağrısı; cerrahi olarak

vücut-tan alınmış (ampüte edilmiş) organ, doku ve bölge sanki mevcutmuş gibi o bölgede hissedilen ağrılardır.

Hipoentezi; uyarana karşı azalmış

hassasiyeti ifade eder.

Hiperpati; tekrarlayan uyarıya verilen

anormal ağrı cevabıdır.

Hiperaljezi; ağrının algılanmasının

artmasıdır. Primer veya sekonder ola-bilir. Primerde reseptörlerin hassasiye-tinde artmaya, sekonderde ise medul-la spinalis arka boynuzdaki ağrı iletimi yapan nöronların aktivasyon eşiğinde-ki düşmeye bağlıdır.

(3)

Impairment (yetmezlik); psikolojik,

fizyolojik ve anatomik yapı veya fonk-siyon kaybı veya anomalisi durumu-dur.

Lancinating; batıcı ağrıdır, saplanır

gibi ağrılar bu tanımla ifade edilir.

Nosisepsion; güncel tıbbi kullanımda

doku hasarına sebep olan uyarının

al-gılanması “nosisepsiyon” terimiyle ifa-de edilmektedir.

Nosiseptör; zararlı ve zararsız

uyaran-ları ayırt edebilen reseptörlerin ortak adıdır.

Nevralji; sinir ya da sinirin dağılım

ala-nındaki ağrıyı ifade eder.

Parestezi; herhangi bir anormal

du-yumdur.

Santral ağrı; ağrı üreten kaynağın

omurilik veya beyinde olması duru-munda kullanılır.

Yansıyan ağrı; doku hasarının olduğu

bölgeden başka yerde hissedilen ağrı-lar yansıyan ağrı oağrı-larak tanımlanır. Genellikle somatik, viseral ve nöropa-tik olmak üzere üç tip ağrı vardır. Her üç tipte de ağrı akut veya kronik ola-bilir. Akut ağrı kısa ömürlü, kolay tarif edilebilen ve gözlemlenebilen yollarla kendini gösterir. Kronik ağrı, genellikle üç aydan uzun süren ağrı olarak tanım-lanır. Sübjektiftir ve akut ağrı gibi kolay tanımlanmamaktadır. Somatik, viseral ve nöropatik ağrılar aynı anda veya tek başlarına ve farklı zamanlarda hissedi-lebilir. Farklı ağrı türleri farklı ağrı kesi-ci ilaçlara farklı tepki verir. Somatik ve viseral ağrılar nöropatik ağrıdan daha kolay giderilebilmektedir.

Somatik ağrı: Vücut yüzeyinde veya

kas iskelet sistemlerindeki ağrı resep-törlerinin aktivasyonu kaynaklı ağrıdır. Somatik ağrıların ortak sebebi ameli-yat kesilerine bağlı postoperatif evre-de ortaya çıkan ağrıdır. Somatik ağrı, kesi yerindeki anormallikler, iltihap, tekrarlayan travmalar, aşırı aktivite, zorlanma ve kuvvetli gerilme gibi fak-törlerden kaynaklanmaktadır. Somatik ağrı genellikle aktivite ile artar, dinlen-meyle hafifler ve kalkar.

Viseral ağrı: İç organlar hasar

gördü-ğünde ve yaralandığında hissedilen yaygın ağrı şeklidir. Visseral, vücudun iç kısımlarını ifade ederse de göğüs bölgesi bu tanımın dışındadır. Göğüs bölgesi ağrısı, göğüs, karın veya pelvik bölgelerdeki ağrı reseptörlerinin akti-vasyonundan kaynaklanır. Viseral ağrı ise mide, böbrek, safra ve idrar kesesi ve bağırsaklar gibi organların prob-lemlerinden kaynaklanır.

Nöropatik ağrı: Omurilik ve

(4)

bunların işlev bozukluğundan kaynak-lanır. Tipik olarak yanma, karıncalan-ma, çekme, batma veya iğneleme hissi verir. Bazı hastalar bu his için bıçaklan-ma, delinme, kesilme ve sondaj ağrısı şeklinde tanımlamalar da kullanırlar. Nöropatik ağrı kalça, alt sırt, üst sırt, kollar, parmaklar ve karında yaygın olarak görülür; boyun, bacaklar, sırt, ayak, uyluk ve ayak parmaklarındaki yaralanma nedeniyle ortaya çıkar.

