• Sonuç bulunamadı

2.4. Sartre’ın Zaman Anlayışı: Özgürlüğün Kökeni Olarak Zaman

2.4.1. Sartre’ın Bulantı’daki Geçmiş Yorumu

Sartre’ın insanın, hem varoluşuna hem de zamansallığına yaptığı önemli vurgular Bulantı adlı edebi eserinin de genel çerçevesini oluşturmaktadır. Romanda genel olarak, romanın ana karakteri Antoine Roquentin’in hem kendi varoluşuna hem de nesnelerin varoluşuna dair yaşadığı bulantı ve kriz durumları, kendisiyle ve dünyayla karşılaşması sonucunda, nesnelerin varlığına ve zaman zaman da kendi varoluşuna duyduğu tiksinti, bulantı ortaya konulmaktadır. Bu noktada önemli olan Roquentin’in yaşadığı tiksinti durumlarının varoluşsal açıdan sunulmasıdır. Bu varoluşsal olanın arka planında dikkat edilmesi gereken ise nesnelerle olan ontolojik karşılaşmayı yönlendiren bilinç ve bilincin sahip olduğu zamansallıktır.

Romanda Roquentin’in nesnelerin varlığından duyduğu tiksinti her ne kadar aniden, anlık durumlarda ortaya çıksa da, aslında Roquentin’in yaşamın varoluşsal yanını fark ettiği her anda bu tiksinti kendini göstermektedir. Sartre, bulantının bu anlık durumlardaki kriz veya geçici bir hastalık olmaktan ziyade yaşamın devamlılığı içindeki belirsiz her anda kendini gösterebileceğini ortaya koymaktadır. Varoluşa yapışan bulantının bu kalıcılığı romanda Roquentin’in şu sözleriyle ifade edilir:

“Başıma bir şey geldi, artık kuşkum yok. Herhangi bir kesinlik ya da apaçıklık gibi değil, bir hastalık gibi belirdi bu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz tuhaf, biraz tedirgin duydum kendimi o kadar. Yerine oturunca kıpırdamadan kaldı. Hiçbir şeyin olmadığına, evhamlandırdığıma inandırdım kendimi. Oysa şimdi dal budak salmaya başladı.”310

Böylece Roquentin’in nesnelere dair duyduğu her algı ve onları varoluşları açısından kavraması tiksintiye neden olmaktadır. Çünkü her algılama, nesnelerin varlıkları ile karşılaşma durumudur. Bunu diğer zamanlardaki algı durumlarından farklı kılarak bulantıya neden olan ise bu karşılaşmanın salt ontolojik bir karşılaşma olmasıdır. Böylece romanda bu

310 Jean-Paul Sartre, 2018c, s. 19.

106

karşılaşma durumlarının nesnelerin varlığına ilişkin olduğu görülmektedir. Burada nesne Roquentin’e sadece duyusal yollarla dokunmaktadır. Dahası karşılaştığı her nesne adeta daha önce tanımadığı şeyler olarak görünmektedir. Bu doğrultuda romanda tiksinti duyulan nesnelere bakıldığında, Roquentin’in bunlara karşı olan yabancılaşması ön planda olmaktadır.

Buna göre gündelik, sıradan bir yaşamın içinde olan Roquentin’i bu yabancılaşmaya iten gücün ne olduğunun sorulması gerekmektedir; Roquentin neden bu nesnelere hatta kendisine karşı bu yabancılaşmayı duymaktadır? Bu şeylere karşı duyulan tiksintiye neden olan şey nedir?

Genel olarak Roquentin, tiksinti duyduğu bu nesnelerin varlıklarında bir anlamsızlık görmektedir. Söz konusu içinde yaşadığı, hayatını şekillendirdiği dünya, giderek anlamsız hale gelmektedir. Daha önce karşılaştığı nesneler artık ona değişmiş ve yabancı şeyler olarak tiksinti vermekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Daha sonradan kendisinin de farkına vardığı nokta ise aslında değişenin kendisi olduğudur. Çünkü şeyler aynı şeylerdir, onlardaki anlamsızlığı gören ise kendisidir. Bu durumu şu sözleriyle ifade eder: “Karşımdaki heykel anlamsız, tatsız bir şeydi artık. Sıkıntıdan boğulacak gibi olduğumu duyuyordum.”311 Bu sözler ile daha önceden isteyerek yaptığı ve onun için anlamlı olan bir şeyin, sonradan anlamsızlığı ile karşılaşması ortaya konulmaktadır; artık etrafındaki şeyler anlamsız birer nesneden başka şeyler değillerdir. Hatta artık kendi bedeni de diğer nesneler gibi bir nesne olmaktadır. Sonuç olarak, eserdeki tiksinti durumları yaşamın anlamsızlığına karşı duyulan bulantıdır.

