• Sonuç bulunamadı

Seksen yıl süren savaşlar sonunda bağımsızlığını kazanan Hollanda, güçlü donanması ve deniz ticaretine bağlı olarak zenginleşirken, halkın büyük kısmı da ticaretle uğraşmaya başlamıştı. Bununla birlikte Hollanda'da, "ticari orta sınıf" devlet yönetimini etkileyebilecek kadar güçlenmişti. Çünkü Hollanda bağımsızlığını, aristokratların dışında, tüccarlar ve gemicilerin de çabalarıyla kazanmıştı. Bu

sayılmış ve tüccarlar devletin temel direklerinden biri haline gelmişti. Tüccarlar, soylu ailelerle evlilik bağları kurabiliyor böylece devlet görevlerinde çok yüksek düzeyde olan bu soylu ailelerin içine girebiliyor ve çocuklarını da tüccarlık kariyerine uygun olarak eğitebiliyorlardı. Ancak Fransa, İspanya, Portekiz ve Almanya' da olduğu gibi Hollanda'da da "Halk kitlesinin" siyasal ortamdaki etkisi yok denecek kadar azdı. Bu halk kitlesi mutlak bir kral tarafından yönlendirilmekte ve korunmaktaydı. Fakirlik, açlık ve işsizlik sorunları ciddi boyutlara ulaşırsa, şiddete yol açılmaması için politik bazı önlemler de alınıyordu (N.Akkaya: 1996, s.3).

Descartes'in üzerine övgüler yazdığı Hollanda'nın liberal kurumları, ülkeyi bölmüş, Avrupa'nın bir cenneti yapmıştı. Bu dönem Hollanda’nın nüfusu çok fazla ve karmaşıktı. Avrupa'nın her tarafından gelen ve baskıdan kaçan Protestanlar, Yahudiler ve politik sürgünler, Almanlar, Fransız Calvinciler burada rahat bir ortam buldular. Bu dönemin en önemli olayı Protestanların(calvinist mezhebi) Fransa'dan kaçmaları olmuştur. Hollanda onların en rahat ettikleri ülkelerden biri olmuştur. Bu emekçi zanaatkâr, tüccar ve sarrafların 16 ve 17. yüzyıllardaki güçleriyle Hollanda, Avrupa'nın başta gelen ticari güçlerinden biri ve şehirleşme düzeyi en yüksek ülkesi haline gelmiştir. Bu güçlü yeni ülke Avrupa devletlerinden iki önemli durumla ayrılıyordu: Dini ve entelektüel hoşgörü. Özellikle dini görüşler, bu gelişimde çok etkili olmuştur(J.Nagle:1993,s.160–161). Protestanlığın Kavlin (Kalven) mezhebinde çalışkanlık ve dürüstlük ilk sırayı almaktaydı ve bu çalışma görüşü, teşvik bekleyen tüccar, zanaatkâr ve çiftçilere çok uygun düşmüştü. Onlara göre "Herhangi bir çalışkanlık, dürüstlük ve dünya nimetlerinden uzaklık gibi nitelikleri taşıyan ve bunlara ibadeti, kiliseye sürekli gitmeyi de ekleyen herkes, rahipler kadar Tanrının zaferine katkıda bulunmuş olacaktı." Calvin'e göre bu insanlar Tanrının ebedi selametine hak kazanmış küçük bir seçilmişler grubunun üyeleriydi. Emekleri karşısında ellerinde bir sermaye birikirse de bu doğal bir durumdu. Asıl günah olan şey lükstü ki, süslü elbiseler, mücevher, dans etmek, oyun seyretmek, sarhoş olmak, çalışmayı hasta olmadan kesmek gibi şeyler bunların başında geliyordu. Bu nedenle seçilmiş kimse bu günahlardan uzak durmak zorundaydı. İşinde iyi çalışmış olan fakat bunun Hıristiyanlıkla uyuşup uyuşmadığı konusunda kuşkulu olan laiklerse,

faaliyetlerini kutsallaştırmış, sahip olabilecekleri aşağılık duygusunu uzaklaştırmış, iç disiplin yoluyla kendilerine güven duymalarını sağlamış ve manevi yaptırımlar getirmişti(H.Heaton:1985,çev. M.A. Kılıçbay&O.Aydoğuş, s.213–214).

