• Sonuç bulunamadı

bir söze misaldir ki, biz hadîsle meşğûl olan herkesi böyle bir hezeyan yapmaktan daha büyük görürüz. (Ona bunu yakıştırmayız) ve onun için (bu

hezeyanı sebebiyle) haya ederiz. Kendinden yardım istenilecek olan Allah’tır…

Geçmiş bilgilerin özü, Ravh İbnu Salâh “sadûk”, hadîsin isnâdı da hasendir.

Allah en iyi bilir. (M. S. Memdûh’dan nakil bitti.)

İlk üçünün caiz görülmesinde ittifak vardır. Caiz olan dördüncü şekli ise zât ile tevessüldür. Bunu bazı Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenler bidat, mekruh görürken ilmi seviyesi düşük bir kısmı da şirk olarak görmektedirler.

Bunun caiz olduğu hakkındaki deliller üzerinde duracağız. Önce Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenlerin kendi âlimleri ve mezhep imamlarından zat ile

tevessülü kabul edenlerini yazacağız. Sonra zat ile tevessülü Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve sahabenin yaptığına dair hadisleri yazıp her

iki tarafa göre tahriçlerini yazıcaz.

Sonuç olarak ilerde gelecek olan dördüncü hadisteki Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in geçmiş peygamberlerle tevessülü, sahabenin zat ile

tevessülleri,

Tabiinin, mezhep imamlarının zat ile tevessülü kabul etmelerine dair delilleri göreceksiniz.

Bütün bunlardan sonra Selefi görüşü üzere olduğunu idda edenlerin zat ile tevessül Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve sahabe yapmamıştır, sonradan çıkan bir bidattır. Demelerinin ne kadar yersiz olduğuna, farkında

olmadan kimleri bidat işlemekle itham ettiklerine şahit olacaksınız.

Zat ile tevessülü kabul etmeyen, Vahhâbî ve benzer düşüncelerde olan, kendilerine Selefîler diyenlerin görüşlerinin kaynaklarından biri de İbn

Teymiyye’dir.

Kabulünde Zorlandıkları Bir Gerçek

İbn Teymiyye, önceki görüşünü değiştirerek ölmeden önce son görüşü olarak Hazreti Peygamber Efendimiz vâsıta kılınarak duada faydalanabileceğini

söylemiştir.

İbn Teymiyye’nin talebesi İbn Kesîr: İbn Teymiyye’nin devlet ve ulemânın huzurunda, tevessül ile ilgili görüşünden kendi isteğiyle vazgeçip bir insanın duasında Resûlullah’dan faydalanma şeklini kabul ettiğini, ama istigâse’nin haram olduğu görüşüne devam ettiği sözünü bizlere nakletmiştir.

..ﻦﻳﺪﻟا ﻲﻘﺗ ﺦﻴﺸﻟا ﻲﻠﻋ ةﺮﻫﺎﻘﻟﺎﺑ ﺔﻴﻓﻮﺼﻟا ﻲﻜﺷ…

ﻦﻜﻟو ةرﺎﺑﻻا ﻲﻨﻌﻤﺑ ﺔﺛﺎﻐﺘﺳا ﻲﺒﻨﻟا ﺎﺑ ثﺎﻐﺘﺴﻳ ﻻ ,ﻪﻠﻟا ﺎﺑ ﻻإ ثﺎﻐﺘﺴﻳ ﻻ لﺎﻗ ﻪﻨﻜﻟ ﻪﻠﻟا ﻲﻟإ ﻪﺑ ﻊﻔﺸﺘﻳو ﻪﺑ ﻞﺳﻮﺘﻳ.

“Lâkin O şöyle dedi: Ancak Allah’la istiğase edilir, Nebi ile ibare manasıyla istiğase edilmez, fakat onunla tevessül edilir ve o Allah’a şefaatçı kılınır”

İTİRAZ

Bu nakilde İbn-i Teymiyye’nin iddia edilen görüşünden “döndüğü,” hem de bunu

“kendi isteğiyle” yaptığı nereden ve ne şekilde çıkarılmaktadır?

İbn-i Kesir’in yaptığı nakildeki “Onunla tevessül edilir ve Allah’a karşı şefaatçi kılınır.” sözünün anlamı şudur:

“Sahabenin sözlerinde, Nebi aleyhisselam ile tevessül edip onunla teveccühte

bulunmak, onun duası ve şefaatiyle tevessül etmeyi kasdetme manası taşımaktadır.”