Öte yandan Roquentin’in bu anlamsızlığa, yaşadığı tiksinti durumlarına karşı herhangi bir şey yapmadığı görülür. Bütün bunların farkındadır, fakat bunlara karşı korku duymaktan ve kaçmaya çalışmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Bu durumlar, Roquentin’in kendisinden kaynaklanan şeyler değildir ve bu nedenle onlarla karşılaşmamak için

311 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 21.

107

yapabileceği tek şey kaçmaktır. Çünkü Roquentin için nesneler artık birer canlı varlıklar olarak karşısında durmaktadır. Dahası bu durumlarda Roquentin’in nesnelerle olan gerçek karşılaşması ve yakınlaşması söz konusudur. Nesnelerin nasıl birer canlı varlık haline geldikleri Roquentin’in şu sözleriyle belirtilir:

“Artık özgür değilim, istediğimi yapamıyorum artık. Benim bildiğim nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koruz. Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi canlı birer hayvan.”312

Çünkü anlık olarak şimdide yaşayan Roquentin, nesnelere dokunamamakta, aksine nesneler ona dokunmaktadır. Bu sözlerle yaşanılan tiksinti durumlarının nesnelerden geldiği gösterilmek istenmektedir. Hatta sonrasında bulantının kendisi ile karşılaştığı durumlarını,

“Daha doğrusu bulantının kendisi bu. Bulantı bende değil, onu orada, duvarda askıların üstünde, dört bir yanımda duyuyorum. Kahveyle özdeşleşiyor. O bende değil, ben ondayım”313 şeklinde ifade etmektedir. Bu durumda bulantı varlık olarak Roquentin’in karşısında durmaktadır. Tiksintinin kaynağının ne derece nesnelerin ontolojik yapılarıyla ilgili olduğu görülmektedir. Bu nedenle Roquentin, bu durumlardan kurtulmanın yolunu kendisinde bulamaz, çünkü bütün bu olanlarda kendisinin de maruz kaldığı bir durum söz konusudur.

Burada kendi-içinin zamansallığından ziyade, kendindenin zamansallığı bulunmaktadır.

Dolayısıyla şimdiki anın tutsağı olan kendi-için-varlık, özgürlüğünden alıkoyulmaktadır.

Sartre’ın Bulantı’daki zaman analizine bakıldığında Varlık ve Hiçlik’teki zaman analiziyle farklılık gösterdiği görülmektedir. Hatta Bulantı’daki geçmiş üzerinden yapılan vurgular, Varlık ve Hiçlik’te savunulanın tersi bir anlayışla sunulmaktadır. Sartre, Bulantı’da Roquentin üzerinden geçmişin belirlenmişliğini ve donukluğunu göstermektedir. Böylece roman boyunca Roquentin’in geçmişiyle var olma zorunluluğu ve geçmişin donuk yükünü

312 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 28.

313 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 41.

108

taşımak zorunda olduğundan bahsedilmektedir. Özgürlük bağlamında ortaya konulan zaman analizinin farklı şekillerde işlendiği ortaya çıkmaktadır.

Böylece kendi-içinin zamansal olması bakımından hem önünde bulunan geleceğe dönük bir proje olarak, hem de arkasında kalan geçmişi ile mümkün olduğu özgürlük düşüncesi Bulantı’da bulunmamaktadır. Diğer taraftan Bulantı’da Ego’nun Aşkınlığı’ndaki bilinç analizinden hareketle ortaya konulan zaman analizi söz konusudur. Burada bilincin şimdi (anlık) ile olan ilişkisi ortaya konulmaktadır. Böylece bilincin var olanı şu anda belirlemesi, geçmişi bilincin dışına atmaktadır. Geçmişten ayrı ve şu anda oluşan bilinç ile karşılaşılmaktadır.314 Oysaki Sartre, Varlık ve Hiçlik’te zamansal oluşu tümden bilince atfetmektedir. Bundan dolayı kendi-için-varlık olmak zamansal olmaktır. Çünkü bilinç özgürlüğü için bilinci zamana hapsetmekten ziyade, zamansallığı bilincin kendisine vermek gerekmektedir. Bu durumun aksini düşünmek bilinci hem belirlenmiş bir geçmişin zorunluluğuna ve anlamsızlığına, hem de şekillendiremediği hatta düşünemediği bir geleceğe götürmektedir.

