• Sonuç bulunamadı

TARİHİN ÇARPITILMASI YAKLAŞIMININ YETERSİZLİĞİ

3. KAPSAM

2.3. TARİHİN ÇARPITILMASI YAKLAŞIMININ YETERSİZLİĞİ

Hobsbawm’ın istediği gibi, mitlerden arındırılmış, steril bir tarih anlayışını topluma hakim kılmak mümkün müdür? Dahası, böyle bir girişimin karşısında yalnız devlet aygıtı veya ‘art niyetli’ siyasal aktörler mi durmaktadır?

Tarihin çarpıtılması anlayışının yukarıda incelenen nitelikleri açık bir varsayım olmasa bile önemli iki ima içermektedir. İlki, tarih bilgisinin üretildiği kaynaktan (devlet kurumları ya da bilim insanları/tarihçiler) topluma tek yönlü bir akış olduğu düşüncesidir. Yani Tarihin bilgisine sahip ya da Tarihi çarpıtmaya muktedir olan ile onu öğrenen arasında tek yönlü bir ilişki ön plana çıkarılmaktadır.

Tarih üzerine düşünen, onu çarpıtanlar ile mücadele edenler, siyasetçi, tarihçi, gazeteci, aktivist vs.nin tamamı toplumun dışında, ondan özerk tasarlanmaktadır.

Tarih üzerine yapılabilecek entelektüel faaliyetlerde, elit denilebilecek özneler üzerine bir vurgu vardır. İkincisi, bu tarih bilgisinin üretildiği haliyle ve içerdiği mantıkla -olduğu gibi- toplum tarafından kabul edildiği (öğrenildiği) varsayılmaktadır. Toplum, tarihini ‘öğrenir’. Öğrendiği şeyin doğru/gerçek ya da uydurma/mit olması onun elinde değildir. Dolayısıyla halk, çarpıtılmış bir Tarihin kurbanı olabilir. Hâkim sınıfın çıkarlarının tüm toplumun çıkarıymış gibi gösterilmesine hizmet etmesi anlamında ideolojik bir tarih yazıcılığı, tarafsız bir tarih yazımı karşısına konumlandırılmakta ve bu ilişkide toplum edilgen bir konumda düşünülmektedir. İlk ima, yönetenler, elitler, entelektüeller vb. ile halk arasındaki ilişkiyle ilintiliyken ikinci ima, halkın geçmişin bilgisi ile kurduğu ilişkiyle ilintilidir.

Tarihin çarpıtılması yaklaşımının bu iki özelliğinin iki olumsuz sonucu vardır. Sonuçlardan ilki, bu yaklaşımın çarpıtılmayı açıklayıcılık gücünün yeterli olmamasıdır. İkinci olumsuz sonucu ise, gerek tarih disiplininin içsel sınırları

gerekse 19. yüzyıl tarih yazımının mitos – logos ikiliğinin izlerini taşıması nedeniyle, söz konusu yetersizliği gidermeye yönelik çabalara uygun bir zemin sunmamasıdır.

Uzun zaman okullarda, anmalarda ve diğer çeşitli vesilelerle anlatılan ve okutulan Tarih bilgisi içindeki ‘mitleri’ tespit etmek, uydurulmuş olduğunu göstermek ve ayıklamak, sosyal bilimler ve tarih disiplini açısından önemli ve değerli bir iştir. Ancak anlatıların siyasal amaçlar uğruna çarpıtılmış olduğunun tespit edilmesi, siyasal meşruiyet sağlamak amacıyla uydurulmuş, tarihsel gerçeklere apaçık aykırılık taşıyan anlatıların toplum tarafından benimsenmesini ve mit olduğu ortaya çıksa bile ‘gerçek’ olarak kabul edilmesini açıklamamaktadır. Bu eksiklik, sürekliliğini gösterdiğimiz ve 19. yüzyılda tarih yazımına yansıyan mitos – logos zıtlığı ile ilişkisi içinde, 19. yüzyıl antropolojisinden hareketle de gösterilebilir. İlk bölümde üzerinde ayrıntıyla durulduğu üzere, 19. yüzyıl antropologlarından Tylor ve Spencer gibi düşünürler, birbirlerinden bazı noktalarda ayrılmakla beraber, temelde mitlerin varlığını bilimsel düşünce eksikliğinden kaynaklı olarak doğa olaylarının yanlış/hatalı açıklanmasına bağlamıştır. Buna karşın Durkheim, akıl dışı/ akla uygun olmayan bir anlatının nasıl olup da ortaya çıktığını açıklamanın, bu anlatının süregelen varlığını açıklamak anlamına gelmediğini göstermiştir.

