• Sonuç bulunamadı

1.2. ULUSLARARASI İLİŞKLER TEORİLERİNİN GÜVENLİK YAKLAŞIMLARI

1.2.2. Yeni Güvenlik Politikaları

Eski teoriler olan idealist ve realist teorilerin eksikliklerini kapatmak için neo-realist, eleştirel ve post-modernist teoriler ortaya çıkmıştı. I. Dünya Savaşı’nın bitiminden II. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar hüküm süren idealist ve realist teorilerin eksiklikleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Batı Blok’unu temsil eden ABD ile Doğu Blok’unu temsil eden SSCB arasında oluşan Soğuk Savaş dönemi nükleer silahların güç gösterisiyle başladığı için dünya marjinalleşmeye, bu bağlamda da marjinal teorilere ihtiyaç duymaya başlamıştı.

Realist teorinin geliştirilmiş versiyonu olan neo-realist teori 1950’lerden sonra etkinlik sahasını genişletmiş, yeni güvenlik politikalarıyla gündeme gelmişti. 1960’lardan sonra ise eleştirel teorinin en önemli temsilcilerinden Alman sosyolog Jurgen Habermas ile teorinin felsefik yönü keşfedilmeye başlanmış, Soğuk Savaş döneminin ideolojik yönü güvenliği soyut düşünce içine sürüklemişti. Teknolojik gelişmelerin ve iletişim yollarının gelişmesiyle küreselleşen dünyanın küçülmesi farklı bir yaklaşım olan post-modernist teoriyi ön plana çıkarmaya başlamıştı. Bu görüşü savunanlara göre 1980’ler ile zirveye tırmanan bölgesel ve uluslararası örgütlerin çeşitlenmesi Westphalia sürecinden gelen ulus-devlet yapısının güçsüzleşmesine neden olmuştu. Ama güçsüzleşmesine rağmen halen yok olmamasında güçlü bir alternatif yapının oluşmaması etkendi.28 Bu perspektifle anlatılacak ilk konu realist teorinin halefi neo-realist yapı olacaktır.

1.2.2.1. Neo-Realist Teori

II. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar eski teoriler halen hayat sahası bulurken, sonraki dönemde yeni teorilerin varlığı zorunluluk arz etmişti.

28 Kennedy, Paul, Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, Çev: Fikret Üçcan, Ankara, Türkiye İş

Bankası Kültür Yayınları, 1996, s. 173.

Bunların ilki ise Neo-Realist teori olmuş ve Realizm’den kimi noktalarda ayrılmıştı.

Her ne kadar 1950'li yıllar uluslararası ilişkiler alanında çok çeşitli açıklamalara ve teorileşme çabalarına tanık olduysa da, bunlar arasında bir anlayış birliğine ulaşmak mümkün olamamıştı. Özellikle uluslararası sistemin doğası hakkında yaygın bir anlaşmazlık ortamı oluşmuştu. Uluslararası sistem neleri içerir? ve nasıl çalışır? gibi sorulara cevap bulmaya çalışan davranışsalcı akım sonrası çağdaş yaklaşımlara baktığımızda, uluslararası ilişkilerde kapalı yapı bakış açısını tekrardan vurgulayan neo-realizmin, yelpazenin öteki ucundaki Marksist tabanlı dünya sistemi analizlerinden ve bu ikisinin arasında bir yerlerde bulunan liberal kurumsallaşma yaklaşımlarından etkilendiğini de görmekteydik. Bunlar arasındaki temel farklılık ise uluslararası sistemin nimetlerinin dağılımında ekonomik ve politik faktörlerin göreli farklılaşmasıydı.29

Amerikalı uluslararası ilişkiler uzmanları Kenneth N. Waltz ve Staphen D. Krasner, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin yeni uluslararası ekonomik düzenlerinin genel kabul görmeyiş olmasının altında bu devletlerin ekonomik zayıflıklarının değil, devlet olarak zayıflıklarının ve uluslararası sistemdeki hakim güçlerin çıkarlarıyla çelişen prensipleri savunmalarının yattığını öne sürmüşlerdi.30 Krasner’e göre Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin dünya ekonomisinin bazı kurumlarını ve uygulamalarını değiştirme çabası fakirlikten değil, uluslararası karar vermede güç ve etki sahibi olma kaygısından kaynaklanmaktaydı.31 Diğer bir Amerikalı siyaset bilimci ve tarihçi Robert Tucker da uluslararası sistemin gelişiminin büyük güçlerin ve askeri kuvvetlerin etkisiyle olacağını söylemişti. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin geri

29Aydın, a.g.m., ss. 99-103.