“Ancak ondan şefaat isteyip, onunla ve bir başkasıyla tevessül etmek, O hayattayken olan bir şeydi. Yani ondan dua etmesini istiyorlar, o da onlara

dua ediyordu. Tevessülleri, duası ileydi. onunla istişfa etmek, şefaat etmesini istemektir. Şefaat ise duadır.”114 Yani İbn-i Teymiyye ‘tevessül’ ve

‘şefaatçi kılmak’ ifadeleriyle, sahabenin kullandığı doğru anlamı

kasdetmektedir. Hoşafçı ise -bir de söze ilaveler yaparak- İbn-i Teymiyye’nin şer’i anlamıyla kullandığı meşru tevessülü, batıl anlamlar yüklenmiş gayr-ı

meşru tevessül olarak anlamakta ve öyle yansıtmaya çalışmaktadır.

CEVAP

Yukarıdaki kaynakta

1- Devlet erkânına yapılan şikâyette bulunulduğu, devlet erkânının da işi Şâfiî kadıya havale ettiği,

2- Bir meclis kurulduğu,

3- Hakkında bazı iddialarda bulunulduğu, fakat bu iddiaların sabit olmadığı, lâkin ancak Allah ile istiğâse edilir. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile

(başka bir manada değil de), ibâre manası ile bir istiğâse ile istiğâse edilmez, Ancak onunla, Allah’a tevessül ve teşeffu’ edilir. Dediği

anlatılmaktadır.

Buradaki “ﻪﺑ ﻊﻔﺸﺘﻳو” ne demekti?

Mesela Müncid isimli lügate baktığınızda ﻪﻴﻠﻋ ﻪﺑ نﺎﻌﺘﺳا نﻼﻓ ﻲﻠﻋ نﻼﻔﺑ ﻊﻔﺸﺗ /

“falanca ile falancaya karşı teşeffü etti” demek, “falancaya karşı falanca ile, falancadan yardım istedi” demektir, şeklinde bir mana verildiği görülecektir. Orta düzey Arapça bilen birinin bile anlayabileceği bir ibareyi, şuraya buraya çekmek, hakikatlerden gocunmak ve onları gizlemek

maksadına matuf olabilir.

Nitekim kitabın muhakk’ı, yukarıda aldığımız ibareye düştüğü dipnotta, “İbn Teymiyye’nin kitaplarında, İbn Abdi’l-Hâdî’nin de onun tercümesinde söylediği

ifadelerde bilinen, onun bunu/tevessül ve teşeffü’u caiz bulmadığıdır”

demektedir.

İbnu Teymiyye’nin tevessül hakkındaki görüşleri aslında son derece çelişkilidir. Bazıları şirk, bazıları haram, bazıları mekruh bazıları da cevaz ihsası bulundurmaktadır. İbnu Kesir’in ondan naklettiği tevbe haberi bir şeye mahal olmayacak kadar açıktır. O dediğiniz manada söyledi idiyse ne

için kadı huzuruna çıkarılmıştı?

“Lâkin O şöyle dedi: Ancak Allah’la istiğase edilir, Nebi ile ibare manasıyla istiğase edilmez, fakat onunla tevessül edilir ve o Allah’a şefaatçı kılınır”

ifadesinin dipnotunda şu kayıt yer almaktadır: “Ancak matbu olan kitabın dipnotunda İbnu Teymiyye’nin kitaplarında bilinene ve İbnu Abdi’l-Hâdî’nin

onnu tanıtma yazısında onun bunu caiz görmediği yer almaktadır” diye yazılmıştır.

Evvela, bu ifadeler dikkatle incelenirse, tevessül ile alakalı olarak yapılan tevillere imkân kalmayacağı gibi, ibare manası dışındaki (mecazi olarak) bir

istiğase bile edilebileceği anlaşılabilir. Çünkü “lâkin” lafzı uzaktaki

“Ancak Allahla istiğase edilir” cümlesinden değil, hemen dibindeki” Nebi ile ibare manasıyla istiğase edilmez” cümlesinden bir istidraktir. Dil kaideleri

bunu gerektirir.

Sonra, dipnot meseleyi kaçamağa meydan vermeyecek şekilde açıklamaktadır.

Bu da mananın bizim dediğimiz gibi anlaşılacağını göstermektedir. Çünkü sizin dediğiniz gibi, bu söz eski görüşü manasında olsaydı, ortada zaten bir münakaşa ve anlaşmazlık yoktu ve İbn Kesîr’in “lâkin o, … dedi” şeklinde bir

ifade kullanmasının da bir manası olmazdı. Anlamazdan gelip yorum yapmanız buradaki gerçeği değiştirmez.

İbn Teymiyye’nin bu sözü, korkusundan dolayı söylemiş olabilir derlerse; biz de deriz ki: Siz insanların sözlerinin zâhirine göre hüküm vermiyor muydunuz?

Ayrıca İbn Teymiyye korksaydı, istiğasenin haram olduğunu söylemez ve görüşünde ısrar etmezdi.