Bu tartışmaya bakılarak, tarih yazımında tarihin mitleşmesi sorununun ele alınış biçiminin, Tylor’un ilkel mitleri ile ilgili olarak durduğu konumun izlerini taşıdığı söylenebilir. Tarihin şu veya bu siyasal özne tarafından şu veya bu amaçla çarpıtılmış olduğunu, anlatının çarpıtılmasının ardında yatan niyetleri ortaya koymak, bu anlatının nasıl olup da var olmaya devam ettiği konusunda bir bilgi içermemektedir. Tarihin çarpıtıldığını savunmak ve tarihi mitlerden arındırma sürecini tarihçiler ile tarihi çarpıtanlar arasındaki sürekli mücadele üzerinden

kavramak, bu anlatıların nasıl olup da toplum ya da bir kesimi tarafından benimsenebildiği konusunun yanıtsız kalmasına neden olmaktadır ve bu açıdan eksiktir. Örneğin holokaust inkârcılarının kendi görüşlerini yaymak için el ilanları, broşürler, kitaplar, sahte bilimsel incelemeler gibi çeşitli araçlar kullanarak toplumun bir bölümünü etkisi altına aldığını söylemek, bu ‘kandırılma anının’ açıklamasıdır.

Oysa tarihçilerin karşıt yöndeki çalışmalarının, holokaustun varlığına işaret eden tanıklıkların, kitapların ve benzeri kanıtların, bunlara dayalı alternatif anlatıların bulunduğu ve erişilebilir olduğu bir toplumda, bu toplumun bir bölümünün ısrarla

“istismarcılar” ile paralel biçimde bu anlatıları sahiplenmeyi sürdürmesi, meselenin bir yanılma/yanıltma, çarpıtma meselesinden ibaret olmadığını göstermektedir.

Ancak bu bakış, yalnızca mitik bir tarihin nasıl benimsenegeldiği sorusunu yanıtsız bırakmakla kalmamaktadır. Durkheim'ın eleştirdiği, Tylor'un ruhların ve tanrıların varlığını açıklamaya yönelik yaklaşımı ile tarihin çarpıtılması yaklaşımının arasındaki benzerlik biçimsel olmanın ötesindedir. Tarihsel anlatıların akla aykırı, saçma, tarihsel olgularla çelişen vs. unsurlar içermesini açıklamaya dönük girişimlerin konuyu kandırma/kandırılma, çarpıtma/çarpıtılma gibi akli becerilerin kullanılmasında meydana gelen eksikliklere işaret eden bir bağlamda ele alınması, anlatının bilimselliği ve anlatıya muhatap olanın ‘aklını’ konunun merkezine oturtmaktadır.

Yaklaşımın sağlıklı bir biçimde değerlendirilmesi için tarih kavramının kendini çeşitli karşıtlıklar altında gösteren iki yönünün, iki anlamının birbirinden ayırt edilmesi gerekmektedir. İlkinde tarih, bir disiplinin ya da bir bilim dalının adıdır. Daha kapsayıcı bir ifadeyle, bir tür araştırma ya da soruşturma olarak tanımlanmıştır; öyle ki, “sayesinde sorular sorduğumuz ve bu soruları yanıtlamaya

çalıştığımız düşünce biçimleri” olması bakımından bir tür 'bilim' olarak kabul edilebilir178. Kısaca, bilimsel bir çaba sonucu elde edilen tarih anlatıları kastedilmektedir. Akademik bir disiplin olarak kabul gören tarih disiplini içinde üretilmekte ve bu işi yapanlar tarihçi olarak adlandırılmaktadır.

