• Sonuç bulunamadı

SEYAHATNAMELERİN SANAT TARİHİ ARAŞTIRMALARINDA KULLANILABİLİRLİĞİ

2.3. OSMANLI DÖNEMİ ÖNCESİ ESERLERİ 462

2.3.1. Uludağ’daki Kalıntılar 578

Bazı seyahatnamelerde Bursa hakkındaki bölümlerin önemli bir kısmının Uludağ’a ayrıldığını görmek mümkündür. Çeşitli çekiciliklere sahip olan bu dağa tırmanmanın Bursa’ya yapılan ziyaretlerde mutlaka gerçekleştirilmesi gereken bir faaliyet olarak görülmesi, çok sayıda seyyahın dağda bir gezinti yapmasını ve bu gezilerinin izlenimlerine de seyahatnamelerinde yer vermesini beraberine getirmiştir. Bu bölümlerde

576 Gerlach, 2007: 446 577 Burgess, 1835: 144

daha çok konumuz açısından değerlendirilemeyecek biçimde Uludağ’ın farklı bölümleri hakkında coğrafi tanımlamalar, doğası ile ilgili anlatımlar ve efsanelerinden bahsedilmektedir. Ancak bunun yanında bu gezi sırasında bizzat gördükleri veya mevcudiyetlerini duydukları yapılarla ilgili bahislere de yeri geldiğince yer vermeye çalışan seyyahlara rastlanmaktadır.

Uludağ, Bursa’nın Osmanlı hâkimiyetine girmesinin öncesindeki dönemlere ait eserlerinin keşfedilebileceği düşünülen bir yerdir ve burada yer aldığı söylenen yapılar içerisinde en büyük payı manastırlar almaktadır. Bazen söylenceler bazen de seyyahların yararlandıkları kaynaklar bu dönemde manastırların varlığına işaret etmektedir. Özellikle Bursa’nın Bizans Dönemi tarihi hakkında aktarım yapanlar dağın bu özelliği üzerinde mutlaka durmuşlardır579. Ancak bu fikre sahip olunmasının en önemli nedeni çeşitli şekillerde elde edilen Uludağ’ın tarihteki yeri ile ilgili bu bilgilerden ziyade Osmanlı Dönemi’ndeki adı olan “Keşiş Dağı”nın burada bir zamanlar yaşamış olan münzevilere işaret ediyor olduğunun düşünülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu isme vurgu yapan seyyahlar da burada inzivaya çekilen münzevilerden geldiğini söyledikleri bu ismi, izleri keşfedilemese de Bizans Dönemi’ne ait manastırların bir kanıtı olarak değerlendirmişlerdir580.

Leunclavius dağın isminin eskiden burada çok yoğun biçimde bulunan keşiş manastırlarından geldiğini söyleyen seyyahların ilk örneğidir. Manastırlara ev sahipliği yaptığı yıllardaki durumunu da kendi döneminde halen keşişlerin yaşadığı Athos Dağı’na benzetmiştir581. Bursa’yı ziyaret etmeyen Dernschwam, yalnızca uzaktan gördüğü bu dağın Keşiş Dağı olan ismine değinmiştir. Keşiş’i Türkçede duyduğu biçimde kaydetmiş olan seyyah bu kelimenin kendi dilindeki karşılığını da vererek münzevi kişi anlamına geldiği konusunda okuyucuları bilgilendirmiştir. Bununla birlikte bu isimle dağdaki manastırları bağdaştırmaya çalışmamıştır582. Covel, Keşiş Dağı isminin Uludağ’ın zirvesindeki bir manastırdan kaynaklandığını iddia

579 Texier, 2002: 233, 235, Walker, 1886: 96

580 Leunclavius, 1596: 116, Covel, 1998: 165, Polonyalı Simeon, 2007: 30, Pococke, 1772: 303, Brenner, 1824: 47–48, Hammer, 1818: 83–84, Texier, 2002: 233, Poujoulat, Michaud, 1840: 170, Günaydın, Kaplanoğlu, 2000: 126, 162, Jerningham, 1873: 228, Mevsim, 2009: 17, 57

