• Sonuç bulunamadı

Emin ve Tahsin ve Hilmi’nin bir fıkrasıdır. Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları içine girmeye münasip

Belgede Sikke-i Gaybiye Hakkında (sayfa 32-37)

görüldü.

Bugünlerde ziyade bir hassasiyetle risalelere bakıldığından, inâyetin himâyeti dahi, bir nevi hassasiyetle ikramını gösterdi. Gayet cüz’î bir nümunesi şudur ki:

Risale-i Nur şakirtlerine, maişet cihetinde bir ikrâm-ı İlâhi ve küçük, fakat şâyân-ı hayret ve gayet lâtif bir tevafuk, bir vâkıa ve Risaletü’n-Nur hizmetinin şüphesiz bir kerametidir. Evet, Risale-i Nur’un bir silsile-i kerametinin menbaı olan tevafuk, bu vâkıada, o cinsten altı adet tevafukatın ittifakı ise, tesadüf ihtimalini köküyle keser diye hükmettik. Şöyle ki:

Birkaç günden beri Üstadımızın ziyaretine gitmediğimizden, kardeşim Emin ile beraber Üstadımızın ziyaretine gittik. İkindi vakti beraber namazkıldıktan sonra bize emretti ki: “Size yemek yedireceğim, burada tayınınız var.”

Mükerreren, “Yemezseniz bana dokuz zarar olur” dedi. “Çünkü yiyeceğinize karşı Cenâb-ı Hak gönderecek.”

Yemek yemekten affımızı rica ettikse de, emretti: “Rızkınızı yiyin; bana gelir.” Emrini kırmamak için, lütuf buyurduğu tereyağı ve kabak tatlısını ekmekle yemeye başladık. Dahasofrada iken, ümit edilmeyen bir vakitte ve bir tarzda ve aynı vakittebir adam geldi. Elinde yediğimiz kadar taze ekmek, aynı yediğimizmiktarda (fındık kadar) tereyağı ve diğer elinde bize verilenin tam birmisli kabak tatlısı olarak kapıyı açtı. Artık taaccüp edilecek, hiçbir cihette tesadüfe mahal kalmayarak, Risaletü’n-Nur şakirtlerinin rızkındaki bir bereket-i Rabbanîyi gözümüzle gördük. Üstadımız emretti: “İhsan on misli olacak.

Halbuki bu ikram tam tamına mislidir. Demek, tayın ciheti galebe etti. Tayın temini ise, mizanla olur.”

Sonra aynı akşamda, sadaka ciheti dahi hükmünü gösterdi. Biz gördük ki;

ekmek on misli ve tereyağı tatlısı o da on misli ve kabak tatlısını çok sevmediği için kabak,patlıcan turşusu on misli, memulün hilâfına, Risale-i Nur’dan İkinci Şuâın bir hafta mütalâasına mukabil bir mânevî ücret olarak geldi, gözümüzle gördük. Demek, kabaktatlısının tatlılığı, tereyağı-un helvasına girdi, kendisi turşudakaldı.

Risale-i Nur şakirtlerinin, hüsn-ü hizmetine acele bir mükâfat gördükleri gibi, hizmette kusur edenler dahi tokat yediklerini—Isparta’da olduğu gibi—burada

dahi gözümüzle gördük. Pek çok vukuatından beş-altısını beyan ediyoruz.

Birincisi: Ben, yani Tahsin, birgün, yeni açtığımız dükkân meşgalesiyle bana emrolunan vazife-i Nuriyeyi tembellik edip yapamadım. Aynı vakitte şefkatli bir tokat yedim. Dükkânda otururken birisi bana geldi, tebdil edilmek için emanet olmak üzere yüz lira verdi. Bu paranın sahibine, Allah için bir hizmet yapmak üzere tebdil için maliye sandığına gittim. Bu parayı sayarken, aralarında bir kalp lira bulundu. Bu yüzden ifadeye ve sual ve cevap ve muâhazeye mâruz kaldığım gibi, evimizi de taharrî etmek icap etti. Beni mahkemeye verdiler. Fakat terbiye ve şefkat tokatı olmak cihetiyle, yine Risaletü’n-Nur kerametini gösterdi, zararsız kurtulduk.