Tarihin ikinci anlamında ise, bu akademik çerçevenin dışında kalan, toplumsal bellekte yer edinen ve toplumun belli bir kesiminde ya da tamamında tarih ya da tarihin bir parçası olarak kabul edilen anlatılar kastedilmektedir. Beatriz Sarlo, bu anlamda kullanılan tarihi, “yaygın dolaşıma giren popüler tarih anlatıları” olarak ifade etmektedir179.

Yapılan bu ayrımdan, bilimsel tarihin geçmişin yaşanmış olana sadık bilgisini içerdiği, diğer tarih anlatılarının ise uydurmadan ibaret olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Her iki tarihsel anlatı türü de olayların belli bir biçimde sıralanmasından oluşan olay örgülerinden kuruludur. Bu açıdan her iki tarih de birer kurgu, geçmişin yeniden inşasıdır. Ancak bilimsel tarihi, 'yaygın dolaşıma giren popüler tarih anlatıları'ndan ayıran, “bilimsellik” niteliğinin işaret ettiği birtakım düşünsel ilkelere bağlı olarak kurgulanmasıdır. “Bilim olarak tarih, (...) geçmişi yeniden inşa kiplerini denetler” ve bu inşanın kurallarını ortaya koyar180. Bir izi geçmişe ait bir olayın varlığını gösteren bir bulgu olarak değerlendirirken, bu bulgular ve belgeler arasındaki ilişkileri incelerken ve bu yolla geçmişte yaşandığı düşünülen olay kurgulanırken tarihçi belirli ölçütlerden yararlanmaktadır. Bu açıdan

178 Collingwood, a.g.e., 1990, s. 28.

179 Beatriz Sarlo, Geçmiş Zaman, Çev. Peral Bayaz Charum ve Deniz Ekinci, İstanbul, Metis Yayınları, 2012, s. 12.

180 A.g.e., s. 12.

bir tarihçi için bir anlatının kabul edilebilirliği, onun “tarihsel gerçek ölçütüne”

uygun olup olmamasına bağlıdır, yoksa toplumsal bellekte yerinin olmasına değil181 . Yani bir disiplin olarak tarihi tanımlarken ayırt edici unsur, üretiminde tabi olunan düşünsel ilkeler ve yöntem iken; toplumda var olan ve ‘tarih’ olarak nitelendirilen anlatıları tanımlarken kullanılması gereken ayırt edici unsur, onların nasıl olup da var olmaya devam edebildiklerini gösteren koruma, yeniden üretme ve aktarma araçlarıdır. Bu fark, tarihçi John Tosh'un burada ifade edilmek istenilene oldukça benzer bir vurguyla yaptığı şu ayrımda da kendini göstermektedir: "[G]erçekleşmiş olayları içeren tarih" ile "gerçekleşmiş olanların kolektif 'temsili'" anlamındaki tarih182. Bu ayrımı göz ardı ederek her tür toplumsal anlatının toplumda tüm var olma biçimlerini akılcılık ekseninde aynı ilkelere tabi olarak değerlendirmek, çarpıtılmış bir tarihin toplumda nasıl var olmaya devam edebildiğini açıklamayı imkansız kılmaktadır. Çünkü toplumsal düzlemde, daha sonra açıklanacağı üzere, toplumsal hafızada anlatıların varlığını sürdürme biçiminin anlatıların bilimsel yöntemlerle inşa edilmiş olup olmamasıyla ilgisi yoktur. Toplumda anlatılar belirli araçlarla korunur, yeniden üretilir ve aktarılır. Oysa bilimsel düşünüşün amacı anlatıları korumak ve aktarmak değil, bilimsel kıstaslara uygun bilgi üretmek ve gözden geçirmektir.

Daha önce de görüldüğü üzere her toplumda var olan anlatılar o toplum içinden çeşitli türlere ayrılmışsa da hepsinde en azından iki temel kategori bulunmaktadır: gerçek/doğru/hakiki anlatılar ile gerçek olmadığı bilinen, kurgu

181 Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar?, Çev. Alaeddin Şenel, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1999, s. 26.