AĞRININ TARİHÇESİ

Ağrı fenomeni insan ve hayvan varlığı kadar eskidir. Ağrı, her dönem-de gerçek bir olgu olarak yaşanması-na rağmen onunla yaşanması-nasıl baş edileceği günümüzde de tam olarak çözümlen-miş bir soru değildir (6). Hayvanlar ve insan ağrıyı varoluşlarından itibaren yaşamaya başlamış her ikisi de kendi imkânları kapsamında ağrı ve sızı du-yusunu gidermeye çalışmışlardır. Ağ-rılı vücut bölgelerini güneşe dönmek, sıcak bir nesneye dayamak, bir ota bir

gıdaya yönelmek, vücut postürünü değiştirerek yatmak, oturmak veya yürümek gibi yöntemleri hayvan ve insanlarda hala görmekteyiz. Bu mü-cadelede insan dini önerilerden yarar-landığı gibi büyü, sihir gibi batıl inanış ve uygulamalardan da medet ummuş-tur (5, 6). İnsan, hayvandan farklı ola-rak yeni teknolojiler geliştirme yetene-ğine sahiptir. Ayrıca, telkin yeteneği ve inanışlarını da ağrı süreçlerinde kulla-nabilmektedir (5). İnsanın ağrıyla baş edebilmek amaçlı araştırma geliştirme süreci, soğuk veya sıcak suya batırılmış veya güneşte ısıtılmış taşları ağrılı böl-geye koyması ile başlamaktadır. Me-zopotamya, Mısır, Çin, Hint, Yunan ve Roma uygarlıklarında ağrı ile ilgili bel-gelerde ağrıyı giderecek bazı terkipler olduğu bildirilmiştir. Latince’de “ceza-landırmak, işkence etmek” gibi ma-nalar için kullanılan “poena” sözcüğü, İngilizce’de “pain” olarak ifade edilmiş, kişinin çektiği ağrının yanlışları nede-niyle bir cezalandırılma olduğu düşü-nülerek kullanılmaya başlanmıştır.

Ta-rihsel süreçte toplumların en çok baş ağrısı, diş ağrısı, karın ağrısı gibi ağrılar üzerine yoğunlaştıkları ve gidermek için çare arayışına girdikleri düşünül-mektedir. Mezopotamya dönemi me-tinlerde ağrı ile ilgili olarak içinde ağrı gidericilerin yer aldığı, örneğin diş ağ-rısı ile ilgili bilgilerin yer aldığı kodeks-ler oluşturulduğu belirlenmiştir. Ancak Mezopotamya uygarlığı ağrının bir ceza olduğu düşüncesiyle giderilme-sinde, adak, kurban, tanrılarına yakar-ma gibi davranışları öncelemişlerdir. Ağrı anatomisi ve fizyolojisi ile ilgili ça-lışmalar ile tanınan eski Çin toplumu, Yan ve Yin adını verdikleri zıt güçler-den birinin öfkelenmesinin ağrıya yol açtığını kabul etmiştir. Akupunktur uygulamaları bu yaklaşımın ürünüdür. Eski Hint metinlerinde ağrıya bakışı gösteren anatomik ve fizyolojik açık-lamalar dikkat çekicidir. Bu metinlerde çeşitli ağrı yolları olduğu anlatılmakta, vücuttaki bu ağrı yolakları çizimlerle gösterilmektedir. Budizm’in M.Ö. 5. yüzyıldaki hâkimiyetiyle birlikte bu

(5)