30 Krasner, Staphen D., Structural Conflict: The Third World Against Global Liberalism, Berkeley-CA, University of Califomia Press, 1985, ss. 3-19.

31Davutoğlu, Ahmet, Küresel Bunalım, İstanbul, Küre Yayınları, 2002, s. 245.

kalmışlığını ise kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan politik ve ekonomik faktörlere bağlamıştı.32

1.2.2.2. Eleştirel Teori

Neo-realist yaklaşımın eksikliklerini gören teorisyenler eleştirel teori bağlamında görüşlerini ortaya atmışlar, teori alanına yeni bir bakış açısı getirmişlerdi.

Eleştirel teorinin amacı sosyal bilimlerdeki pozitivist yaklaşımlara meydan okuyup alternatifler sunarak sosyal ve politik teoriyi yeniden kurgulamaktı. En önemli eleştirel teorisyen, 1960-1990 yılları arasında eleştirel teoriyi zirveye taşımış, köken olarak Marksist eğilimli, adı Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’yle özdeşleşmiş olan Alman felsefe profesörü Jürgen Habermas'tı.33

Habermas’a ve genel bağlamda diğer eleştirel teorisyenlere göre bu teori klişeleşmiş yapıların nasıl ortaya çıktığını ve davranışları nasıl etkilediğini de açıklamaya çalışmaktaydı. Ancak realizmin aksine, bunu insanların değiştiremeyeceği kanunları ortaya çıkartmak için değil, bu yapılar altında ezilenleri (kendilerini bağlamayan savaşlarda ölen askerler, ihtiyaçlarına önem vermeyen bürokratik kurumlara vergilerini akıtan vatandaşlar vb.) serbest bıraktırmak ve özgürlüklerine kavuşturmak için yapıyordu. Bu şekilde bir yaklaşım etiği, normatif (olanı değil, olması gerekeni belirten) analizi tekrardan uluslararası ilişkiler teorisinin içine sokmakta; devleti yönetenlerin, teorinin hizmet ettiği alanın ulusal güvenlik ve milli çıkar olduğu yönündeki düşüncelerine izin vermekte; ezilen grupların ve insanların sorunlarını ilgi merkezi yapmakta, bunlara alternatif bir anlayış getirmeye

32 Tucker, Robert, Politics as Leadership, Missouri, University of Missouri Press, 1981, s. 124.

33 Habermas, Jurgen, Structural Transformation of the Public Sphere: An Inquiry into a

Category of Bourgeois Society, Çev: Thomas Burger, Cambridge-Massachusetts, The MIT Press,

1991, ss. 29-31.

çalışılmaktaydı.34 Bu bağlamında orijinal bir çizgi yakalayan eleştirel teori, belli bir süreliğine yerini post-modern yapıya bırakmış, 1990’larda tekrardan belirmiştir.35

Eleştirel teori 1990’larda Fransız filozof Jacques Derrida’nın kitabı “Marx’ın Hayaletleri” ile yeniden teori sahasına inmiş, güvenliğin evrensel anlamda şiddetle sağlanamayacağı vurgulanmış, Sovyetler’in çöküşüyle güvenlik kavramı yeniden değerlendirilmeye başlanmış36, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezi ile güvenliği sağlamak ve demokrasiyi yaymak için her türlü yolun mübah olduğu yönündeki görüşlerin ortaya çıkmasından sonra bu görüşler eleştirel yapı tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Fukuyama’ya göre ise güvenlik süreci realist paradigma doğrultusunda sağlanabilirdi.37 Bu süreçten sonra teknoloji ve bilişim sektöründeki gelişmelerle ve kültürel değişimlerle modernizmin kendini her alanda hissettirmesi diğer bir görüş olan post-modernist teoriyi gündeme getirmiştir.