182 Tosh, a.g.e., s. 23.

olarak kabul edilen masallar, doğru olmayan anlatılar183. Bu ilkel toplumlar için geçerli olduğu gibi günümüz toplumları için de geçerlidir. Bu açıdan bakıldığında günümüzde geçmişin gerçek/doğru/hakiki bilgisini sunan anlatılara ‘tarih’ adı verilmektedir. Bu ikinci anlamıyla tarih, hakikatin anlatısı olarak masaldan, öyküden ya da uydurma olanı ifade etmek için kullanıldığında mitten ayrılmaktadır. Bu tarihi bunlardan ayıran ise, toplum nezdinde geçmişin doğru bilgisini içermesi, gerçekten olup bitmiş olanı konu edinmesidir. Burada referans alınan, toplumun kendisidir. Bir disiplin olarak ‘Tarih’ten farklı olarak belirli bir soruşturma yöntemiyle inşa edilmiş olma, tarihsel olgulara uygun olduğu eleştirel bir bakışla kontrol edilmiş olma, tarihsel kanıtlara dayanma gibi özellikler aranmamakta; yalnızca toplum ya da bir kesimi açısından hakikatle ilişkisinde nerede konumlandırıldığına bakılmaktadır.

Akademik nitelikli tarih çalışmalarının da var olduğu bir toplumda, tarihin çarpıtılması meselesine çarpıtan özneler yönünden değil de o anlatıyı ayakta tutan toplumsal mekanizmalar/koşullar yönünden bakıldığında bahsedilen, işte bu ikinci tür tarihtir. Zira toplumun tamamı ya da bir kesiminin hafızasında sakladığı ve aktardığı uydurulmuş anlatı, o anlatının kurgulanma serüveninde bilimsel bir çabanın yer almış olup olmamasından bağımsız olarak var oluşunu sürdürebiliyor ve hakikate ilişkin olma konumunu koruyorsa, bu anlatıya tarih denirken ‘bir disiplin olarak Tarih’ten ya da ‘akademik bir çabanın ürünü olarak Tarih’ten söz edilmediğinin ayırtında olmak gerekmektedir. Tarih disiplininin meseleye yaklaşımında tespit edilen eksiklik, üretilen tarihsel araştırmanın ve tarihçinin tarafsızlığı ya da tarihsel araştırmanın anlatısal/mitik niteliğinden kaynaklanmamaktadır. Tarihin çarpıtılması yaklaşımına getirilen eleştiri, tarih disiplininin sürekli mit ürettiği gibi bir noktadan

183 Pettazoni, a.g.m., ss. 98-109.

kaynaklanmamaktadır. Zira bilimsellik ölçütü kabaca ‘genel kuralları ortaya çıkarmak’ değil de ‘belirli bir soruşturma yönteminin varlığı’ olarak kabul edilirse;

tarih disiplininde son dönemde göreceliğe ve anlatısallığa yapılan vurgunun artmasıyla ilişkili biçimde, paradoksal olarak ‘bilimsellik’ bakımından derinleştiği ve sıradan bir anlatı inşası olarak kabul edilemeyeceği söylenebilir. Richard John Evans, bu duruma özlü bir biçimde işaret etmiştir:

Mitosların yıkılmasında tarihçiler çoğu kez bunların yerine kaynaklara sıkı sıkıya bağlı anlatılar koyarlar. Ancak anlatı, çağdaş tarihçiler arasında hiçbir şekilde, kafalarını on dokuzuncu yüzyılın büyük tarihsel anlatılarına takmış post-modernistlerin iddia etmek istedikleri gibi, tarihsel sunuşun egemen biçimi değildir. Aslında, tarihsel malzemenin birbiri ardına sunulması, toplumsal bilimlerin etkisiyle, çağdaş tarihçiler tarafından hemen hemen tümüyle terkedilmiştir. 184

Tarihin bu çok anlamlılığı, tarihin çarpıtılması anlayışının ikinci olumsuz yönü ile birlikte günümüz tarih yazımında adeta Tylor'cu bir tutumun var olmaya devam etmesinde etkili olmaktadır. Burada ortaya konulduğu üzere bir disiplin olarak tarihi diğer tarih anlatılarından ayıran, anlatının üretilmesi sırasında uygulanan yöntem ve akıl yürütme biçimidir. Bir disiplin olarak tarih yazımı, sürekli bir eleştiri ve soruşturma süreci olduğu gibi bir düşünme biçimine de işaret etmektedir.