yaklaşımlar reddedilmiş, mistik bakış açıları kabul görmeye başlamıştır. Eski Yunan toplumunda ağrının keskin partiküllerin ve atomların çarpışma-larından veya ruhun armonisindeki bozukluktan kaynaklandığı düşünül-müş; ağrının dokunma duyusunun farklı bir biçimi olduğunu ileri süren düşünürler de olmuştur. Ağrıyı neşe, hüzün, sakinlik, gerginlik gibi bir duy-gu durumu olarak gören, yaşayan bir fenomen olduğunu düşünen ve insan benliğini tehdit eden duyguların ağrı-ya yol açtığını bildiren ağrı-yaklaşımlar her dönemde olmuştur. Doğum, yaşlılık, hastalık gibi hayatın her aşamasının ağrıyla başladığını, ağrıya yol açtığını savunan yaklaşımlar hem modernite öncesinde hem de post modern dö-nemde karşımıza çıkmaktadır. Kont-rol altına alınması zor iki duygudan birinin ağrı, diğerinin ise aşk olduğu, farklı uygarlıklara ait kadim tıbbi me-tinlerde müşterek ve yaygın kabul gören bir yaklaşımdır. Bütün bunların yanında ağrının kişi için özel bir duy-gu olduğunu, genellenemeyeceğini bildiren çalışmalar da vardır (6). Eski Yunan’da Platon gibi bazı düşünürler ağrıyı vücuttaki çengel yapılı keskin parçacıkların hızla devinmeleri sonucu ruh atomlarının huzurunun bozulması ile açıklamışlar, bir uyarının zevk veya ağrı olarak algılanmasının, bu parça-cıkların biçim, büyüklük ve hızı ile ala-kalı olduğunu savunmuşlardır. Hipok-rat ağrıyı sağlıklı bir vücuttaki doğal dengenin bozulması ile açıklamıştır. Eski Mısır kaynaklarında ağrıya dair mistik tanımlar mevcut olmakla birlik-te fizyolojik ve anatomik bakış açıları da dikkat çekmektedir. Kalbi vücudun en önemli organı olarak kabul eden bu yaklaşımlar, bir travma sonucu oluşan ağrıyı kalple ilişkilendirmektedir. Kal-bi merkez alan Kal-bir sinir sistemi varlığı kabul edilmekte, bu sinirler ağrılı uya-ranlara ve yaralanmalara maruz kal-dıklarında ağrı oluşmaktadır. İlerleyen yıllarda bu yaklaşımdan uzaklaşılarak duysal ve motor işlevlerin merkezinin kalp değil beyin olduğu gösterilmiş, ancak ağrının iç organlarla ilişkili bir

duygu durum olduğu sanılmıştır. Eski Roma ağrıyı sevilmesi hatta arzulanıl-ması gereken bir fenomen olarak gör-müş; acılı, ağrılı hayatı bir dindarlık, bir erdem olarak kabul etmiştir. Bu yak-laşıma rağmen ağrının mekanizması üzerinde araştırma yapanlar olmuş, bazı Eski Roma’lı düşünürler ağrıyı do-kusal bütünlüğün bozulmasına veya beden salgılarının düzensizliğine bağ-lamışlardır (1, 4). Roma’nın çöküşüyle başlayıp Rönesans’a kadar süren dö-nem, Avrupa için tıp açısından hemen hemen hiçbir ilerleme kaydedilmemiş “karanlık evre” kabul edilir. Bu dönem-de ağrı tanımı ve mekanizmasına ye-terli ilgi gösterilmemiş, ağrının ruhu arındırmak ve günahtan arınmak için tercih edilen bir duygu durumu oldu-ğu düşünülmüştür. Bu dönem İslam düşüncesi ve medeniyetinin yeni bir yaklaşım olarak dikkat çekmeye başla-dığı ve yayılbaşla-dığı zaman dilimidir (6).

On birinci yüzyılda bilim ve tıbbi gelişmelerin İber Yarımadası’n-dan başlayarak batıya doğru kaymaya başladığı görülmektedir. Otopsinin ya-sal olarak izin verilen bir işlem haline gelmesi, insan ve hayvan vücudunun tanınmasında önemli bir süreci başlat-mıştır. Leonardo da Vinci’nin anatomi ve fizyoloji alanındaki çalışmaları bu döneme rastlamaktadır. Ona göre ağrı, dokunma duyusunun yoğunlaşmış bir uzantısıdır. Bu dönemde ağrı kesici olarak fark edilen birçok ilaç, o günkü

dini anlayış sebebiyle yasaklanmıştır. Lokal anestezi amaçlı olarak soğuk uygulamasının yapıldığı bu dönemde, atropin, belladona ve adamotu gibi bitkilerin her şeye rağmen kullanıldığı belgelenmiştir (1). Kopernik’le başla-yan ağrı fizyolojisi hakkındaki bilgile-rin asıl gelişimi Bell ve Magendie’nin 1800’lü yılların sonlarında yaptıkları çalışmalarla spinal sinirlerdeki ön ve arka köklerin işleyiş mekanizmasını fark etmesiyledir. Bu yıllarda ağrı şöy-le tanımlanmıştır: Duyular normalden daha şiddetli olduğunda ve insan ya da hayvan aşırı ışık, baskı, sıcak, soğuk gibi istenmeyen uyaranlara maruz kal-dıklarında ortaya çıkan duygu durumu ağrıdır. On sekizinci yüzyıl hipnoz tek-niğinin (hipnotizma) oluşturulduğu ve ağrıyı önleme amaçlı kullanılmaya başlandığı dönemdir. On dokuzuncu yüzyılda Descartes bu ağrı duyumu-nun beyne çok ince liflerle iletildiğini ileri sürmüştür (1, 4).