581 Leunclavius, 1596: 116 582 Dernschwam, 1987: 220

etmiştir583. Tournefort, dağa Keşiş Dağı ismini verenlerin Rumlar olduğunu söylemiş ve bu ismin bir zamanlar bu dağda inzivaya çekilmiş çok sayıda münzeviden kaynakladığı bilgisini tekrarlamıştır584. 18. yüzyılın sonlarında Bursa’yı ziyaret etmiş olan Brenner’in bahsi de dağın ismi ile bağlantılıdır. Seyyah, Türkler tarafından kendisine Keşiş Dağı denmesinin nedenini eski zamanlarda çok sayıda rahibin burada yaşaması olarak göstermiştir. Ancak kendisi de, bu ismi koruyor olmasına rağmen uzun zamandan beri göçebe Türkmenlerin haricinde dağda kimsenin bulunmadığını bilmektedir585. Hammer, geldiği tarihlerde tamamının Keşiş Dağı olarak adlandırılmasına rağmen asıl olarak iki zirveye sahip olan dağın daha yüksek olan zirvesinin keşiş adına sahip olduğunu söylemektedir. Türklerin bu dağı bu şekilde adlandırmasında kardan oluşan zirvesinin başlık, ormanlık alanının yeşil renkli elbisesi olan bir keşişe benzetilmesinin etkili olduğunu ifade ederken bu durumun yalnızca Türklerin hayal gücünden kaynaklanmasına ve zirvesinde yer alan manastırın harabelerinin göz ardı ediliyor olmasına bir eleştiri getirmiştir586.

Dağın münzevilere ev sahipliği yapması yalnızca Bizans Dönemi ile sınırlı kalmamıştır. Kendilerini çeşitli hikâyelerde gösteren ve anıları adlarına yapılmış türbelerle yaşayan Osmanlı’nın erken dönem dervişlerinden bazıları da ikametgâh olarak bu dağı seçmişlerdir. Aşıkpaşaoğlu’nun bildirdiğine göre Orhan Gazi Dönemi’nde birçok derviş gelerek buraya yerleşmiştir587. Bazı seyyahlar da bu durumun bilincinde olarak dağın bu özelliğinin sürekliliğinden bahsetmişlerdir. Diğer seyyahların aksine dağda hala faaliyette olan bir keşiş manastırıyla karşılaşan Lubenau, eskiden çok sayıda manastır ve keşişin bulunduğu bu dağda artık Türk keşişlerin yaşadığı bilgisini vermiştir588. Texier, Bursa’nın Türklerin eline geçmesini müteakip buradaki keşişlerin kovulduğu ve yok edildiğini ancak ismi olan Keşiş Dağı’nın eski hatıralarını yaşatmaya devam ettiğini, fethin ardından Müslüman dervişlerin de burada 583 Covel, 1998: 165 584 Tournefort, 2005: 240 585 Brenner, 1824: 47-48 586 Hammer, 1818: 83–84 587 Aşıkpaşaoğlu, 1985: 50 588 Lubenau, 2012: 490

ikamet etmeye başlayarak bu geleneği sürdürdüklerini söylemektedir589. Michaud, Texier gibi ilk olarak tenhalığı nedeniyle Bizans Dönemi’nde münzevilere sığınak olan dağın, Osmanlı’nın erken zamanlarında da dervişler ve azizler tarafından yerleşim gördüğünü söyleyen seyyahlardan birisidir590. Ubici’nin dağın keşişlere ev sahipliği yapma özelliğinin Hıristiyanlığın ilk çağlarından itibaren başladığını, Osmanlı Dönemi’nde de devam ederek Hıristiyan münzevilerin yerini İslam keşişlerinin alarak bu kişilerin dağın tepesini tekke ve hücrelerle doldurduğunu belirtmiştir591. Bursa’nın çekiciliklerinden bahsettiği bölümde Uludağ’ın bu yıllardaki adı olan Keşiş Dağı ismine özel olarak değinen Walker, dervişler ve abdalların Hıristiyan martirlerinin ve keşişlerinin hücreleri ile inziva yerlerinin mirasçısı olduğunu söyleyerek dağın Osmanlı döneminde de münzevilere ev sahipliği yaptığını bildiğini ortaya koymaktadır592. Simon da Hıristiyan münzevilerin yerini daha sonradan Müslüman dervişlerin aldığını ve Türkler tarafından hala Keşiş Dağı adının kullanılmasında bu durumun etkili olduğunu söylemektedir593.