Bulantı’da Roquentin, tam olarak böyle bir zaman analizi içinde bulunmaktadır.

Romana bakıldığında sahip olunan zaman anlayışının Roquentin’in tuttuğu günlük tarzından da anlaşılması mümkündür. Roquentin mevcut şimdide yaşadıklarını kaleme alır ve geçmişe dair bahsettiği şey dünde yaşadığı bulantının devamlılığıdır, yani geçmiş donuk bir şekilde orada durmaktadır, eserde geçmişten boşluk olarak söz edilmektedir. Çünkü geçmiş olsa bile Roquentin’e göre dokunulmazdır; şimdiye hapsedilen bilinç, geçmişe erişimi sağlayamaz. Bu nedenle ya hiç olmamıştır ya da kaybedilmiştir; anı olarak belirmekte ve sönmektedir.

Bulantı’da hafıza da hayal gücünden ayırt edilememektedir.315

314 Cam Clayton, “Nausea, Melancholy and the Internal Negation of the Past”, Sartre Studies International, vol. 15, no: 2, 2009, s. 3.

315 Cam Clayton, a.g.m., s. 4.

109

Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’te “benim geçmişim” olarak tanımladığı geçmiş, Bulantı’da tamamen dışsal bir ilişki olarak sunulmaktadır. Roquentin geçmişi, kendisinin dışında yaşadığı anın ötesinde görmektedir. Kendini geçmişten bu denli izole etmesi varoluşundaki derin anlamsızlığa neden olmaktadır. Bu nedenle geçmişin anlamsızlığı ve geleceğin amaçsızlığı içinde şimdinin içinde hapsolmuş bir Roquentin ile karşılaşılmaktadır. Söz konusu bu durum Varlık ve Hiçlik’te kendi-içinin sahip olduğu zamansallığı yok sayarak, özgürlüğüne gölge düşürmektedir.

Ancak genel olarak Bulantı’daki zaman analizi, Varlık ve Hiçlik’teki zamansal özgürlüğü karşılamasa da, romanda Roquentin’in geçmişle olan ilişkisi bulunmaktadır. Bu ilişki, hem yaşanılan melankoli hem de romanın ortalarındaki Roquentin’in tecavüz haberi ile karşılaşmasında kendini göstermektedir. Böylece melankoli, Roquentin’in iç olumsuzlama ile kendinin şimdinin mevcudiyetinden geçmişle olan ilişkisine gittiğini göstermektedir. Bu melankoli durumu geçmiş ile ilişki kurmaktadır. Dolayısıyla yaşanılan melankoli duygusu, geçmişle olan ilişkiyi aralayan bir kapıdır; böylece geçmişin, şimdiden tam olarak izole edilmediğini göstermektedir.316

Roquentin’in karşılaştığı tecavüz haberi de onu kendi geçmişiyle yüz yüze getirerek şimdide bazı duygular yaşamasına neden olmaktadır. Geçmiş artık şimdidedir ve ondan kaçmaya çalışır. Şimdide onu takip eden bir geçmiş ve önünde ona doğru kaçtığı bir gelecek bulunmaktadır. Ancak geçmişin şimdide oluşu Roquentin’i sadece korkutur, çünkü geçmiş hala dışsal olarak arkasında bulunandır.317 Her ne kadar Bulantı’da bu haberle geçmişin, Varlık ve Hiçlik’te olduğu gibi, arkada olması vurgulansa da, Roquentin kendini sadece şimdiye ait hisseder ve geçmiş onu şimdide belirli bir varoluşa zorlayan dışarıdakidir. Onu ele

316 Cam Clayton, a.g.m., s. 8.

317 Cam Clayton, a.g.m., s. 9.

110

geçirecek etkiyi kendisinde aramaz; böylece kendini, varoluşunu ona teslim etmemek için sadece kaçmaktadır.