1806 yılında bir morfin türü olan opium (afyon) alkaloidi yalıtıl-mış, 1832 yılında kodein kullanılmaya başlanmış, 1844 yılında söğüt ağacın-dan salisilik asit elde edilmiştir. Bütün bunlar ağrıyı baskılama ve giderme yönünde önemli gelişim süreçleridir. Ancak günümüzdeki modern aneste-ziye açılan yol on sekizinci yüzyılladır. Anestezide bugün hala kullanılan gaz-lar bu yılgaz-larda keşfedilmiştir. Eter gazı, güldürücü gaz olarak bilinen azot

(6)

peroksit gazı, bu yıllarda ağrısız do-ğum amacıyla Avrupa ve Amerika’da kullanılmaya başlanan kloroform anestezisi yepyeni bir çığır açmıştır. Ağrısız doğuma hristiyan din adamları ve kilise, ağrıyı kutsayan, ağrı çekme-yi erdem gören bakış açısı nedeniyle şiddetle karşı çıkmış, buna rağmen İngiltere kraliçesi bu yöntemle yedin-ci çocuğunu doğurarak bilimsel geliş-meden yana tavır almıştır. 1884 yılın-da lokal anestezi (sınırlı uyuşturma) amacıyla kokain kullanılmış, 1899’da ağrı kesici olarak Aspirin geliştirile-rek ağrı kontrolünde kullanılan sinir bloklarının hemen tümü için otuz yıl boyunca tek ağrı kesici olarak kullanıl-mıştır. Sinir bloke etme yöntemi 1901 yılında ilk kez kanserli bir hastanın ağrı tedavisinde kullanılmış, 1903 yılında ise trigeminal nevraljinin tedavisin-de alkol bloğu uygulanmıştır. Bugün hala yaygın olarak kullanılan Novokain 1905 yılında bulunmuş, 1978 yılında vücutta “endorfin” adı verilen ve mor-fine benzer maddelerin salındığı tespit edilmiştir (4).

Ağrı merkezli çalışmaların özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında hızlandığını görmekteyiz. Savaş yılla-rında milyonlarca yaralı asker ve sivilin tedavisi esnasında edinilen tecrübe ve bulgular Algoloji (Ağrı Bilim) alanının doğmasına yardım etmiş, ağrı meka-nizması ile ilgili olarak ileri sürülen ve hala geçerliliğini koruyan Kapı Kontrol Teorisi 1965 yılında yerleşik hale gel-miştir. 1974 yılında yetmiş ülkeden üç binden fazla bilim adamının katılımı ile Uluslararası Ağrı Araştırmaları Teşkilatı (IASP) kurulmuştur. Ülkemiz Osmanlı Devleti dönemi dâhil bu gelişmeleri yakından takip etmiş, ülkemizdeki ağrı içerikli yayınlar 1840’lı yıllarda başla-mıştır (1, 4).

MÜSLÜMAN TIP VE AĞRIYA YAKLAŞIM

İslam düşüncesi, inanışı ve ha-yat tarzının toplumlar arasında yay-gın ve tanınır hale gelmesiyle birlikte,

sağlık, hastalık, ağrı ve sağaltım gibi tıbbi konulardaki İslami yaklaşım ve tanımlar da ilgi çekmeye başlamış, bu durum küresel olarak Rönesans’a kadar etkinliğini sürdürmüş, iki üç yüzyıllık süreç sonunda, özellikle nanoteknoloji ve atom altı fiziğin getirdiği ileri vizyonlar sonucu, İs-lam’ın önerdiği bakış açıları yeni-den fark edilmeye, önemsenmeye ve gerçekliği üzerinden formüller üretilmeye başlanmıştır. Tarihsel sü-reçte İslami eğitim öğretim kurum-ları inanç ve etnik köken ayrımı yap-maksızın tüm öğrencilere ve bilim adamlarına kapılarını açmıştır. Tıp ve sağlık üzerine yoğunlaşan müslü-man düşünürler ve tabipler ağrının önce hikmetine değil mekanizması-na yönelmişler, yani önceliği durum tespiti yapmaya vermişler, daha sonra bunun hikmetini araştırmaya yönelmişlerdir, bu sebeple ağrının hik-metini ağrıyı giderme çabalarından ayırmışlar. İslam’la birlikte ağrıya yol açan biyolojik faktörler ve psikolojik nedenler daha bilimsel bakış açıları ile ortaya konulmaya çalışılmıştır. Ağrının hikmeti, manevi sebepleri, moleküler, bilişsel ve metafizik sonuçları, ayet ve hadislerden elde edilen akılla ve bil-giyle tanımlanmaya ve yaklaşılmaya çalışılmıştır (1, 3, 4, 6).