Bu örneklerde verdiğimiz seyyahlardan bir bölümü ismi ile bağlantılı biçimde yalnızca Uludağ’ın tarihinde yer eden keşişlerden bahsetmişlerdir. Ancak dağdaki keşiş varlığı ile bağlantılı manastırların mevcut olması gerektiği de sıklıkla söz konusu edilmektedir. Dağın ismini de bu manastırlara bağlayan Leunclavius yalnızca varlıklarından bahsetmekle yetinen seyyahlardan farklı bir biçimde manastırları ayrıntılı olarak ele almıştır. Leunclavius, bir zamanlar sayılarının 23’ün üzerinde olduğunu söylediği gibi bunların her birisinde 200 veya 300 keşişin yaşadığını da belirtmiştir. Bahsettiği üzere manastırlar bu yıllarda bölgede sık biçimde görüldüğü anlaşılan soyguncu ve korsanlara karşı sağlam biçimde tahkim edilmişlerdir. Leunclavius, eserini kaleme aldığı dönemde manastırların oldukça azalmış olmasına rağmen sayılarının hala çok fazla olduğunu da söylemekte ve bu 589 Texier, 2002: 234 590 Poujoulat, Michaud, 1840: 170 591 Günaydın, Kaplanoğlu, 2000: 126 592 Walker, 1886: 96 593 Renard, 1899: 2

yönüyle değerlendirmeye aldığımız diğer seyyahlardan da farklılaşmaktadır594. Bu aktarımı değerlendiren Lowry, bunu Osmanlı Dönemi’nde Uludağ’da manastır geleneğinin devamını gösteren bir kanıt olarak almıştır595. Bununla birlikte ilgili bölümde de değindiğimiz üzere Leunclavius’un bu eseri bizzat bir seyahatin neticesi olup olmadığı anlaşılamayan bir içeriğe sahiptir ve aktarımlarının farklı kaynaklardan alıntı olduğunu düşünmemize neden olan durumlar söz konusudur. Bu yüzden manastırlar hakkında yaptığı bu tanımlamaların Bursa’nın ve Uludağ’ın tarihi hakkında daha eski kaynaklardan edindiği bazı bilgilerin ve dağın ismiyle bağlantılı yaptığı çıkarımın bir yansıması olması muhtemeldir ve değerlendirilmelerinin bu gerçekler doğrultusunda yapılması daha sağlıklı olacaktır.

Üzerinde durduğumuz üzere eserinin genel içeriği nedeniyle Leunclavius’un aktarımlarının doğruyu yansıtıp yansıtmadığını tespit edebilmek mümkün değilse de aynı yüzyıl içerisinde Bursa’ya yaptığı ziyarette bu söylencelere konu edilen manastırlar hakkında bilgi veren bir seyyah mevcuttur. Osmanlı fethi ile keşiş ve manastır yaşamının tamamen sonlandığını ileri sürenlerin aksine bizzat bu yıllarda bazı manastırların işleyişini devam ettirdiğine yönelik bilgi veren tek kişi olan Lubenau, 1588 yılında Bursa’ya gelmiştir. Seyyah bu manastırın dağın eteklerinde yarım Alman mili yükseklikte yer aldığını söylemiştir. Ayrıca Rum keşişler tarafından kullanıldığını fakat keşişlerin artık burada değil şehirde yaşadıklarını, yalnızca dua etmek ve ayine katılmak için her sabah manastıra yürüdükleri belirtmiştir. Mimarisiyle ilgili de bazı bilgiler vererek kayaların oyulması suretiyle yapılan manastırın keşiş odalarını da barındırdığını ancak ne kilise de diğer bölümlerin duvarların inşa edilmesi suretiyle yapılmadığını ifade etmiştir596. Bahsedilen bu yapının Bizans Dönemi’nde kurulmuş ve bu yıllarda da halen kullanımına devam edilen bir manastır olduğu düşünülebilir.