Vahhâbîlere, Vahhâbî denilmesi, görüşlerinin kaynaklarından biri de Muhammed b. Abdulvahhâb (v. 1201/1787) olmasından ötürüdür.

Muhammed b. Abdulvahhâb’ın Tevessüle Dair Görüşleri:

Muhammed b. Abdulvahhâb’a, bazı âlimlerin yağmur duâsı hakkında açıklama yaparken “Salih kullarla tevessül etmekte bir sakınca yoktur” sözlerinden ne

kastettiklerini, “bir mahlûktan yardım (istiğase) dilenemez” hükmüne rağmen nasıl olup da İmâm Ahmed’in:

“Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile tevessül etmekte bir beis yoktur. ” diyebildiğini sorarlar. O, cevabında şu açıklamayı yapar:

Aradaki fark açıktır. Bazılarının salih kullarla tevessüle izin vermeleri, bazılarının sadece Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile tevessüle izin

vermeleri, âlimlerin çoğunluğunun da tevessülü yasaklayıp kerih görmüş olmaları, fıkha taalluk ettiği için, mevzumuzun dışında bir konudur. Her ne

kadar bize göre doğru olan cumhurun bunu mekruh görmesi olsa da, içtihadî meselelerden birisinin muteber olmadığını ileri sürmek muteber değildir. Bu

yüzden tevessül edenleri de reddedemeyiz.

Bizim inkâr ettiğimiz şey, bir mahlûka, hem de Allah’a edildiğinden daha fazla duâ ediliyor olması, Şeyh Abdulkadîr ya da bir başkasının kabrine yönelip sıkıntıların giderilmesi ve isteklerinin verilmesi için saygı ile

ondan istekte bulunulmasıdır.

Burada nerededir sırf Allah’a duâ etmek? Nerededir Allah ile beraber hiç kimseye duâ etmemek?

Ama birisi çıkıp duâ ederken:

“Allah’ım! Ben senden peygamberlerin ya da salih kullarının vesilesi ile şunu şunu istiyorum, diye duâ ederse, sadece Allah’a duâ ettikten sonra, herhangi

bir kabrin yanında duâ ediyor olsa bile bu bizim reddettiğimiz bir şey değildir”. diyor.

Muhammed b. Abdulvahhâb’ın bu sözleri, tevessülün ona göre

reddedilemeyeceğini göstermektedir. Ona göre tevessül, cumhur ulemânın mekruh gördüğü bir şeydir. Ama mekruh, haram bile değildir. Nerede kaldı ki

bazılarının dediği gibi şirk ya da bid’at olsun.

İTİRAZ

Muhammed İbn-i Abdulvahhab amelde Hanbelî mezhebi, akidede ise Selef-i Salihîn’in yolu üzerinde olan bir ehl-i sünnet âlimidir.

Muhammed b. Abdulvahhab’ın torunlarından, onun akide ve menhecini en iyi bilen isimlerden biri olan Salih b. Abdülaziz Âlu’ş-Şeyh, Alevi Maliki’nin bu

iddiasına şöyle cevap vermektedir:

Onun zamanında dindar geçinenlerin birçoğu kabirlere tapıyorlardı. Allah’ın dışında müstakil olarak kabir ashabına dua ediyor, yakınlaştıracaklarını

umarak Allah ile beraber onlara ibadet ediyorlardı.

Ayrıca onlar, adak adamak ve kurban kesmek gibi Allah’tan gayrısına yapılmayacak ibadet ve kurubatın birçok çeşidini mezarda yatanlara takdim

ediyor,

Allah’tan çok onları seviyor, Allah’a yaklaşmaktan çok onlara yakınlaşmaya çalışıyorlardı.

Hatta Rab’lerini ve O’nu anmayı tamamen unutmuş bir durumdaydılar. “Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab insanları Allah’ın Rasûlü Muhammed (Sallallahu Aleyhi

ve Sellem)’in getirdiği dinlerine döndürmek için mücadele etmiştir.

CEVAP

Muhammed İbn-i Abdulvahhab amelde Hanbelî mezhebi dediniz. Mezheb imâmı olan Ahmed b. Hanbel, zat ile tevessülü kabul ediyor; mezhebinin görüşü de bu yöndedir. Mensek adlı eserinde de yazılıdır. Ayrıca Elbânî’nin Tevessül adlı eserinin 62. sayfasında Ahmet b. Hanbel’in tevessülü kabul ettiğini yazıyor.

Muhammed İbn-i Abdulvahhab amelde Hanbelî mezhebine bağlı olduğu için zat ile tevessülü yukarda geçtiği gibi kabul ettiğini redetmediğini söylüyor, ama Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenler bidat diyorlar. Muhammed İbn-i

Abdulvahhab ve Ahmed b. Hanbel bidat mı işliyorlar size göre.?