İkincisi: Üstadımıza ve Risaletü’n-Nur’a dört beş sene hizmet eden ve okutturan ve ciddentaraftar bulunan bir zât, elinde dine ait bir gazeteyle geldi.

Risale-iNur’un mesleğine muhalif bir cereyanın sahiplerine taraftarâne bir tavır gösterdiği zaman, Üstadımın canı çok sıkıldı. Bir iki günsonra şiddetli, fakat şefkatli bir tokat yedi. Bir doktor ona dedi ki: “Eğer ameliyat yaptırmazsan yüzde yüz ölüm var.” O da bilmecburiye ameliyat yaptırdı. Fakat şefkat ciheti imdada yetişerek, çabuk kurtuldu.

Üçüncüsü: Bir memur, Risaletü’n-Nur’u kemal-i iştiyakla okurdu. Hem Üstadla görüşmeye ve tam ders almaya çalışıyordu. Birden bir komiser tarafından ona evham verildi. O da görüşmeyi ve okumayı bırakıp başka bir şehre giderken,birden sebepsiz bir tarzda bir ayağı kırıldı, bir ay çekti. Yine şefkat yâr oldu ki, şimdi tekrar okumaya şevkle başladı.

Dördüncüsü: Ehemmiyetli bir zât Risaletü’n-Nur’u kemal-i takdirle okur, yazardı. Birden sebatsızlık gösterdi, şefkatsiz bir tokat yedi. Gayet meftun olduğu refikası vefatla ve iki oğlu da başka yere gitmesiyle acınacak bir hale girdi.

Beşincisi: Dört senedir Üstadın çarşı işinde hizmetine bakan bir zât, birden sadakati bırakıp mesleğini değiştirdi. Birden şefkatsiz bir tokat yedi. Bir senedir daha çekiyor.

Altıncısı: Bir hocaya ait bir hâdisedir. Belki helâl etmez. Biz de onu görmüyoruz. Tokatı şimdilik kaldı.

Bu vukuat nev’inden hem çok var. Hem Risale-i Nur’a karşı kusura binâen, tokat olduğundan kat’iyen şüphemiz kalmadı.

Risale-i Nur şakirtlerinden Emin, Tahsin,Hilmi.

Evet, tasdik ediyorum

Said Nursî Hem Risale-i Nur’un suhuletle intişarının bir kerametini, bu mektubu yazdığımız zamanda ve yemekteki keramet dakikasında gözümüzle gördük.

Şöyle ki:

Ehemmiyetli yedi sekiz risale ve İşârât-ı Kur’âniye Şuaını mühim bir mektupla beraber bir torbada, ehemmiyetli bir kardeşimize,bir şehre göndermiştik. Şoför o paketi düşürmüştü. Böyle bir zamandaböyle eserleri, münafıklar ve casuslar haber almadan, emin bir elle beş gün sonra elimize geçti.

Kanaatimiz geldi ki, bir inâyet bizi himaye ediyor.

Hem Risale-i Nur hakkında inâyet-i Rabbaniyenin lâtif bir himâyeti de şudur ki:

Karanlık bir vaziyette, korkutan bir zamanda, casusların ve taharrî memurlarının tecessüsleri Üstadımızın menzilini sarması dakikasında, bir fare, Üstadımızın bir çorabını aldı. Ne kadararadık, hiçbir yerde bulamadık. O farenin yuvasını gördük; kabil değil çorap oraya giremez. İki gün sonra gördük ki, o hayvan o çorabı getirmiş, öyle yere ki, saklanmış ve muhteviyatı unutulmuş olan mahrem mektupların ve evrakların tam yanında bırakılmış. Halbuki iki defaoraya bakmıştık, görememiştik. Hem o çorabı o yere getirmek, sobaborusuna çıkıp yukarıdan olur. Gayet kurnaz ve zeki bir adam ancak o işi yapar. Hiçbir cihette tesadüf ihtimali kalmadığından, Üstadımız dedi: “Bu mektupları oradan kaldıracağız.”