594 Leunclavius, 1596: 116 595 Lowry, 2004: 43

Daha sonraki yıllarda Uludağ’da manastır ve kiliselerin varlığından söz eden seyyahlara rastlanmaya devam edilmesine rağmen Lubenau gibi bu yapıları halen faaliyette olarak tespit eden herhangi bir örneği tespit etmek mümkün olmamıştır ve seyyahlar da bu tür bir yapının mevcut olduğundan söz etseler bile hakkında herhangi bir bilgi vermemişlerdir. Seyyahların geneli de büyük oranda yalnızca karşılaştıkları ve niteliği tam olarak anlaşılamayan kalıntıları bir manastır olarak değerlendirmeye almıştır. 1609 yılında Bursa’yı ziyaret etmiş olan Simeon böylesi bir yolu izleyen seyyahlardan birisidir. Dağın zirvesine kadar çıktığında harap bir kilisenin halen görülebildiği söylemiştir. Verdiği bu bilgi, bizzat bir kiliseyi yerinde gördüğünü ifade etmesi nedeniyle önemli olarak görülmekle birlikte daha sonraki seyyahların aktarımları paralelinde değerlendirildiğinde kesinliği konusunda şüpheler olduğu söylenebilir597.

Kilise kalıntılarını gördüğünden bahsetmesi nedeniyle Leunclavius’a göre çok daha önemli olmasına rağmen Simeon’un verdiği bilginin de hassas biçimde değerlendirilmesi gerektiğini düşünmemizin nedeni dağda pek çok manastır bulunduğundan bahsediyor olsalar da bu tür yapıların izlerini keşfettiği söyleyen seyyahların sayısının çok az olması ve bu seyyahlar arasında da kalıntıların kesin biçimde bir kiliseye ait olduğunu kanıtlayabilecek birisine rastlanmamasıdır. Seyyahların karşılarına çıkan ve kilise olarak adlandırdıkları tek kalıntı dağın zirvesinde yer alan ve bazı seyyahların işlev yükleyemedikleri bağlayıcı malzeme kullanılmaksızın bir araya getirilmiş taş yığınlarıdır.

Covel, Uludağ’ın zirvesinde eski bir manastır veya inziva yerinin kalıntılarının olduğunu iddia eden bir başka seyyahtır. Ancak kendisi Wheler ile birlikte dağa tırmanmış olmasına rağmen böylesi bir kalıntıyı keşfedememiştir. Kitabının editörü Grelois de çobanlar tarafından barınak olarak kullanılan taş yığınlarının seyyahlar tarafından hatalı biçimde bir

manastırın kalıntıları olarak değerlendirilmesine değinmiş ve Covel’in de böylesi bir hata yapmış olduğunu belirtmiştir598.

Bursa’yı ziyaret tarihi 1684 olan Carreri Uludağ’da Rum keşişlere ait birçok manastırın bulunduğunu söylemiştir. Ancak bunları yerinde görmemesi ve Uludağ’dan söz ederken kısa bir cümleyle bu bilgiyi vermesi asıl olarak yalnızca dağın tarihi ya da ismiyle bağlantılı bir çıkarım yapmış olabileceğini akla getirmektedir599.

Kendi ziyaretlerinde herhangi bir kalıntı keşfedemeyen seyyahların bu tür yapılara ait izlerin en azından bir zamanlar mevcut olduğunu söylemelerinin nedeni bu kalıntılardan bahseden daha eski seyyahlardır ve kendisine atıfta bulunulan bu seyyahlardan birisi de Lucas’tır. 1703 yılında Bursa’ya gelmiş olan Lucas’a dağın zirvesinde ilgi çekici kalıntıların olduğu söylenmiş ve seyyah da büyük bir merakla bu zorluğa katlanmasına rağmen hayal kırıklığına uğradığını ifade etmiştir. Aktarımları doğrultusunda, bu yıllarda buradaki kalıntılarla ilgili merak uyandırıcı hikâyeler anlatıldığı anlaşılabilmektedir ancak seyyah yalnızca zirvede herhangi bir duvar işçiliğine sahip olmayan ve birbirleri üzerine yerleştirilmiş taşlardan meydana gelen, kendisinin de bir çeşit kule olarak adlandırdığı bir yapı ile karşılaşmıştır. Ancak bunun yanında bu kulenin bulunduğu yerde bir zamanlar tapınak veya kilise gibi bazı büyük yapıların yer alıyor olduğuna yönelik inancına da yer vermiş ve bunların toprağın altına gömülü kalıntılarının görülebildiğini de söylemiştir600. Kendisinden yaklaşık yüz yıl kadar önce aynı yere tırmanmış olan Simeon’un bir kiliseye ait olduğunu belirttiği harabeler de belki bu kısma ait olabilir.