Muhammed b. Abdulvahhab’ın torunlarından, Salih b. Abdülaziz Âlu’ş-Şeyh onun zamanında bu tür insanlar vardı diyor. Muhammed b. Abdulvahhab şunlara

karşıydı diyor.

“O zamanki insanlar kabirlere tapıyorlardı, Allah’tan çok onları seviyorlardı, Rab’lerine ve O’nu anmayı tamamen unutmuş bir durumdaydılar.

Allah ile beraber onlara ibadet ediyorlardı.”

Günümüzde kabirdekilere tapan, onları Allah tan çok seven ve onlara ibadet eden bir Müslüman ben görmedim. Sizin yakınızda böyle birileri var mı.?

Bu zamanda böyle Müslümanlar varsa ve böyle düşündüğünü itiraf ediyorsa gelin hep beraber kendisini uyararak sırat-ı mustakime davet edelim.

Allah’ı günde 5000 kere “la ilahe illallah” diye zikreden bir sufi Allah’ı nasıl unutur? Nasıl başkasını sevebilir, nasıl başkasına ibadet edebilir?

Hadi herkes etrafındaki en cahil Müslümanlara sorsun bir tek kişi çıkar mı?

Çıkmaz. Fakat kimilerinin Müslümanların yaptıklarını çarpıtarak kafalarına göre kafirler için inen ayetleri eğirip, çevirip, yorumlayıp zan yaparak Müslümanları müşrikler ve onların putları ile bir tutmaya çalışarak sap ile

samanı karıştıranların çıktığını görürsünüz.

Dikkat edilecek husus Muhammed b. Abdulvahhab’ın kabul etmediği tevessül ile kabul ettiği tevessülü karıştırmamak lazım.

Kabul etmediği tevessül: Bizim inkâr ettiğimiz şey, bir mahlûka, hem de Allah’a edildiğinden daha fazla duâ ediliyor olması, Şeyh Abdulkadîr ya da

bir başkasının kabrine yönelip sıkıntıların giderilmesi ve isteklerinin verilmesi için saygı ile ondan istekte bulunulmasıdır. Burada nerededir sırf Allah’a duâ etmek? Nerededir Allah ile beraber hiç kimseye duâ etmemek? diyor

Muhammed b. Abdulvahhab

Kabul ettiği tevessül: Muhammed b. Abdulvahhab sonra şöyle diyor: Ama birisi çıkıp duâ ederken: “Allah’ım! Ben senden peygamberlerin ya da salih kullarının vesilesi ile şunu şunu istiyorum.” diye duâ ederse, sadece Allah’a duâ ettikten sonra, herhangi bir kabrin yanında duâ ediyor olsa bile bu bizim reddettiğimiz bir şey değildir. diyor. Muhammed b. Abdulvahhâb’ın bu sözleri,

tevessülün bu şekliyle ona göre reddedilemeyeceğini göstermektedir. Bize rediyye yazan bu sözlere değinmemiş

Muhammed İbnu Abdilvehhâb’ın “Âdâbu’l-Meşyi İlessalât” isimli kitabına bakınız; göreceksiniz ki, o böyle bir dua yapmayı bu kitabında “Namaza

Yürüyüp Gitmenin Âdâbı”ndan ve “Sünnet” olarak görüyor.

O, sözü geçen yerde şöyle diyor:

“} { ﻚﻴﻠﻋ ﻦﻴﻠﺋﺎﺴﻟا ﻖﺤﺑ ﻚﻟﺄﺳأ ﻲﻧإ ﻢﻬﻠﻟا لﻮﻘﻳو ..…ﻦﺴﻳ…. ‘…. Ve Ey Allahım!..

Ben, (Senden) isteyenlerin Sendeki hakkıyla ve bu yürüyüşüm hakkıyla Sen’den istiyorum…’ demesi sünnet olur. “

İbnu Abdi’l-Vehhâb’ın hadisdeki duayı namaza gitmenin adabından ve sünnet saymasını ne diyeceksiniz ne yapacaksınız?

İbnu Abdi’l-Vehhâb’ın eserleri ellerde dolaşıyor. Onları tahrif ederek neşretmiş olmanızın ihtimali çok ise de -Ehl-i Kitap’ta olduğu gibi- tahrif edemediğiniz yerleri bile sizi, mahkûm etmeye kâfi gelmekte ve birçok noktada

mahkûm etmektedir…

Şehid Abdullah A‘zam’ın Tevessül Hakkındaki Görüşü

“Fî Zilâli Sûreti’t-Tevbe” (Tevbe Süresinin Gölgesinde Cihad Dersleri) adlı kitabının 555. sayfasına da şu başlığı atıyor:

Hazreti Peygamber’i dualarda aracı kılmanın hükmü:

Bu hususta uyanık olun! Birçok genç, meseleyi bilemiyor. Peygamber’i Allah’a duada aracı yapmanın ne demek olduğunu idrak edemiyor.

