• Sonuç bulunamadı

4. MODERNLEŞME SÜRECİNDE KADIN

4.1. Toplumsal Cinsiyet

Bir kavram olarak ilk kullanımı, 1950’li yıllarda kişilik patolojilerinin tedavi edilebilmesi için psikoloji alanında görülen toplumsal cinsiyet (gender), bu açıdan, kimlik şeklinde kavramlaştırılmış, bir kişinin kadın veya erkek oluşu üzerine öz algısı da toplumsal cinsiyet kimliği şeklinde ifade edilmiştir (Marshall, 2000’ den aktaran;

Sayer, 2011:9). Bununla beraber, toplumsal cinsiyetin 1950’lerden önce de bir kavram olarak kullanıldığı düşüncesinde olanlar da bulunmaktadır. Nellie Oudshoorn (1994) için toplumsal cinsiyet, ilk defa 1930’lu yıllarda psikolojik karakterlerle fizyolojik cinsiyetin farklı olduğunu ortaya koymak için kullanılmıştır (Oakley, 1997’ den aktaran;

Sayer, 2011:9). Kadınların daha özgün bir şekilde toplumsal cinsiyet ve rollerini inşa edebilmeleri için kimlik ve karakter inşasında politik ve iktisadi kaynakları içeren yeni sosyal imkanların geliştirilmesi gerekir. Bu yüzden, gerek kültürel, gerekse politik anlamda, kadınların etkinlik alanlarını genişletebilmelerine olanak sağlayacak bir toplumsal yapının oluşması gerekmektedir. Özellikle son iki yüzyıl boyunca gerçekleşen modernleşme pratikleri, bu tarz bir toplumsal yapının oluşabilmesi için gereken kaynak ve tecrübeleri temin etmektedir (Özkan, 2014: 1249-1250).

Kısaca toplumsal cinsiyet, sosyal açıdan kadın ve erkeğe biçilen roller, sorumluluklar olarak ifade edilebilir. Toplumsal cinsiyetin getirdiği rollerin içeriği zamana ve mekana göre değişebilmektedir. Birçok etken, bireyin toplumsal cinsiyetini belirleyebilmekte, toplumsal cinsiyet hayatın her döneminde farklı biçimlerde de olsa bireyleri etkilemektedir. Kaynakların ayrılmasında ve kullanılmasında, fırsatların kullanımında ve hizmetlere erişimde bireyin cinsiyetinden dolayı ayrımcılık yapılabilmektedir. Bu ayrımcılıklardan, erkeğe kıyasla daha dezavantajlı ve toplumsal algıda daha düşük bir statü biçilmiş kadınlar daha olumsuz etkilenmektedir (Çabuk Kaya, 2018: 1).

Cinsiyet ile toplumsal cinsiyet kavramları birbirlerine karıştırılmamalıdır.

Giddens’a göre; sosyologlar cinsiyet kavramını genellikle bedenin dişi veya erkek olarak tanımlanmasını sağlayan anatomik ve fizyolojik farklılıkları ifade etmek için kullanırlar. Toplumsal cinsiyet kavramı ise, tam aksine, dişiler ve erkekler arasındaki kültürel ve toplumsal farklılıklarla alakalıdır. Toplumsal olarak kurulan erillik ve dişillik terimleriyle bağlantılı olan toplumsal cinsiyet, doğrudan bireyin biyolojik

47 cinsiyetinin bir sonucu olmak zorunda değildir. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında köklü bir ayrım vardır, çünkü erkeklerle kadınlar arasındaki pek çok farklılığın kökeni biyolojik olmamaktadır (Giddens, 2012: 505).

BMKSK’nın Mart 2011’de New York’ta gerçekleştirilen “Kız Çocuklarının Eğitim Hakkı” başlıklı toplantısında, BM’nin pek çok anlaşmasında ve kararında elli yıldır yer alan “toplumsal cinsiyet” terimi katılımcı devletler arasında kriz yaratmış ve esas anlaşmazlık konusu haline gelmiştir. Muhafazakâr bir blok, birçok Müslüman ülke, Vatikan ve Afrika’nın bazı Katolik ülkeleri, toplantının sonuç bildirgesinde “toplumsal cinsiyet” (gender) kavramının yer almasına ısrarla karşı çıkmıştır. Onbeş günlük toplantının son gününe kadar süren şiddetli tartışmada, pazarlıklar neticesinde, muhafazakâr blok, kız çocuklarının eğitimi meselesinde ilerleme sağlayacak birçok maddenin sonuç bildirgesinde yer almaması şartıyla “toplumsal cinsiyet” teriminin bildirgede yer almasına rıza göstermiştir. 1960’larda kullanılmaya başlanan ve 1970’lerden itibaren de yaygın bir şekilde bilimin ve BM’nin literatüründe kendisine yer bulan “toplumsal cinsiyet” teriminin 2010’lu yıllarda bu kadar ciddi bir siyasi çekişme yaratmasının nedeni, muhafazakâr kesimin cinselliğin sadece biyolojik unsurlarla saptandığı, yani bir insanın kadın veya erkek cinsel organıyla dünyaya gelmesinin cinselliği belirten esas unsur olduğuna yönelik ısrarları olmuştur. Hâlbuki bireyin cinselliği tek başına biyoloji ile açıklanamayacak; siyasi, toplumsal, dini, kültürel vb. pek çok faktörün etkisiyle şekillenmektedir. Bu olguyu karşılayan terim ise,