Eserin sonlarına doğru bu kaçışın kendini bir projeye teslim ettiği görülmektedir. Bu proje, Roquentin’in geleceğine yönelik gerçekleştirdiği bir seçim olarak görülebilir. Bu seçim romanda şu şekilde ifade edilmektedir:

“bu kitapta, basılmış sözcüklerin ardında, sayfaların ardında varoluşmayan, varoluşun üstünde bulunan bir şeyin bulunduğu sezilmeli […] Ama kitabın yazılıp bittiği, ardımda kaldığı bir an gelecek ve öyle sanıyorum ki, onun aydınlığının azıcılığı geçmişimin üzerine düşecek. Belki o zaman, bu kitap sayesinde, hayatımı tiksinti duymadan hatırlayabileceğim.”318

Sartre’ın, eserde kurtuluşu böyle bir projeye vermesi, bu durumun sanatsal olan ile gerçekleşebileceğini göstermek istemesine dayanmaktadır. Bu sanatsal oluş kendini eserde yer yer gösteren müzik ile ortaya konulmaktadır. Çünkü eserde sürekli olarak geçen melodi, Roquentin’i bulantıdan kurtararak, yaşamın anlamsızlığından uzaklaştırmaktadır. Müzik ile yeniden sağlanan canlılık şu şekilde ifade edilmektedir: “Müziğin zorunluluğu öylesine güçlü ki, kimse durduramaz onu. Dünyanın içine atılmış olduğu şu zamandan gelen hiçbir şey bu işi yapamaz. Düzeni gereğince, kendi kendine sona erecek.”319 Böylece müzik ile Roquentin varoluşun gerçekliğinden saklanmaktadır: “Ağır ve boğuk ses birden yükseliyor ve dünya ortadan kalkıyor, varoluşların dünyası ortadan kalkıyor.”320 Hemen sonrasında devam eden

“Her şey dopdolu, varoluş her yerde, yoğun, ağır ve tatlı”321 ifadeyle müziğin varoluşların dünyasını ortadan kaldırırken, aynı zamanda varoluşsal olanı anlamlı bir şekilde tekrardan ortaya koyacak olduğu gösterilmektedir. Her ne kadar eser boyunca bulantı karşısına konulan güç müzik üzerinden anlatılsa da, genel olarak, bu güç ile sanatsal olan kastedilmektedir.

Roquentin’in sanatsal olanda bulduğu şey, kendisinin ve nesnelerin varoluşuna benzemeyen

318 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 260.

319 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 43.

320 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 155.

321 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 155.

111

yapısıdır. Bulantının kaynağı olarak gördüğü varoluşa ilişkin fazlalık, müziğin yapısında bulunmamaktadır. Varoluşun bu fazlalığına Roquentin roman boyunca maruz kalmaktadır:

“Bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış varolandan başka bir şey değildik.

Burada bulunmamız için tek bir neden yoktu, hiçbirimiz böyle bir neden ileri süremezdi. Utanç içinde bulunan ve belirsiz bir tedirginlik duyan her var olan, ötekilerin karşısında kendini fazlalık olarak hissediyordu.”322

Eserde bu fazlalığın ulaşamadığı şey olarak gösterilen müzik, “Varoluşmuyor o, çünkü fazlalık hiçbir yanı yok; onun dışında her şey ona göre fazlalık. O olan bir şey”323 şeklinde tanımlanmaktadır. Bununla gerçekteki asıl problem de gün yüzüne çıkarılmış olur. Buna göre bu problem, olma durumudur. Müziğin bu olma durumu zorunluluk içindedir ve her seferinde bir amaç ile geleceğe doğru atılmaktadır: “Müziğin zorunluluğu öylesine güçlü ki, kimse durduramaz onu […] Bir yığın notanın önceden ölerek onun ortaya çıkışını hazırlaması hoşuma gidiyor.”324

İstenilen böyle bir varoluştur ve buna sahip olamayacak olmanın bulantısı yaşanmaktadır. Romanın sonunda kendini gösteren kurtuluş projesi ile biraz olsun fazlalık oluşun bununla atılabileceği düşünülmektedir. Sartre, burada Roquentin üzerinden anlatıyı ön plana çıkarmaktadır. O halde bu konumda anlatının rolünün ne olduğunun sorulması gerekmektedir. Diğer yandan eserde kendi-içinde bulunmayan zamansallık özelliği sonucunda kendinde-varlık olan şeylerle farklılığı da ortadan kaldırılmaktadır. Sartre Bulantı’nın sonunda, kendi-içine bu farklılığı anlatı ile kazandırmaya çalışmaktadır. Bu nedenle insana benlik duygusunu kazandıracak olanın anlatı olduğu görülmektedir. Bu doğrultuda Roquentin, anlatı ile benliğini ortaya çıkarır ve bununla geçmişe geri dönerek yaşamını biraz da olsa dönüştürebilmektedir.325

322 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 191.