Hammer, dağda bir zamanlar manastırların yer aldığı yönündeki görüşünü dağın isminden ziyade tarihi kaynaklara dayalı biçimde ortaya koymaktadır. Bizans İmparatorluğu tarihinde görüldüğünü belirttiği bir manastırdan bahseden seyyah harabelerinin de hala mevcut olduğunu söylemektedir. Tam konumunu vererek manastırın Uludağ’ın zirvesinde yer

598 Covel, 1998: 161, dn. 413 599 Carreri, 1808: 113–114 600 Lucas, 1714a: 75, 77

aldığını ifade etmiş ve bu açıdan yerinin de dünyevi isteklerden uzaklaşarak cennete yakın olmak isteyen keşişlerin düşünce yapılarına uygun olduğunu belirtmiştir. Ancak ilgi çekici olarak bulduğu bütün anıtları ayrıntılı olarak tanımlamasıyla dikkat çekmesine rağmen dağa çıktığında gördüğü kalıntıların bir manastıra ait olduğunu kesin olarak ifade edememiştir. Hammer, Süleyman Han Pınarı hakkındaki bir söylence de adı geçen Saadan’ın mezarının dağın zirvesinde bulunan Kule-i Cihan olduğu şeklinde bir Türkmen inancına yer vermektedir. Kendi diline Dünya Kulesi olarak çevirdiği bu kule, tanımlamasına göre düzenli biçimde yığılmış taşlardan meydana gelen dörtgen biçimli bir yapıdır ve Hammer’dan önce aynı zirveyi gören Simeon, Lucas gibi seyyahların bahsettiği taş yığını olması da muhtemeldir. Seyyah, Türkmenlerin anlattığı mezar hikâyesini dikkate almamıştır. Çünkü dağların zirvesinde devlerin ve kahramanların mezarlarının olduğunun iddia edilmesinin doğu efsanelerinde sıkça görüldüğünü bilmektedir. Bunun yerine bu yığınların şiddetli rüzgârlara karşı bir siper meydana getiren bir kaya engeli veya efsanelerde yer eden ve çobanlar tarafından toplanarak bir araya yığılan manastırın harabelerinin kalıntılarından oluşmasının muhtemel olduğunu ifade etmiştir. Hammer, Uludağ’da bir manastırın var olduğunu iddia eden ve kalıntılarının da görülebildiğini söyleyen bir seyyahtır. Ancak özel olarak bu tür bir kalıntının ilgisini çekebilecek olması gerçeğine rağmen Uludağ’a ayırdığı bölümde bu inançla bağlantılı olarak değindiği kısım haricinde herhangi bir kalıntıya rastladığından bahsetmemesi ve mevcut kalıntıların da bu şekilde ortadan kaldırılmış olması gerektiğine yönelik inancı böylesi bir manastırın izinin hiçbir şekilde bulunmuyor olduğuna da bir işarettir. Ayrıca Hammer, dağda bir zamanlar manastır olsa bile bunların genel olarak düşünüldüğü biçimde taşlardan inşa edilmiş bir yapı olup olmadığının bilinemeyeceğini de doğru bir biçimde ortaya koymuştur. Seyyaha göre keşişlerin, yine hiçbir girişleri keşfedilir durumda olmamasına rağmen, mağaralarda ve yeraltı oyuklarında

yaşamış olmaları da ihtimal dâhilindedir ve bu durum burada bir manastırın kalıntılarını aramayı da boşa çıkartacak bir çaba haline getirmektedir601.

Walsh’un dağın zirvesinde karşılaştığını söylediği daire oluşturacak ve merkezinde bir başka taş bulunacak biçimde yerleştirilmiş taşlardan meydana gelen kalıntı ise daha önceki seyyahların aktarımlarından tamamen farklıdır. Seyyah bunları saydığında on iki tane olduklarını keşfetmiş, bunları kendi ülkesindeki Druid kalıntılarına benzeterek Uludağ’ı Zeus’un tahtı olarak görmesinin de etkisiyle bu taşların Yunan Tanrılarının konseyinde oturdukları yerler olduğu şeklinde bir fikir ileri sürmüştür602.

1838 baskısı bir diğer eserde Walsh, bu kalıntılardan bir kez daha ancak bu kez daha ayrıntılı olarak bahsetmektedir. Uludağ’ın zirvesinde görülebilen tek kalıntının bu olduğunu söyleyen seyyah bunların Druid kalıntılarına benzediği bilgisini burada da tekrarlamış ancak doğudaki bir bölgede yer almasından dolayı bu düşüncenin çok geçerli olamayacağının farkında olduğunu ifade etmiştir. Düşüncesine göre Musa Peygamber ve Yuşa’nın kutsal kitaplarından yaptığı alıntılarda kendini gösteren on iki taşa yönelik atıflar dolayısıyla çok daha eski dönemlere ait kullanımları akla gelmektedir603.