“toplumsal cinsiyet”tir (İlkkaracan, 2011: 14).

Toplumsal cinsiyet ve biyolojik cinsiyet ilişkisini ifade etmenin en klasik kabul edilen şekli, “anatomi/biyoloji kaderdir” ifadesinden geçmektedir. Tıp, hukuk, psikoloji ve din gibi alanların önermelerinden de beslenen ve feminizm geleneği içerisinde en kapsamlı ortak eleştiriye uğramış birkaç görüşten birinin esasını oluşturan bu anlayışın temeli şudur: Bireyin doğuştan gelen biyolojik cinsiyeti (sex), o kişinin toplumsal cinsiyetini (gender) belirler. Yani bu anlayışa göre, eril üreme organı ile doğan bireye erkek, dişil üreme organı ile doğan bireye ise, kadın denilir. Toplumsal cinsiyetin bu şekilde ifade edilmesinin feminist teori bağlamındaki eleştirileri harekete geçiren çıkarımları olmuştur. Bu çıkarımların önde geleni, üreme organlarının işlevi açısından cinsellikte doğal olanın bir kere “verildiğinde”, toplumsal cinsiyetin ise, “ ne olduğuna”

dair mutlak ve zorunlu bir belirleyicisi olarak algılanmasıdır ki bu durum, biyolojik

48 cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasında birebir bir ilişki bulunmadığını savunanlar için kabullenilemez bir görüştür. Diğer bir sorun ise, toplumsal cinsiyetin üreme fonksiyonları açısından tanımlanması ile doğal olarak beraberinde gelen zıtcinsel (heteroseksüel) bir kalıba oturtulması ve bu kalıbın dışında yer alanların (çocuk sahibi olmak istemeyenler, eşcinseller, hermafroditler vs.) dışlanması, reddedilmesi ve farklı derecelerde toplumdan izole olmaya zorlanması gibi baskıcı unsurlar içeren davranışlara uğramalarıdır (Durudoğan, 2011: 17).

Toplumsal cinsiyet rollerine değinecek olursak; rol, örgütlü bir sosyal yapı içerisinde bireyin bulunduğu pozisyonu, bu pozisyonla alakalı ayrıcalıkları, sorumlulukları ve diğer pozisyonlardaki bireylerle etkileşimi yönlendiren kuralları göstermektedir. Annelik, babalık, askerlik, öğretmenlik gibi farklı rollerden bahsetmek mümkündür. Kadınlara ve erkeklere tanınan farklı roller ise, toplumsal cinsiyet rolleri olarak bilinmektedir. Kadınların ve erkeklerin, toplum tarafından yazılan “senaryo”ya bağlı kalmaları ve rollerini oynamaları beklenmektedir. Kalıplaşmış cinsiyet yargılarını veya toplumun saptadığı cinsiyet farklılıklarını yansıtmak üzere kullanılan toplumsal cinsiyet rolleri terimi, daha özelde geleneksel anlamda kadınla ve erkekle ilişkili olduğu varsayılan rolleri ifade eder (Dökmen, 2010: 28-29).

Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkeğin sosyal açıdan belirlenen rolleri olmakla birlikte, biyolojik farklılıklarla ilgili değil; toplumun, bireyleri kadın ve erkek olarak nasıl gördüğü, nasıl düşündüğü ve nasıl davranmasını beklediği ile alakalı bir kavramdır. Kadınların ve erkeklerin cinsiyetlerine uygun olarak farklı davranışlar sergilemesi uygun görülür. Bu zihniyetle beslenen kadınlar aleyhine yapılan ayrımcılık ve içerisinde şiddet barındıran tutum ve davranışlar, uygunsuz görülmez (Tırtıl ve Yüksel, 2011: 172). Cinsiyet rolleri etrafında yürütülen tartışmalar, cinsiyet rollerinin anlamı ve konumu üzerinde son derece zengin düşünce birikimi sağlamıştır. Dahası bu konudaki tartışmalar güncelliğini korumaktadır. Cinsiyet rollerinin oluşumunu kişisel yaşam sürecinde incelemek gerekirse, cevaplanması gereken asıl soru, “cinsiyet rolleri nasıl gelişir?” sorusu olur. Bu sorunun cevabı olabilecek iki genel açıklama yapılmış;

bunlardan birisi öğrenmeyi, bir diğeri ise, bilişsel mekanizmaları vurgulamaktadır (Vatandaş, 2007: 34).

49 Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ise, kadınlar ve erkekler arasında çeşitli şekillerde meydana gelen konum, saygınlık ve iktidar farklılıklarını işaret etmektedir. İşlevselciler, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini açıklarken, toplumsal cinsiyet farklılıklarının ve cinsiyet esaslı işbölümünün, toplumsal kaynaşmaya ve istikrara katkı sağladığını vurgulamaktadırlar. Feminist yazarlar ise, bu eşitsizliğin bir şekilde doğal olduğu düşüncesine karşı çıkmış; liberal feministler, bu eşitsizliği ayrımcılık ve cinsiyetçilik gibi kültürel ve de toplumsal davranışlarla açıklamaya çalışmış; Radikal feministler ise, ataerkil düzeni sürdüren erkeklerin kadınların sömürülmesinden sorumlu olduklarını ileri sürmüş; son olarak siyah feministler ise, toplumsal cinsiyete, etnik köken ve sınıf gibi etkenleri de ekleyerek beyaz olmayan kadınların maruz kaldıkları baskıların anlaşılabilmesi için bu kavramların önemli olduğunu vurgulamışlardır. Cinsiyet kavramının toplumsallaşması, aile, medya vb. aracılığıyla toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenilmesi süreci olarak ifade edilebilir. Bu süreç doğum ile başlar. Çocuk, biyolojik cinsiyetine uygun olduğu varsayılan kuralları ve beklentileri öğrenerek özümser. Bu şekilde bu beklentilere ve kurallara uygun “cinsiyet rollerini,” dişi ve erkek kimliklerini, yani erillik ve dişilliği benimserler (Giddens, 2012: 526).

Kadın ve toplumsal cinsiyet tarihçiliğine bakacak olursak, resmî ve milliyetçi tarih anlatılarının, büyük oranda devlet, diplomasi, kurumlar, ordu, savaş gibi konular ile padişahlar, devlet adamları, hanedanlar, komutanlar gibi genellikle muktedir ve eril öznelerle alakalı olduğu bilinmektedir. 1970’li yıllarla birlikte özellikle de “kadın tarihçilerin katkısıyla kadınların tarihsel anlatılarda neden olmadığı veya neden yetersiz bir şekilde yer aldığı” soruları tartışılmaya başlanmıştır. Kadın hareketinden beslenip, onunla ortak endişelere sahip bu çalışmalar, bu sorularla birlikte tarih anlatılarındaki kadın özne eksikliğini doldurmak için, kadın biyografilerini, kadınların ürettiği veya yaptırdığı eserleri, kadınların tarihteki varlığını araştırmaya yönelmiştir. Bu araştırmalar, geçmişte kadınların da var olduğunu, iktisadi hayatta, aile, hukuki yapı ve toplumsal ilişkilerde aktif olarak yer aldıklarını, kültürel eser ürettiklerini, pek çok eserin sahibi olduklarını, siyasi mücadeleler verdiklerini göstermektedir. Diğer kimliklere kıyasla cinsiyet kimliği daha net bir şekilde gözle görülür bir nitelik taşıdığı için, tarihteki kadın varlığı ve kadın deneyimini gün yüzüne çıkarma gayesi olan bu erken dönem çabalarında “görünürlük” metaforu çok önemli işlevsel ve simgesel anlama sahip olmuştur. Bu çalışmaların en büyük eksikleri, kadınlık ve erkeklik

50 kavramlarının ağırlıklı olarak biyolojik kategoriler şeklinde ele alınması; hatta kadın kavramının, yalnızca yönetici sınıfın bir parçası, iktidar sahibi, elit olan kadınları işaret edecek şekilde kullanılması; kadınlık kategorisinin içindeki etnik, kültürel, sınıfsal farklılıkların kadınların kendi aralarında da eşitsizlikler ve hiyerarşiler oluşturmasının göz ardı edilmiş olmasıdır. Ayrıca bu çalışmalar, neden kadınların tarih anlatılarından bu kadar uzun süre dışlandıkları sorusunu da cevaplayamamıştır (Balsoy, 2015: 222-223).