17.yüzyıl Avrupa'sında bilim ve felsefe de önemli bir yer tutmuştu. Bilim adamları Hollanda'da düşüncelerini açıklamak için özgür ortamdan yararlanıyorlardı. Ancak Avrupa'nın diğer ülkelerinde durum çok daha farklıydı. Galilei, düşüncelerinden dolayı kilise tarafından mahkûm edilmişti. Descartes'te özgür bir çalışma ortamına sahip değildi. Ancak 17. yüzyılın ikinci yarısında bilim adamları, bazı yöneticiler tarafından desteklenmiş, bilimde ilerlemeler, din ve felsefe üzerinde etkiler yapmıştı (N.Akkaya: 1996, s.6).

1720 yılına doğru Hollanda, Avrupa'da uluslararası maliyenin ve trafiğin merkezi olan ve daha önce Venedik, Cenova ve Anvers'in oynadığı rolü oynuyordu. Uluslararası kredi işlemlerinin çoğu Amsterdam'da yapılmaktaydı (N.Akkaya: 1996, s.5). Hollanda, silah üstünlüğünü kaybetmiş olmasına rağmen maliyesi, deniz nakliyat sigortacılığının hemen hepsini tekelinde tutuyordu. 17.y.y da sömürgeler genişlemeye devam etti. 1650'lerden itibaren Hollanda Avrupa'nın bir numaralı taşıyıcı, tüccar ve maliyeci ulusu haline gelmiş, bazı endüstri dallarında birinci sıraya yükselerek, doğu ticaretine egemen olmuştu. Bu duruma toprak kullanımından çok, su kullanımına bağımlı olmaları asıl sebep olmuştur. Nehirler ve kanallar, kara içi taşımacılığını kolay ve ucuz hale getirmekteydi. Kuzey denizi bir balık yatağıydı. Balıkhaneler, hiç bir zaman tükenmeyen "Hollanda altın madeni" olarak anılmışlardı. Balina avcılığı Grönland ve diğer kuzey sularında 17. y.y süresince, karlı bir gümüş madeni gibi gelişmişti. Daha sonra İskandinavya ve Baltık ülkelerine doğru kıyı ticaretini genişletmişlerdi. Hollandalılar Baltık tahıl ve kereste ticaretinin de büyük payına sahip olmuşlardır. İsveç bakır endüstrisini denetleyerek finanse etmişler ve 1524'te Bergen onlara açılınca Norveç'e girmişlerdir. Norveç balık avcılığı açısından olduğu kadar, inşaat kerestesi açısından da önemliydi. Böylece Hollanda'nın gemi inşa ham maddesi bu ülkeden getirilmekteydi. Hollanda'da her ülkedekinden daha üstün bir gemi yapım endüstrisi gelişmişti. Gemi inşacılığı bir ihraç endüstrisi haline gelmişti. 1600'den itibaren Venedikliler 700 tondan büyük Hollanda tekneleri almaya başlamışlardı. 17. yüzyılda Hollanda Fransız Doğu

sömürge filosu için tüccar sağlamıştı. Deniz taşımacılığını geliştiren Hollanda'nın kıtadaki konumu, ülkeyi deniz yollarının merkezi haline getirmişti. Böylece Hollanda 17. yüzyılın yarısında neredeyse bütün Avrupa ticaretini ele geçirmişti. Amsterdam burjuvalarının zenginlikleri, parlak bir medeniyetin kaynağı oldu. Sanattaki en büyük atılımı da yine 17.yüzyılda ticaret ve denizaşırı genişlemeyle güçlendiği bu dönemde yapmışlardır(N.Akkaya: 1996, s.6).

Hastane ve yoksul yurtların yönetimi gibi yardım kuruluşları da burjuva yönetimi altındaydı. Onların altında yeralan meslek sahipleri “loncalar” halinde birlikler kurmuşlar ve burjuva milislerinin kadrosunu oluşturmuşlardı. Milisler daha çok törenlerde görev alırken, buna karşılık ülkenin savunmasını paralı yabancı askerler üstlenmişti. Surlarla çevrilmiş şehirler, bu paralı askerler tarafından korunmaktaydı. Topluma egemen olan ve şehir yönetimlerini de ellerine geçiren burjuvalar sosyal yaşamı da canlı tutuyorlardı. Ortaçağ geleneklerini de onlar yaşatıyorlardı. Eski Katolik bayramları Hollanda halkı için eğlence sebebi olmaya devam etmekteydi. Bu rahat hayattan memnun olan burjuva halk anılarını yaşatmaktan da hoşlanıyordu. Yöneticiler, belediye sarayları yapımına ve olanların korunmasına önem veriyorlardı. Ayrıca resim sanatında özellikle portreciliğin gelişimini de desteklemişlerdir. Ressamlar tablolarında, burjuvaları aileleriyle ve ya işleriyle ilgilenirken gösterirlerdi(J.Nagle:1993,s.161)