Tıpla ilgili hadislerde görmekteyiz ki, ağrı ve sızıya yol açan sebeplerin or-tadan kalkması ve şifâ, yapılan uygu-lamalar sonucu ama Allah’ın izniyle-dir. Bu hadislerde kadınların erkekleri tedavi edebileceğini bildiren veriler, şifalı bitki, gıda ve içeceklere yönelik tıbbi bilgiler de yer almaktadır. Bunun dışında o günün koşullarına uygun olarak örneğin baş ağrısını gidermek üzere başın serinletilmesi, açlığa bağ-lı mide ağrısının giderilmesi için mide üzerine taş gibi nesneler sarılarak mi-deye basınç uygulanması, zindelik ve bazı hastalıkların giderilmesi amaçlı hacamat, karantina, dağlama ve kül basılarak kanamanın durdurulması gibi metotlarını anlatan hadisleri de görmekteyiz. Ayrıca “rukye”nin (şifa ayetleri, sureleri ve dualarının

okun-masının), nazar, uğursuzluk, fal ve sihir gibi hem fizyolojik hem de psikolojik arka planı olan olguların tedavilerin-de uygulanmasına yönelik hadisler de mevcuttur. Hastalıkların bulaşma-sını, zehirlenmeyi, zehirden korunma ve su kabına düşen bir sineğin olası kontamine edici etkisinin giderilmesi, mikrobik hastalıklar, kimyevî terkipler ve eczacılık disiplinlerini ilgilendiren somut hadisler de hadis kitapların-da yer almaktadır. Tıbbî hadislerinin bağlayıcılığı konusunda İslâm âlimleri arasında farklı görüşler olsa da, Rasu-lullah (SAV)’in tıp veya bir başka konu-daki konuşma ve tasviplerinin vahiy kapsamlı olduğu Necm Suresi 3 ve 4. ayetle bildirildiğinden bu tartışmala-rın dışında kalmak gerekir. Hadisler hakkındaki bu tartışmalar, hadisle-re olan güveni azalttığı gibi batınen imanı da örselemektedir (13). Örneğin “Mantar, kudret helvasındandır; suyu göze şifadır (el-Buhârî,Tıbb, 20)” hadisi bize mantar suyunun göz hastalıkları için kullanılmasının önerildiğini gös-termektedir. Buna rağmen müslüman Arapların bunu bilmediği ve uygula-madığını görmekteyiz. Elbette İslam tıbbının bakış açısı ayet ve hadislerden oluşur. Ancak tıp ve sağlık alanında dö-nemin ulaştığı bilgi, yaklaşım ve pratik uygulamalar helal ve haram

(7)

filtrelerinden geçirilmek suretiyle önemsenmiş ve sahiplenilmiştir (11). Çünkü ayet ve hadislerde müslüman-lara verilen öğüt yalnızca Kur’an’dan ve hadislerden yararlanmaları için de-ğildir. Yeryüzünün neresinde ve hangi inanışta olursa olsun insanların yaptık-ları araştırma ve incelemeler sonucu elde ettikleri evrensel genel doğrulara ait bilgiler (İslamiyet’te buna Sünne-tullah’a ait bilgi denir) de yararlanıl-ması gereken bilgilerdendir. Sünne-tullah’a ait bulguları hangi inançtan insan elde ederse etsin yararlanılma-lıdır. Çünkü Fetih Suresi 23. ayet Sün-netullah’ta bir değişiklik olmadığını, Sünnetullah bilgisinin ise herkese açık olduğunu göstermektedir (10, 12). Bu sebeple, müslümanlar ağrı, sızı ve tababet alanlarında geleneksel Arap tıbbından olduğu kadar, antik Helen, Hint ve İran tıbbının yaklaşımlarından yararlanmışlardır. MS 7-8. yüzyıllarda yabancı kaynakların Arapçaya tercü-me edildiği, Sushruta kitabının çevril-mesiyle Hint tıbbı; Hipokrat ve Galen gibi Grek yapıtlarının çevrilmesiyle de Yunan tıbbının tanım ve yaklaşımları müslüman tıp araştırmacıları arasında tartışılmaya başlanmıştır. Ali İbn Ab-bâs, Râzî, Zehrâvî, İbn Sînâ, İbn Zuhr, İbn Nefîs, Hamza Bin Muhammed (Ak-şemseddin) gibi müslüman tıp