Sen kendilerine: Peygamberin vesile edilmesini zikrettiğinde, onlar: “Vesile edinmek ne?” diye sorup duruyorlar.

Aslında Peygamber’i vesile etmenin ne demek olduğunu izah etmek gerekiyor.

Peygamber’i vesile etmek, “Ey Allah’ım! Sen beni Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in yüzü suyu hürmetine affet, onun vasıtası ile bana

merhamet eyle!” şeklindeki dualardır.

Bu tür dualar kişiyi müşrik yapmaz. Çünkü yüce Mevla’nın katında Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in özel bir mevkiinin bulunduğunu kim inkâr edebilir? Bineanaleyh Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i aracı kılma

şirk değildir, diyor Şehit Abdullah A’zam.

Şehid Abdullah A’zam, kitabın 555. sayfasında zat ile tevessüle şirk diyenlere şöyle diyor:

“Hâşâ lillâh! Bundan Allah’a sığınırım, bundan Allah’a sığınırım, bundan Allah’a sığınırım. Efendiler! Ne oluyor size, kendi kafanızdan şirkler çıkarıyorsunuz? Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın hayatta iken onun

yüzü suyu hürmetinin var olduğunu, öldükten sonra böyle bir şeyin olmayacağını söyleyenlerin herhangi bir delilleri yoktur.”

İmam Ebû Hanife “Hakkı için” yapılan duanın mekruh olduğunu zikret-miştir.

Biz bu meselede İmam Ebû Hanife’nin görüşünü tercih ediyor ve böyle dua etmenin mekruh olduğunu söylüyoruz. Fakat buna hiçbir zaman, ne büyük şirk,

ne de küçük şirk demeyiz, diyor Şehid Abdullah A’zam (r.h.).

Şehid Abdullah A‘zam bu sözlerınden sonra istigase konusunda kabirlerden veya uzakta olanlara seslenip yardım istemeye şirk demiştir. Fakat yukardaki

sözleri ile tevessüle şirk dememiştir. Bunu karıştırmayalım.

Burada, Ebû Hanife’nin görüşü hakkında küçük bir açıklama yapmak gerekmektedir.

Ebû Hanîfe’nin Tevessül Hakkındaki Görüşü

Tevessülü kabul etmeyenler, Ebû Hanîfe’nin tevessülü kabul etmediğini söylüyorlar. Doğru olan ise, Ebû Hanîfe “Hakkı için” yapılan duâyı kerih

görür. Doğrudur.

Ebû Hanîfe, bu sözünü kişinin yaptığı iyi bir işten dolayı, Allah (Celle Celalühü) o kişiye sevap vermeye mecburdur, düşüncesinde olan Mutezile’nin önünü kesmek için sedd-i zerîa kabilinden söylemiştir. Ama “hürmetine veya hatırına” şeklindeki tevessülü inkâr ettiğine dair, mezhebinden hiçbir kimse,

İmâm A’zam’dan böyle bir haber nakletmemiştir.

İmâm-ı Azam’a isnad edilen sözdeki ”hakkı için” ifadesiyle ilgili olarak izahatı Hanefi uleması yapmıştır, Molla Ali el-Kâri de yapmıştır. Bir Hanefi’ye düşen kendi mezhebinin imamının sözlerini tahric eden Hanefi ulularının görüşlerine uymaktır. İmâm-ı Azam’ın sözünü kendi mezhebinden

olmayan hatta taklidi reddeden kimselerin tahriciyle anlamaya kalkacak değiliz.

Hanefî âlimlerinden ve muhaddislerinden İmam Aliyyü’l Kârî, bu mek-ruhluğun hakk sözüne vaciplik (mecbûriyet) mânâsı yüklendiği takdirde olacağını, zira vaciplik veya mecburiyet mânâsında kimsenin, Allah (Celle Celalühü) üzerinde hakkı olmadığını, ancak hürmet ve tazîm mânâsında kullanıldığı zaman bunun

tevessül babından olacağını, Allah Celle Celâluhû’ın:

َﺔَﻠﻴِ ﺳَﻮْﻟا ِﻪْﻴَﻟِإ اﻮُﻐَﺘْﺑاَو / “O’na varmaya vesile arayın!” buyurduğunu ve bunu el-Hısnü’l-Hasîn’de de yazdığına göre, duânın âdaplarından kabul

edildiğini ve bu hususta yukarıdaki hadisin geldiğini söylüyor.