Feminist tarihte, aile, evlilik ve ebeveynlik gibi kurumların çeşitli yönleri ve kültürleri yoğun bir biçimde araştırılmış olsa da kategoriler nadiren sorgulanmıştır. Aile tarihi ve demografik tarih, genellikle kadın tarihinden oldukça kopuk, özellikle de feminist yaklaşımla alakasız biçimde ilerlemiştir. Ancak toplumsal cinsiyet sistemlerinde aile ve ailenin üyeleri, başlıca “aracı kurumlar” olarak varlığını sürdürmektedir. Bu kurumlar hem simgesel hem de psikolojik anlamda, bireylerin;

etnik, ulusal, ırka dayalı, cinsel ve diğer birçok kimliklerinin dilleri kadar, toplumsal cinsiyeti esas alan dili de öğrendikleri potayı oluşturmaktadır. Nasıl yapılanmış olursa olsun gerek bedenin gerekse insan ruhunun oluşmasının gerçek ve simgesel boyutta başladığı ilk ortam ailedir (Davidoff, 2012: 194).

Toplumsal cinsiyetin kazanımına ve cinsiyetler arası farklılıkların ortaya koyulmasına dair çeşitli kuramlar vardır. Cinsiyet rollerini açıklamaya yarayan kuramlar; birbirlerini yanlışlamayarak aynı davranışın farklı taraflarına ışık tutarlar.

Bazı noktalarda çelişir gözükseler de çoğu zaman birbirlerinin tamamlayıcısı olurlar. En yaygın olanlarına birkaç cümle ile değineceğimiz bu kuramlar; Psikanalitik, Biyolojik Açıklamalar, Sosyobiyolojik, Bilişsel Gelişim, Sosyal Öğrenme, Toplumsal Cinsiyet Şeması, Toplumsal Cinsiyet Şemasıyla Bilgi İşleme, Benlik Sunumu, Çok Faktörlü Toplumsal Cinsiyet Kimliği Kuramı ve Sosyal Rol kuramlarıdır. Psikanalitik Kuram;

toplumsal cinsiyetin gelişimine dair yapılan ilk kuramsal açıklamalardan biri olup, Freud’un görüşlerine dayanmaktadır. Freud’a göre; toplumsal cinsiyetin oluşmasına ilişkin olan bu Kuram, libido kavramlaştırmasına dayanmaktadır. Libido, toplumsal ve biyolojik cinsiyeti organize eden, biyolojik bir temeli olan cinsel enerjiye denir. Freud, libidoyu erkek cinsel organının etrafında açıklamıştır. Biyolojik Açıklamalar Kuramında; cinsiyet farklılıklarının üreme organları, hormonlar, beyin yapısı vb.

biyolojik faktörlere bağlı kalınarak açıklanmasıdır. Sosyobilojik Kuram ise; esas olarak

51 canlıların, hayatta kalma, üreme ve gelecekte hayatta kalarak üreyecek bir soy bırakma potansiyellerini en tepeye çıkarma çabasında olduklarını iddia etmektedir. Sosyal Öğrenme Kuramına göre; her bireyin belli durumlar için tepkiler dağarcığı sağlayan bir öğrenme geçmişi vardır. Eğer uygulama imkanı varsa yeni tepkiler kazanılabilecektir.

Davranış, olumlu sonuçlara yol açtığı müddetçe kazanılır ve sürdürülür. Bilişsel Gelişim Kuramı ise; cinsiyet rolünün kazanımını çocuğun bilişsel süreçleriyle açıklamaktadır ve fiziksel görünümün çocukların bilişsel yargılarını etkileyeceğini ortaya koymaktadır. Toplumsal Cinsiyet Şeması Kuramı ise; kadın veya erkek niteliklerinin algılanmasında ve bilginin işlenmesinde temel oluşturan bir çerçeve olarak ifade edilir. Cinsiyet Şemalarının İşlevleri Kuramı; uygun davranışı seçme ve sergileme gibi davranış yönetme üzerinde durur ve bilgiyi temel alarak organize etmeyi vurgular.

Sosyal Rol Kuramı; sosyal rollerin farklılığından dolayı kadın ve erkeğin arasında farklılığın oluştuğuna, bu rollerin değişmesiyle farklılıkların da değişeceğine vurgu yapar (Dökmen, 2010: 41-84).