adam-ları sağlık, hastalık ve ağrıya bakış açı-sından ileri tanımlar oluşturmuşlar; ağrı, üşüme, yüksek ateş, ter, kanama, uyuşukluk, iltihap, irin, derinin şişmesi, kuruması, felç, nabız değişiklikleri, id-rar değişiklikleri gibi bulgulardan ya-rarlanmışlardır. Birçok yaklaşımlarında o günkü bilimsel koşullarda gözle gö-rülemeyen ama günümüzde yardımcı görüntüleme teknikleriyle somut ola-rak tespit edilebilen varlıkları ve verile-ri de kullanmışlardır (11).

Müslüman hekimlerden İbni Sina salgı düzensizliklerine bağlı 15 ağrı çeşidini tanımlamış, ağrı tedavi-sinde üç ayrı ağrı kesici ilaç tanımla-mıştır. İlk gruptakilere ağrının etkenini hedefleyenler, ikinci gruptakilere ağrı-yı hafifleticiler, üçüncü gruba ise anes-tezikler gözüyle bakmıştır. Bu kapsam-da ağrıyı giderme amacıyla haşhaş ve diğer uyuşturucu bitki ve ürünlerinin kullanımını önermiştir. Bir diğer müs-lüman tabip olan Ebul Kasım Zehravi ise kimi ağrıların tedavisinde koteri-zasyon tekniğini kullanmıştır. Ağrıya yol açan faktörler ve ağrının oluşu-munda da uzunca bir süre Ahlat-ı Er-baa anlayışının hemen hemen tüm uygarlıklarda hakim olduğu görül-mektedir. Mısır ve Yunan medeniye-tinde de yaygın olan bu anlayışa göre hem evren hem de insan ve hayvan vücudu toprak, su, hava ve ateşten, bu dört temel unsurdan oluşur. Bu unsur-ların insan bedenindeki karşılıkları ise kara safra, balgam, kan ve sarı safra-dır. Bu anlayışa göre sağlık vücuttaki bu sıvıların dengede oluşuna, çeşitli ağrılar ve hastalık ise bu dengenin bo-zulmasına bağlıdır (11). Dört temel sıvı ve onlara nispet edilen özellikler İbn-i Sina’nın Kanun Fi’t-Tıbb adlı eserinde de tanımlanmıştır. Bu dört unsur ve onlara nispet edilen özellikler, duy-gusal, bilişsel, zihinsel durumlar, tavır ve rüyalar da eklenerek “mizaç teorisi” oluşturulmuş, “demevi (kansal), balga-mi, safravi ve sevdai” ifadeleriyle ifade edilen psikolojik tiplemelerin acı ve ağrı duyumları ile bağlantılarının fark-lılıkları anlatılmış, sıcak tabiatlı, soğuk

tabiatlı, kuru tabiatlı ve yaş tabiatlı ola-rak da tanımlanan dört niteliğe daya-lı karakterlerde ağrı ve acı hissine ait farklılıklar görüldüğü ileri sürülmüştür (11). Post modern tıbbın Uluslararası Ağrı Teşkilatı (IASP) nezdinde ve belli aralıklarla güncelleyerek tanımlamaya başladığı ağrı duyumunu, İbn-i Sina ve pek çok müslüman tıpçı “beden için zararlı olanı hissetmek” olarak ifade et-miştir (6).