Tarihçilerin sözü edilen yaklaşımını Tylorcu kılan, bu yaklaşımın, anlatıların toplumsal düzlemde korunma, yeniden üretilme ve aktarılma biçimlerinin de bilimsel ya da en azından akılcı ilkelere tabi olduğu varsayımını içermesidir. Toplum ve geçmişin bilgisinin üreticileri temelde bilimsel bilginin tamlığı-eksikliği ile niyetler (bilimsel-siyasal/ideolojik) üzerinden değerlendirildiğinde, günümüz toplumlarında

184 Richard John Evans, a.g.e., s. 157.

mitlerin/çarpıtılmış anlatıların sürekli varlığından söz etmek mümkün olmamakta, bu nedenle bu durumu açıklamaya dönük girişimler temelsiz kalmaktadır. Bu durum toplum içi yöneten-yönetilen, elit/entelektüel-halk ilişkilerinde olduğu gibi toplumlar arası karşılaştırmalarda da karşımıza çıkmaktadır. Günümüz toplumları, mitlerin tamamen hakim olduğu ve bilimsel düşünüşün olmadığı (ya da farklı olduğu) ilkel toplumlarla ilerlemeci bir sınıflandırmaya tabi tutulmaktadır. Siyaset – mit – bilim ilişkisi üzerine kurulan bu şablon, günümüz toplumlarında da görülebilmektedir.

İdeoloji kavramı da bu şablonun uygulandığı durumlarda karşımıza sıklıkla çıkmaktadır. Mitlerin çarpıtmanın ya da meşrulaştırmanın bir aracı olduğu savı, ideolojiye ilişkin olarak sıkça tartışılmaktadır. Siyasal aktörlerin tarihi mitleştirmelerinin altında ideolojik bir bakışın olduğu bu bağlamda ileri sürülmektedir. İdeolojilerin mitler üzerinde etkisinin fazla vurgulanması, siyasal güçlerin mitlerden “yararlandığı”, onları “kullandığı” ya da “çarpıttığı” gibi ifadeler, mitleşmede iradi unsurun belirleyici olduğu iddiasının farklı bir görünüm altında tekrarlanmasıdır; bu nedenle ideoloji kavramı üzerinde durulmalıdır. Aynı zamanda ideoloji kavramı mit – tarih ilişkisinin siyasal yönünü tespit edebilmek açısından önemlidir. Çünkü tarihin siyasal amaçlarla çarpıtılarak mitleştirildiği iddiası, tarihin ideolojik amaçlara özgülendiği, mitleşmiş bir tarihin ise bilimsel bir tutumla karşıtlık içinde olacak biçimde ideolojiyle ilişkiye girdiği fikrini içermektedir. İkinci olarak, tezin Tylorcu tutum olarak eleştirdiği, mit-tarih ilişkisini bilim-mit ve ilkel-uygar ikilikleri üzerinden kavrayan ilerlemeci anlayışın, bu ilişkinin siyasal niteliği hakkında ideoloji eksenli tartışmalarını değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü siyasal işlev ve siyasal çıkar eksenli farklı ideoloji tanımları, bilgi, siyaset, iktidar ve toplum arasındaki çok yönlü ilişkinin anlaşılmasında önemli rol oynamaktadır.

İdeoloji, toplumda rızanın üretilmesinde, bilginin akliliği, işlevi ve siyasallığının

tartışılmasında merkezi bir kavram olmuştur. Son olarak, mitlerin ideoloji ile ilişkisini belirlemek, toplumsal değişim ile mitlerdeki değişim ve çeşitlilik arasındaki ilişkiyi, birbirlerini etkileme süreçlerini anlamak bakımından önemlidir. Mitos - tarih ilişkisini kavramak için, mitin ideoloji ile ilişkisinin ele alınması, siyasal düzlemde mitlerin işlev ve konumunu anlamak bakımından kaçınılmazdır. Bu nedenle ideolojinin genel olarak hangi anlamlarda kullanıldığı, geçirdiği evrim incelenmeli ve 'tarihin çarpıtılması' yaklaşımının nasıl bir ideoloji kavrayışına denk düştüğü üzerinde durulmalıdır.