323 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 43.

324 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 43.

325 Lior Levy, a.g.m., s. 98-103.

112

Varlık ve Hiçlik’te kendi-içine atfedilen zamansallık Bulantı’da Roquentin’in zamansal olmayı istemesi aşamasındadır; kendi-için-varlık zamansal değildir, buna göre anlık olarak şimdide var olur, ancak geçmişe dönme ve geleceğe atılma isteği romanın sonunda bütüne sahip olma isteği üzerinden gösterilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken, Sartre’ın bunu kendi-içine anlatı formu üzerinden imgelem ile vermesidir. Çünkü Roquentin’in yazmak istediği kitap, onun varoluş olarak tanımladığı mevcut oluşun üstünde bulunmaktadır. Bundan dolayı böyle bir kitap yazabilmek için de bilincin imgelem yetisinin olması gerekmektedir.

İmgelem ile dönülen geçmişte şimdiki anda gerçekleşen algı nesnesine doğrudan ulaşım yoktur, çünkü imgelem bilinçte yer alan imgeler ile oluşturulmaktadır. Böylece kişinin kendini yeniden kavrayabileceği öznellik alanı olarak sunulan geçmişte yaratıcı bilinç kendini etkin olarak göstermektedir. Sonuç olarak, Bulantı’da özgürlük alanı Roquentin’e bilincin sağladığı imgelem ile verilmektedir.326

Açıktır ki Sartre’ın Bulantı’dan sonra kaleme aldığı Varlık ve Hiçlik’te, kendi-içinin özgürlüğünü temellendirdiği zaman analizi, Bulantı romanında görülmemektedir. Bulantı’da daha çok anlatıya dayalı imgelem bilinci ile temellendirilmeye çalışılan bir özgürlük düşüncesi görülmektedir. Bu özgürlük imgelem bilincinin yaratımı ile kendini edilgin bir konumda bulundurması olarak gösterilmektedir. Böylece hayatın anlamsızlığından kurtulabilmek için bilinç, yaratım ile kendini gerçekleştirerek, bir ümit de olsa, özü olmayan varoluşunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Eserde mevcut olunan şimdide özgür yaratımla kurgusal, gerçekleşmeyecek bir romanın ortaya konulması, geçmişin sahip olunan bir sondan görülmesine ve anlamlı kılınmasına dair bir amaç olarak verilmektedir.

326 Cam Clayton, 2011, s. 17,22,25.

113

SONUÇ

Bu çalışmada “Sartre’ın Varlık ve Hiçlik öncesi eserlerinde temele aldığı imgelem kavramı Varlık ve Hiçlik’teki zaman kavramını tamamlayan mıdır, yoksa dönüştüren midir?”

sorusundan hareketle Sartre’ın özgürlük felsefesi için kullandığı önemli iki kavram olan imgelem ve zaman kavramlarının birbirlerini tamamlıyor gibi gösterilirken aslında zaman kavramıyla imgelemin olumsuzlandığı argümanı ortaya konuldu. Bu argüman doğrultusunda Sartre’ın özgürlük temelinde imgelem ve zaman anlayışı, bunların hem birbirleriyle hem de özgürlükle olan ilişkilerinin ortaya konulması amaçlandı.