İSLAM’A GÖRE AĞRIDAKİ HİKMET

Yahudilik, Hristiyanlık, Budizm gibi inanışlarda acı ve ağrı çekerek yaşamak, bir işi zor ve zahmetli ko-şullarda yapmak kutsanır. Oysa İslam zorunlu olmadıkça acı çekmeyi, ağrı-lı sıkıntıağrı-lı bir hayat sürmeyi, işleri zor, zahmetle ve terleyerek yapmayı öner-mez ve kutsamaz, örneğin bir ibadetin kolay, huzurlu ve rahat şartlarda değil de zor ve zahmetli koşullarda yapılma-sını daha makbul görmez. İslam yapı-lan işleri niyetlere göre kıymetlendirir; Allah doğru bilinçle yapılanı, kolay olanı, sevilerek ve sürdürülerek yapı-lanı sever. Ancak koşulların getirdiği, giderilemeyen zorluk, sıkıntı, ağrı, acı, ızdırap ve meşakkatler varsa, ancak o zaman o koşulların inanan için hikmeti önemsenir. İslam’da öncelik ağrıya yol açan koşulların giderilmesi için bilim-sel çalışmalar yapmaktır, bu müslü-manlara Kur’an’da “ilmel yakin” çalış-malar olarak önerilir. Bu çalışçalış-malara ve güncel teknolojik imkânlara rağmen giderilemeyen ağrı, sıkıntı ve zorluklar, eğer şikâyet etmeden yaşanıyorsa ge-lişmiş bilinç göstergesi olarak önemli kabul edilir (10). Hastalık ve ağrıya ba-kış da böyledir. Öncelik tedbir almak olup ağrıya, hastalığa yol açmayacak bir düşünce, hayat ve beslenme tarzı oluşturmaktadır. Bütün bunlara rağ-men önlenemeyen ve tedavi edileme-yen ağrı, sızı ve hastalıklar, inanmayan ve yanlış inanışlılara bir ikaz iken, mü-minler için bir muhabbet, bir sevgi ve sevişme kabul edilir (16).

(8)

Bu bakışla hadislere bakılacak olursa Ebû Hureyre (ra)’den nakille Ra-sulullah (SAV) “Müslümana batacak bir dikene varıncaya kadar yorgun¬luk, hastalık, gelecekten kederlenme, geç-mişten hüzünlenme, başka¬larından gelen eza ve iç sıkıntısı her ne isabet ederse, Allah muhakkak bu musibetler sebebiyle o Müslümanın günahların-dan bir kısmını örter.” buyurur. Yine Ebu Hureyre’den (ra) nakille şöyle bir olay yaşanmıştır: Bir bedeviye Rasulullah (SAV) sordu: “Sen hiç Ümmü Mildem hastalığına yakalandın mı?” Bedevi: “Ümmü Mildem nedir?” dedi. Rasu-lullah ona “Et ile deri arasında bir ha-rarettir, ateşli bir hastalıktır” buyurdu. Adam: “Hayır” dedi. Rasulullah bu kez ona “senin hiç başın ağrıdı mı?” diye sordu. Adam “baş ağrısı nedir?” deyin-ce “Başa arız olan bir hastalıktır ki da-marları çarpar” buyurdu. Adam “Hayır” deyip gitti. Adam kalkınca, Rasulullah: “Ateş ehlinden bir adama bakmayı kim severse, buna baksın” dedi (14). Mey-veleri olgunlaşmış bir ağaç silkelendi-ğinde nasıl meyveleri düşüyorsa sıtma titremesinden (acı ve ağrısından) da günahlar öyle dökülür (7). Ateşin altın ve gümüşün paslarını giderdiği gibi, bir müslümanın hastalığı (sebebiyle çektiği acı, ağrı ve sıkıntı) onun gü-nahlarını giderir (8). İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela Rasuller-dir, sonra derecelerine göre (veliler ve

salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Dine bağlılığı nispetinde belası daha artar, dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibet-lerle karşılaşır. Kişiye belalar gelir, gelir de artık üzerinde hiçbir günah kalmaz (9). Bir kul kendisi için (cennette) ha-zırlanmış olan makama ameliyle eri-şemeyecekse, Allah onun bedenine veya malına veya çoluk çocuğuna bir bela verir de bu belaya sabrı sebebiyle o makama eriştirilir (15). Bu manadaki tüm ayet ve hadisler tüm imkânlar kul-lanıldığı halde giderilemeyen, önlene-meyen bir acı, ağrı ve ızdırap yaşama-sı durumunda mümin kul için bunun bir hikmetini açıklamakta, aksi halde hayatı acı, ağrı ve sıkıntı üzerine bina etmeyi önermemektedir.

SONUÇ

Ağrı insan ve hayvanın varlığın-dan beri var olan bir fenomen olmasına rağmen tanımlanması, fizyolojisinin ve psikolojik temellerinin anlaşılması yir-minci yüzyıldadır. Ancak ağrı duygusu yine de tam olarak çözülmüş bir olgu değildir. Güncel yaklaşımda ağrı, vü-cudun bir bölgesinden kaynaklanan kuvvetli doku harabiyetine bağlı olan veya olmayan, insanın edindiği primi-tif, protektif ve sübjektif tecrübe ve yaşanmışlıklarla ilgili hoşlanılmayan bir emosyondur, duygu durumudur.