Hindistan’ın büyük âlimlerinden Mevlânâ Muhammed Fadlurresul (rahimehullah) şu açıklamayı yapmaktadır: “Molla Ali el-Karî, filancanın ve başkasının hakkı

için demenin mekruh olduğunu bildirdikten ve ihtilafları naklettikten sonra şöyle yazıyor: Ben derim ki, Resulullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)

duasında (Ya Rabbi, senden isteyip de verdiklerinin hakkı için, senden istiyorum) derdi. Buradaki hak kelimesinden murad, hürmettir. Yahut, rahmet gereğince ona vaat olunan hakdır. Yani bihakkın demenin yasaklığı anlatılmak

istenirken delil olarak; zira kimsenin Allahü teâlâ üzerinde hakkı yoktur demektedir. O halde bundan murat, hiç kimsenin Allahü Teâlâ üzerinde vacib

olan bir hakkı yoktur demektir.

Demek ki, filancanın hakkı için sözünü bu manâda kullanmak mekruhdur. Ama hadis-i şerifte bildirilen bihakkın [hakkı için] kelimesinin buradaki ma’nâsı

“hürmeti için, hürmetine” demektir. Yahut “üstün kılınmış olmaklık hakkı”

demektir… Bihakkın kelimesinin içinde hürmet saklanmaktadır. Yani haktan murat hürmettir. Filancanın hakkı için demek, onun hürmetine demek olur.

Böylece bihakkın demek caiz olup mekruh olmadı ve kullanıldı.

İbnu Abidin’in “Ben derim ki, bu söylenenlerin tamamı, bu lafızdan akla ilk gelen zahirî anlama muhalif ihtimallerdir. Lafzın, caiz olmayan bir manayı

vehmettiriyor olması dahi, onu yasaklamak için yeterlidir. Allah’u alem, imamlarımız bu yasaklamayı bundan dolayı mutlak olarak söylemişlerdir” sözünü

anlayamayan veya anlamak istemeyenlere ne diyebiliriz? Burada anlatılan bu mekruhluğun aslında mekruh olduğu için değil de “seddüzeria” yani suça giden yolun tıkanması esasına dayandığı, mutlak ifadenin de Allah’u alem bunun için

kullanıldığı ifade edilmektedir ki böyle bir ihtimalin bulunduğu yerlerde kimsenin dediği ve diyeceği bir söz olamaz. Ulemanın dilinden haberi

olmayanlar işte böyle gülünecek hallere düşerler.

Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenler İbn Âbidîn in Ebû Hanîfe “Hakkı için” yapılan duâyı kerih görür sözüne sarılıp ondan fayda umuyorlardı. Bizde İbn Âbidîn o sözü vaciplik (mecbûriyet) mânâsı yüklendiği takdirde Ebû Hanîfe

mekruh görür bunu ifade etmek için söyledi ibn Abidin dedik . İbn Abidin kendi sözleriyle bizi dogruluyor.

Hanefî âlimlerinden İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr’ kitabının önsözünde şöyle dua ediyor:

Ben Allah’ü Teâlâ’ya Nebiyy-i Kerim’i (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ehl’i tâatından her muazzam makam sahibi ile ve imamımız İmam A’zam ile tevessül

ederek lütuf ve kereminden bu işi bana âsan eylemesini, doğruyu ilham buyurmasını, kusurlarımı bağışlamasını, hatalarımı af buyurmasını niyaz

eylerim. Diyerek İmam A’zam ile tevessül ediyor İbn Âbidîn .

Aynı kitapta, musannıf Muhammed bin Abdullah Timurtaşi’nin şu sözlerini okuyoruz:

Allah’ü Teâlâ’dan niyazımız, Resülü’nün yüzü suyu hürmetine, tevfik ve kabüldür. Nasıl kabul dilemeyelim ki, Allah’ü Teâlâ bu kitabın tebyızına

başlamayı, Ravza-i Mutahhara’da ve Bük’ayı Mubâreke’de Resül-i Zişan’ın huzurunda ve iki büyük arslan kâmil kabir arkadaşının yanında nasip etti.

Bu satırları şerheden İbni Abidin şöyle yazmış:

Şu evrakı toplayan günahkâr kul dahi aynen musannıfın dediğini der. Mevlâ-i Kerim’inden Nebiyyi Azîm’ı ve nezd-i İlâhisindeki her makâm sâhibi hürmetine,

bu sâ’yi gayretini kabul ile kendisine fadl-ü ihsanda bulunmasını, bu eserle bütün memleketlerdeki kullarını faydalandırmasını, son nefesinde hüsn-ü hitâm

nasip ederek merâmına nâil buyurmasını niyaz eyler!…Âmîn…

Bunlardan da önce, “Falancanın hakkı için” ifâdesinin hürmetine demek olduğunu, vâciplik demek olmadığını ve bunun hadislerle sâbit olduğunu, bu

ifâdeyi câiz görmeyenlerin vâcipliğe mecbûriyet mânâsı yüklediğini, ama burada mânânın bu olmadığını, daha önceleri İmâm Sübkî de söylemiştir.

Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenlerin, Ebû Hanîfe’nin vacip olma durumundaki “hakkı için” sözünü; “hürmetine veya hatırına” şeklindeki

tevessülü inkâr ettiğini söyleyerek iftira ediyorlar.

Ebû Hanîfe, mecburiyet manasında hakkı için yapılan duayı kerih görürüm, demiştir, hatırı, hürmeti kasdıyla söylemeye kerih dememiştir.

İTİRAZ

Mekrûh denmiş / kerih görülmüş bir işin hemen tenzihi olduğuna hükmetmeyin, zira kerih görüyorum / hoşlanmıyorum denen işler Hanefi ulularının kapısında

harama çıkar.

CEVAP

Biz de buna cevap olarak diyoruz ki; ‘’filanın hakkı için kerih görüyorum’’

ifadesi, bir kimsenin hakkı için istendiğinde Allah (Celle Celalühü) kabul etmeye mecbur gibi haşa kella bu işin Allah Teala için vücubiyet gerektireceği şeklinde bir kasıt ve maksatla bu söylenmiş ise bu konuda sizinle hemfikiriz ve mezkûr Hanefi ulularının görüşü de bu yöndedir. Fakat

bizim burada bahsetmiş olduğumuz uygulamada “Falancanın hakkı için”

ifâdesinin hürmetine demek olduğu, vâciplik demek olmadığıdır. Allah Teala’ya herhangi bir vucubiyet yükleme söz konusu değil, bilâkis her ne verilecekse,

izin midir, yetki midir, yardım mıdır bunun yalnızca Allah Teala’nın elinde olduğuna yaptığımız bir vurgu söz konusudur.

Biz Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenlerin şöyle bir soru soralım; Siz Hanefî mezhebinin bütün görüşlerini kabul edip tatbik ediyor musunuz.?

Yalnızca Hanefî mezhebine mi bağlı sınız? Yok, hayır! diyecekler. Biz her mezhepten faydalınırız, diyecekler.

Ebû Hanife, “hatrına” diye duayı kerih görmüyor. Varsayalım “Hakkı için”

tabirini sizin anladığınız gibi hatırı için demiş olsa bile, o zaman biz de sizin istediğiniz zaman istediğiniz mezhepten faydalandığınız gibi yapacak olursak şöyle diyebilirdik. Bu konuda konuda Ahmed b.Hanbel’in mezhebine göre

hareket ediyoruz diyebilirdik. Ahmed b.Hanbel’in zat ile tevessülü kabul ettiğini söyleyebilirdik.

Sizin istediğiniz mezhepten faydalanmanız ne kadar doğruysa, bizim yapacağımız da o kadar doğru olur diyebilirdik.

Fakat biz Ebû Hanîfe’nin görüşüne tabiyiz bu konuda da çünkü Ebû Hanîfe, bu sözünü kişinin yaptığı iyi bir işten dolayı Allah (Celle Celalühü) o kişiye sevap vermeye mecburdur, düşüncesinde olan Mutezile’nin önünü kesmek için sedd-i zerîa kabilinden söylemiştir. Ama “hürmetine veya hatırına” şeklindeki

tevessülü inkâr etmemiştir.

Buhârî, Müslim ve başkaları,

{ ﺎﺌﻴﺷ ﻪﺑ كﺮﺸﻳ ﻻ ﻦﻣ بﺬﻌﻳ ﻻ نأ ﻪﻠﻟا ﻰﻠﻋ دﺎﺒﻌﻟا ﻖﺣو }/ “Kulların Allah üzerindeki hakkı da O’na hiçbir şeyi ortak etmeyen kimseye azab etmemesidir”

rivayetini yapmaktadırlar. Bezzâr ve başkalarının rivayetinde de “ve onu cennete sokmasıdır.”

Bu hadîslere rağmen Ebû Hanîfe’nin “Kulların Allah üzerinde hakları yoktur”

sözüne nasıl susarlar?

İşlerine gelen yerlerde Ebû Hanife’nin manasını anlayamadıkları veya saptırdıkları sözünü müttefekun aleyh derecesindeki hadisin önüne

çıkarabilirler…

ﻢُﻫوُءﺂَ ﺠَﻓ ْﻢِﻬِﻣْﻮَ ﻗ ﻰﻟإ ً ﻼُﺳُر َﻚِﻠْﺒَ ﻗ ﻦِﻣ ﺎَﻨْﻠَﺳْرَأ ْﺪَﻘَﻟَو

ًﺎّﻘَ ﺣ َنﺎَﻛَو ْاﻮُﻣَﺮْﺟَأ َﻦﻳِﺬَّﻟا َﻦِﻣ ﺎَﻨْﻤَﻘَﺘﻧﺎَﻓ ِتﺎَﻨِّﻴَﺒْﻟﺎِﺑ

َﻦﻴﻨِﻣْﺆُﻤْﻟا ُﺮْﺼَﻧ ﺎَﻨْﻴَﻠَﻋ.