Biz onlara baktık, gerçi siyasetle alâkaları yoktur. Fakat vehham casuslara, aleyhimizde habbeyi kubbe yapmaya ehemmiyetli bir vesile olurdu. Biz hem onları, hem daha bahaneye medar olabilen başka şeyleri kaldırdık. O heyecanımızdan casuslar haber alıpanladılar ki, hazırlandık. Daha hücum etmeden, yalnız ikinci gün Emin, elinde bir torbayla menzile girdi. Tam arkasında karakol komiseri, gizli, hissettirmeden girdi. Emin’in elinde, kitaplar yerinde yoğurdu gördü, tavrını değiştirdi.

Elhasıl: Risaletü’n-Nur’un intişarına karşı gelen düşman ve casuslara mukabil bir tek fare çıktı, plânlarını zîr ü zeber etti.

(Evet) (Evet) (Evet) (Evet) (Evet) (Evet) Tevfik, Ahmed, Tahsin, Hilmi, Feyzi, Said Nursî

Aziz Kardeşlerim!

Sizinle pekçok alâkadar ve görüşmeye çok müştakım ve vaziyetinizi bu soğuk kışta merak eder, hayalen sizin ile görüşürken bir-iki nokta hatıra geldi, beyan ediyorum.

Birincisi: On Dokuzuncu Sözün âhirinde Kur’ân’daki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tam tamına vardır. O hikmet şudur ki:

Herkes Kur’ân’a muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’âniye ekserî uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Mûsâ (a.s.) gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetleri müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Etse de tam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu meseleleri ondan okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalâasını tekrar eder.

İkinci nokta: Âyetü’l-Kübrâ’dan çıkan “Vird-i Ekber” namındaki Arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münâcâtın başındaki âyetin tefsiri diye Arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa iyidir. Biz de nüshamızda yazdık.

Üçüncü nokta: Aziz kardeşlerim, çok defa kalbime geliyordu. “Neden İmam-ı Ali (r.a.) Risaletü’n-Nur’a ve bilhassa Âyetü’l-Kübrâ risalesine ehemmiyet vermiş?” diye sırrını beklerdim. Lillâhilhamd, o asır ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:

Risaletü’n-Nur’un mümtaz bir hâsiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını kuvvetli ve kat’î beyan edildiğinden, bu hâsiyet Âyetü’l-Kübrâ risalesinde fevkalâde parlak görünüyor. Bu acip asırda, mübareze-i küfür ve iman en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Mesela, nasıl ki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sırada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdat ve kuvve-i mâneviyesini fevkalâde takviye

için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i mâneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhı kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i mâneviyesini mahvetmeye çalıştığı bir hengâmda, Hızır gibi biri çıkar, der: “Meyus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlûp olmaz muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Kâinatı dağıtamayan onu dağıtamaz. Şimdilik mağlûbiyetin sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı mâneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerden mânen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i mâneviyeyle bir şahs-ı mânevî ve bir cemiyet hükmüne geçsin” dedi ve tam kanaat verdi.

Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetle, cemiyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı mânevî ve bir ruh-u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor.

Ve avâmın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’aneyle gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor.

Herbir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusâne çabalarken, Risale-i Nur (Risaletü’n-Nur) Hızır gibi imdada yetişti. Kâinatı ihata eden son ordusunuHAŞİYE-1 gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî, mânevî imdat getirmek hizmetinde harika bir emirber neferi olarak “Âyetü’l-Kübrâ risalesini”

İmam-ı Ali (r.a.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.

Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, tâ o sırrın bir hülâsası görünsün.

Said Nursî

Haşiye-1 Kâinatı dağıtamayan bir kuvvet o orduyu bozamaz.

Belgede Sikke-i Gaybiye Hakkında (sayfa 32-37)