Uludağ’a yer veren seyahatnameler incelendiğinde seyyahların büyük bölümünün burada daha çok Bizans Dönemi’ne ait kalıntıların mevcut olabileceği yönünde aktarımlarda bulunduklarını görürüz. Walsh ise bu düşünceleri nedeniyle Uludağ’da Bizans öncesi kalıntılarının yer aldığı fikrine sahip ender seyyahlardan birisi olarak değerlendirilebilir. Yine de daha önceki seyyahların büyük bölümünün buraya kadar tırmanmadan geri döndüğünü örneklerle aktaran ve kendisi dağın en tepesine kadar çıkmayı başaran Walsh’un Uludağ’ın zirvesinde bulduğu kalıntıların niteliği hakkındaki bu önerisi yalnızca tahmine dayalıdır. Eğer seyyahın yürüttüğü mantık paralelinde yine daire oluşturan bu taşların sayısını temel alarak bir tahmin yürütülürse bunun on iki havariye işaret eden yani Hıristiyanlık Dönemi’ne

601 Hammer, 1818: 83-84, 86-87 602 Walsh, 1836: 211

tarihlendirilebilecek sembolik bir anıt olabileceğini de söyleyebilmek mümkündür. Tam niteliği anlaşılamayan bu taşlar Walsh haricinde başka seyyahlar tarafından keşfedilmemişler veya karşılaşılsa dahi bunlar sayıları ile bağlantılı biçimde değerlendirilmemişler ve bir yığın halinde görülen kalıntılar da büyük oranda Bizans Dönemi’ne tarihlendirilmişlerdir.

Texier, Hammer’da karşılaştığımız gibi Uludağ’ın iki zirvesi olduğunu söylemiş, doğu tarafında kalan zirvesinde kuru taşlardan yapılmış bir binanın yıkıntılarının görüldüğünü belirtmiştir. Şekil ve tarzı itibariyle ait olduğu dönemi ortaya koyabilecek herhangi bir ize sahip olmadığını söylemişse de bunun ufak bir kilise veya manastıra ait olmasının muhtemel olduğunu da ifade etmektedir. Bu görüşü ileri sürmesinde dağın Bizans Dönemi’nde münzevilerin ikametgâhı olduğunu bilmesinin etkisi vardır. Athos Dağı’nda olduğu gibi burada da bu yıllarda küçük kiliseler ve inziva yerleri yapıldığını ve özellikle sekizinci yüzyılda Bizanslıların dağa Caloyers adını vermesine neden olacak biçimde çok sayıda ünlü manastırın bulunduğunu söylemektedir. Diğer seyyahlardan farklı olarak buradaki manastırlardan birisi olan ve rahip Nicéphore tarafından kurulmuş Medice Manastırı hakkında da bilgi vermektedir. Bununla birlikte diğer dönemlere ait izler bulunmasa da çevresindeki vadilerle birlikte Bizans Dönemi kalıntılarının görülebileceğini söylemesine rağmen bizzat sözünü ettiği harabeyi keşfettiğine yönelik bir aktarımda bulunmamıştır. Eserinin birçok yerinde kendini belli ettiği üzere bir yerleşimdeki kalıntıları bulma ve tanımlama konusunda büyük bir yeteneğe ve bilgiye sahip olan Texier’in dahi bu konuda yetersiz kalıyor olması bu yapıyla ilgili yaptığı manastır ya da kilise tanımlamasına da şüpheyle yaklaşmamıza neden olmaktadır604.

Hammer’in bahsettiği inançla ilgili olarak ayrıntılı biçimde değindiği dev mezarından bahseden bir diğer kişi Pardoe’dur. Ancak yalnızca bu yerin Uludağ’ın en yüksek noktası olduğunu söylemekle yetinir ve herhangi bir kalıntıyla ilgili bilgi vermez. Dağa bizzat bir gezi gerçekleştirmiş ve zirveye de çıkmış olmasına rağmen karşısına çıkan bir kulübe haricinde herhangi bir