“Üzerimize hak oldu ki, müminlere yardım ederiz.”

Merhamet ve ihsân ederek sevdiklerine haklar verdiğini göstermekte-dir.

Ahmed b. Hanbel’in Tevessül Hakkındaki Görüşü:

Tevessülü kabul etmeyen Müslümanlardan bazıları Hanbelî, bazıları da tüm mezheplerden faydalandıklarını söylüyorlar. Mezhep imâmlarından Ahmed b.

Hanbel, zat ile tevessülü kabul ediyor; mezhebinin görüşü de bu yöndedir.

Mensek adlı eserinde de yazılıdır. Ayrıca Elbânî’nin Tevessül adlı eserinin 62. sayfasında Ahmet b. Hanbel’in tevessülü kabul ettiğini yazıyor.

İmam Mirdavî “el-Hanbelî el-İnsaf fî ma’rifeti’r-râcih mine-l-hilâf”

kitabında diyor ki:

Ahmed b. Hanbel dedi ki: Yağmur kesilince dua edene, Peygamber’le tevessülde bulunması müstehabdır. Demek ki peygamber’in duasıyla tevessül eder.

İmam Ahmed’in oğlu Abdullah, babasının, Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in saçıyla tevessülde bulunduğunu; onu öptüğünü ve suyun

içine daldırdığı kaptaki suyu şifa niyetiyle içtiğini söylemiştir.

İbn Teymiyye, bu hususta doğru bir nakil yaparak: “İmam Ahmed b. Hanbel’in, Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın minberine el sürmeye ruhsat verdiğini, İbn Ömer, Saîd b. Müseyyeb ve Yahya b. Saîd (radıyallahu anhum)

gibi Medine-i Münevve-re’nin en büyük fakîhlerinin bunu yaptıklarını”

zikretmiştir.

Ebu Bekr Ebu bekr el marvazi kendisinin Mensak kitabında nakletti ki, İmam Ahmed her ibadet etdiğinde Peygamber’le tevessul ederek şu sözleri söylerdi:

Ey Allah’ım ben Sana Senin Peygamber’inle, Rahmet Peygamber’in Muhammed’le (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dönüyorum. Ben tüm ihtiyaçlarım için Sana

dönüyorum ya Rab! Bu hadis hanbeli mezhebinin kitaplarında edeb ve dua başlığı ile fıkhi konusu gibi kayd edilmiştir.

Ibni Muflihin Furu kitabı (cilt 1 sayfa 5950 cilt 2 sayfa 204). Imam El Maverdinin İnsaf adlı kitabi (cilt 2 sayfa 456)

İyi bir iş yaptığını zannedip, âyetleri delil göstererek zat ile tevessülü kabul edip tatbik eden milyarlarca Müslüman’ı bidat işlemekle ve şirk ile itham etmelerinden dolayı çok büyük bir hata içindeler. Rabb’im onlara bu

hatalarından dönmeyi nasip etsin. Âmin…

Tevessülü kabul etmeyenlerin itibar ettikleri büyük âlimlerden Ebû’l-Ferec b.

el-Cevzî’nin (v. 597/1200) soyu, Ebû Bekir Sıddîk (Radıyallahu anh)’a dayanır. İbnü’l-Cevzî ismiyle meşhur olmuştur. (İbnü’l-Cevzî, İbn Teymiyye ve

talebesi İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye’den bir asır önce yaşamıştır.

Karıştırılmasın)

Ebû’l-Ferec b. el-Cevzî’nin Tevessülü Kabulü

Ebû’l-Ferec b. el-Cevzî: Nefsimi terbiye edemedim, bazı salih kişilerin kabrine gidip, onları aracı yapıp düzelmem için duâ ettim.

İtirazcının bize yazdığı rediyyede Ebû’l-Ferec b. el-Cevzî nin bu sözüne ve zat ile tevessülü kabul edişi hakkında hiç cevap yazmamış.

Burada, İbn Cevzî’nin “Mü’minlere Öğüt” eserini Türkçe’ye çeviren ve tasavvufa karşı olan şahıs dipnotta şöyle diyor: İbn Cevzî gibi büyük, değerli bir âlimin, nasıl mezarlığa gidip sâlihlerin kabri başında Allah (Celle Celalühü)’tan duâ istemeyi mübah görebilmiş anlayamıyorum? diyor.

İzzeddîn b. Abdusselâm’ın Görüşü:

Benzer Belgeler