1.2.2.3. Post-Modernist Teori

Sonuncu teori olan post-modernist yapı açıklanıp, güvenlikle ilgili süreci anlatılmak gerekirse şöyle bir açıklama yapılabilir.

Post-modernizm bir dönemin adı olarak lanse edilmekteydi. Söz konusu dönem “post-modern durum” olarak adlandırılmaktaydı. Michel Foucault gibi Fransız düşünürlere göre Post-modernizm, aynı zamanda yeni bir felsefi baskının, yeni bir düşüncenin, üslubun, yeni bir akılcılığın (modern akılcılığı aşan farklı bir yapı), yani bir söylemin adıydı. Bu söylem kültürel, düşünsel,

34 Sandıklı, Atilla ve Kaya, Erdem, “Uluslararası İlişkiler Teorileri ve Barış”, Edt: Atilla Sandıklı,

Teoriler Işığında Güvenlik, Savaş, Barış ve Çatışma Çözümleri, İstanbul, BİLGESAM Yayınları,

2012, ss. 151-153.

35Aydın, a.g.m., ss. 105-107.

36 Derrida, Jacques, Spectercs of Marx: The State of the Debt, the Work of Mourning and the

New International, Çev: Peggy Kamuf, New York, Routledge Press, 2006, s. 68, 207.

37 Fukuyama, Francis, The End of History and The Last Man, New York, Free Press, 2006, ss. 1-12.

maddi nitelikler açısından bir dönemin sona ermesi ve kendi içinden ötekisine geçilmesi anlamında ileri sürülen bir kavramlaştırmaydı. 1943 yılı modernitenin bittiği tarih olarak da nitelendirilmekteydi. Genelde post-modernizm olarak anılan düşünce ve pratiklerinin tamamının II. Dünya savaşı sonrasında ortaya çıktığı görülmekteydi. Dolayısıyla dönemi kesin çizgilerle belirlemek ve tarihsel sınırları saptamak mümkün görünmemekteydi. Önceki yapıları modernizmin içinde yer alan ve post-modernizm olarak ifade edilen süreç ve düşünceler aslında tarihsel zaman dilimi açısından II. Dünya Savaşı’nın ardından ele alınmaya başlanmıştı.38

Post-modernist düşünürler ulusun hayali bir cemaat olduğundan ve toplumsallığın bütünleştirilmez olduğundan hareketle ulusallık kavramına karşı çıkmışlardı. Post-modernizme göre, ulus-devlet sona erdikten sonra yerel ve bölgesel devletleşme olgusu gündeme gelecekti. Kent devletlerinden oluşan bir dünya konfederasyonu oluşacaktı. Ulus devletlerin etkinliğini yitirmesiyle bölgeselleşme olgusu güçlenmeye başlayacaktı. Güvenlik, istikrar ve refahı sağlamakta zorlanan ulus devletler, coğrafik olarak yakın ve aynı zamanda etkin ülkelerle birlikte hareket etme stratejisini benimseyecekler; bölgeselleşme, stratejik, ekonomik, siyasal ve bazen de kültürel nedenlere dayandırılacak, güç oluşturma ya da güce dahil olma fikri birleşmeyi hızlandıracaktı. Tam da bu süreçte güvenlik yapısı bölgesel ya da evrensel kurumlar tarafından sağlanacaktı (Birleşmiş Milletler, NATO ya da Avrupa Birliği gibi kurumlar).39

Bu teorik altyapıdan sonra konuya Türkiye-ABD arasındaki güvenlikle bağlantılı olaylar ve olgular bakımından bakılırsa iki ülke arasındaki yoğun ilişki türü görülebilir.

38 Çağlar, Nedret, “Post-Modern Anlayışta Siyaset ve Kimlik”, Süleyman Demirel Üniversitesi

İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2008, cilt: 13, sayı: 3, s. 371.

39Çağlar, a.g.m., s. 383.

1.3. ABD DIŞ POLİTİKASINDA GÜVENLİK VE TÜRKİYE-ABD GÜVENLİK