Ancak son yüzyılda önemli açılımlar sağlanmış, son elli yılda ise ağrı başlı başına bir hastalık olarak kabul edil-meye başlanmıştır. Ağrının yalnızca bir hastalığın bulgusu olmadığı, kendisi-nin de bir hastalık olduğu kabulü ağ-rının Anesteziyoloji kapsamını aşma-sına ve Algoloji alanının doğmaaşma-sına temel teşkil etmiştir. İlk çağlardan beri yaşanan ve merak edilen ağrı, ağrının nörofizyolojisi ve tedavi yöntemleri günümüzde büyük bir ivme kazanmış durumdadır. Son yıllarda akupunktur gibi birçok geleneksel ve tamamlayı-cı tıbbi uygulamanın, bilimsel çalış-malarla kanıtlanmış yöntemin endike kabul edilmesi, hasta haklarının inanç özgürlüğü kapsamındaki tercihleri yönünde de gelişiyor olması da ağrı yönetiminde önemli bir iyileşme sağ-lamaktadır.

KAYNAKLAR

1) Hekimler Yayın Birliği (1995) Ağrı Serisi. Medi-komat Yayınları, Ankara.

2) Aydın ON. (2002) Ağrı ve Ağrı Mekanizmaları-na Güncel Bakış. ADÜ Tıp Derg 3(2): 37-48. 3) Tütüncü R, Günayı H. (2011) Kronik ağrı, psi-kolojik etmenler ve depresyon. Dicle Tıp Dergisi 38 (2): 257-262.

4) Öztürk H. (2013) Ağrının Tarihçesi Üzerine Bir Değerlendirme. Lokman Hekim Journal Supple-ment VIII. Lokman Hekim Days 22-25 May. Mer-sin.

5) Dündar Y. (2015) FATİHA ile fetih. Sayfa: 42-76. ISBN: 978-605-5142-12-4 Uyum Ajans, Ankara. 6) Erdine S. (1995) Ağrının Tarihçesi. Sayfa: 7-12, Medikomat Yayınları. Ankara

7) Buharî, Merdâ 3, 13, 16; Müslim, Birr 45. 8) İbn Mace, Tıb: 18.

9) Tirmizi, Zühd 57; Ahmed b. Hanbel, I/172, 174. 10) Dündar Y. (2015) Sen Tanrı mısın? ISBN: 978-605-88309-8-1 Ankara.

11) Güneş AG, Yılmaz K, Tekin NE, Gökşin S, Erbaş UE (2019) Medeniyetlerin Tıp Tarihi. Konak Der-gisi 3: 1-19.

12) Dündar Y. (2019) Ve Allah Bir Misal Verdi. Sayfa: 178 Uyum Ajans, Ankara.

13) Abdülaziz Debbağ (1969) El İbriz. Bahar Ya-yınları, İstanbul.

14) Buhari, el-Edebü’l-Müfret Bölümü. Hadis No: 381.

15) Ahmed b. Hanbel. Müsned, V/272.

16) Dündar Y. (2015) Talibin Başlangıç Çizgisi. ISBN: 978-605-5142-16-2 Ankara.

Referanslar

Benzer Belgeler

* Ağrının bireyin yaşam tarzındaki etkisi, * Ağrının birey için olan anlamı, * Ağrının bireyin üzerindeki etkisi, *Ağrının giderilmesi için bireyin geçmişte

Ağrı ne kadar uzun sürmüĢse ya da hasta ne kadar fazla ağrı çekmiĢse ağrı toleransı daha

– Kemik iliği, sindirim kanalı ve merkezi sinir sistemine istenmeyen etki. – İndometasin

Delici Karın Yaralanmalarında İlkyardım: Hastanın bilinci ve ABC’si kontrol

Bu konunun seçiminde, Fransız Anayasa Konseyi’nin, Fransız Ceza Kanunu (CP) madde 222-33’de düzenlenen cinsel taciz suçuna ilişkin hükmünü, kanunilik ilke- sine aykırı

Morgenthau that Germany expected little from Turkey’s military

Hipernefroma veya Grawitz tümörü olarak da bilinen renal hücreli kanser (RHK) erişkinlerde gö- rülen tüm malignitelerin %3’ünü oluşturur; ve be- şinci ile

[15] As can be seen from the foregoing, antithesis is widely used in the literary text as a methodological tool.. Abdullah Kahhor also used antithesis in