3.2.1. Yeni Bir Sanat Üslubu "Barok"

17. yüzyılın başında Avrupa'da yepyeni bir sanat üslubu doğmuştur. Bu yeni üslup, Rönesans üslubundan ayrı, hatta ona tümüyle karşıt bir sanat üslubudur. Sanat tarihçileri, yalnız resim, heykel ve mimarlığı değil, öteki sanat dallarını da kapsayan, temelde Rönesans'tan farklı, yeni bir dünya görüşüne dayanan bu üsluba "Barok sanat" adını vermişlerdir. Barok sözcüğü, Portekizce "Barroco" sözünden gelir. Portekizce'de garip biçimli, eğri-büğrü incilere verilen bu küçültücü ad, aradan yüzyıl geçtiği halde Rönesans ilkelerine bağlılıkta direnen tutucu kişilerce konulmuştur. Mecazi olarak "tuhaf, gülünç, tutarsız" anlamını içermekteydi. Batı sanatında her büyük akım, başlangıçta sert tepkilerle karşılaşmış, adlarını da çok kez böyle aşağılatıcı tanımlardan almıştır.

Barok iki farklı anlam içermektedir. Bunlardan biri estetik kuraldır. Bu anlamıyla Klasikçiliğe karşı bir tepki olarak değerlendirilmektedir. Kronolojiyle sınırlandırılmayan bu terim, durağanlığa karşı, coşku ve hareketlilik anlamları taşımaktadır. Bu özellik, Wölfflin'in de belirttiği gibi sürekli ve geri dönüşlü bir kategoridir. Tüm zamanları içerir. Klasik bir dönemi Barok dönem izler.17. yüzyılın tümünü kapsar ve 18.yy da Roma da klasik tepkilerin başladığı 1750lere kadar uzanır. Son yıllarda bir bölüm sanat tarihçisi üslubun ortaya çıkış nedenlerine toplumsal bir açıklama getirmişlerdir. Buna göre Barok üslup mutlakıyetçi yönetim biçimine ya da burjuva strüktürlerinin oluşmasına bağlı olarak değerlendirilmektedir. Rönesans hümanizmi insanı ortaçağın boyunduruğundan kurtarmış, insanın saygınlığı düşüncesi bireyi dünyanın merkezi durumuna getirmiştir. Bu evrimleşme insan eylemlerinin din dışı alanlara kayması sonucunu yaratmış ve kilisenin etkinliğinin azalmasına neden olmuştur. Önceden tümüyle kiliseye bağımlı olan sanat, yüksek burjuvazinin ve sanat koruyucularının elinde gelişmeye başlamıştır. Ancak 16.yüzyılın ortalarında meydana çıkan karşı- reform hareketi bu duruma güçlü bir tepki göstermiştir. Otuz yıl savaşlarıyla doruğa varan din kavgalarının doğurduğu toplumsal kargaşalar sonucu, burjuvazinin elinde tuttuğu ekonomik ve kültürel gücü yeniden kiliseye ve hükümdara kaptırdığı görülmektedir. Bu yıllarda Roma Katolik kilisesi tüm Avrupa'da söz sahibidir ve Avrupa dışı ülkelere misyonerler göndermektedir. 1537'te kurulan Cizvit tarikatı, 17. yüzyılda güçlenerek sanat alanında bir Cizvit üslubundan söz ettirecek kadar etkili duruma gelmiştir. Gösteri tutkusu tüm Barok dönem boyunca egemen olmuş ve kendini yaşamın her alanında belli etmiştir. Tiyatro sanatı, dinsel ayinler, devlet törenleri, bayramlar, dönemin sahneleme sanatına olan tutkusunu açığa vurmaktadır. Abartılmışı seven bu üslup, söz sanatıyla ilişki arar, gerçekdışına olan eğiliminden ötürü göz ve yanılsamaya önem vermiştir (S.Germaner:1993, s.195).