Bu amaçla çalışmanın birinci bölümü Sartre’ın özgürlükle özdeş gördüğü hiçliğin anlatımını verdiği imgelem kavramına ayrıldı. Bu bölümde, “Sartre neden imgelem ile başladı?” sorusu temele alınarak imgelemin özgürlükle olan ilişkisi açımlanmaktadır. Sartre imgelem için amaçladığı fenomenolojik psikoloji düşüncesini gerçekleştirebilmek için Husserl’in fenomenolojisindeki bilincin “yönelimsellik ilkesi”ni temele almaktadır. Bununla yapmaya çalıştığı, imgelem bilincinin var olmayan olarak ortaya koyduğu nesnesinin öznel bir içerik olmadığını kanıtlamaktır. İmgenin öznel bir içerik olarak düşünülmesi algı ile özdeş tutulmasının sonucudur ve Sartre öncelikle imgenin “yeniden doğan duyum” olduğu düşüncesine karşı çıkmaktadır. İmgelem kuramlarındaki imgeye ilişkin genel hata bu özdeşlik düşüncesi sonucunda gerçekleşmektedir. İmge ve algının özdeş tutulmasıyla, imgelem bilinci algısal bilinçten ayrılamamaktadır. Oysaki imgelem ve algılamada bilinç içerikleri fenomenolojik olarak farklılık göstermektedir. İmgelem bilinci, var olmayanın olanaklarını içinde barındıran bir zenginliğe sahiptir. Dolayısıyla imgenin algıyla özdeş tutulması, imgelemin bu zenginliğinin ondan alınması anlamına gelmektedir. Böyle bir durumda

114

imgelemin yaratıcı etkinliği yerini algısal bilincin verili olan nesnesinin gölgesi olmaya bırakmaktadır.

Bu noktada Sartre’ın imgeleme atfettiği bilincin gerçekliği bütünsel olarak sezebilme yeteneği özgürlük düşüncesini gölgelemektedir. Bu durumda Sartre’ın büyüsel tavır olarak nitelediği bilinç durumu ortaya çıkmaktadır. İmgelem bilincinin kendini nesneden ayırması doğrultusunda özgürlük ile olan ilişkisini ortaya konulmuş olsa da imgelemdeki bütünsel olanın sezilmesi ile büyüsel tavır arasındaki ilişki paradoksa neden olmaktadır. Sartre’ın duygulanımla birleştirdiği, bilincin kendiliğindenliği üzerinden tamamlayıcı kurgusal bir benlik ile yeni bir dünya yaratması özgürlüğünü maskelemesidir. Nitekim imgelem ile kavranan gerçekliğin bütünselliğinin aksine bilinç her zaman gerçekliğin sonsuz bölünebilirliği karşısında olmaktadır. Böylece gerçeğe dayatılan imgesel yaratım ile bilinç kendini kendi tutsağı haline getirmektedir. Bu Sartre’ın yozlaşmış bilinç olarak nitelediği büyüsel bilinç durumudur. Sartre temeli Varlık ve Hiçlik öncesi eserlerinde görülen bu tavır Varlık ve Hiçlik’te mauvaise foi olarak açığa çıkmaktadır. Nitekim Sartre Varlık ve Hiçlik’te formüle ettiği bilincin zamansal yapısı ile bilincin gerçekliği bütünsel olarak sezebilme yeteneğini sorgulamaktadır.

Sartre’ın bu sorgulamasına ışık tutmak ve bilincin zamansal yapısının özgürlükle olan ilişkisinin göstermek amacıyla çalışmanın ikinci bölümü Sartre’ın özgürlükle özdeş gördüğü hiçliğin anlatımını verdiği zaman kavramına ayrıldı. Bu bölümde, hiçliğin anlatımının imgelemden alınarak zaman kavramına verilmesinin nedenleri, imgelemin zaman tarafından olumsuzlanması ve aralarındaki gerilim tartışılarak ortaya konulmaktadır. Sartre’ın, bilincin zaman ile olan ilişkisi Heidegger’in insan varlığını dünya-içinde-varlık olarak gösterdiği Dasein’ın proje bir varlık olması düşüncesinin etkisiyle şekillenmektedir. Bu doğrultuda Sartre, Varlık ve Hiçlik’te insanın varoluşunda varlığını olanakları üzerinden kurmasını göstermektedir. Kendi-için-varlık olan bilincin aşkınlık ve olgusallık durumları üzerinden

115

durumlarının yaratımlarını ortaya koymaktadır. Bu noktada başkası-için-varlık olma durumu ile beden olgusu ile karşılaşılmaktadır. İnsanın olumsuzlama olarak kendine döndüğü ve kendinde-varlık olmayı oynamayı seçtiği eylemleri başkaları ve bedeni aracılığıyla gerçekleşmektedir. Nitekim burada insanın eylemleri doğrultusunda ortaya koyduğu, kendini nesneleştirdiği özgürlük söz konusudur. Bu özgürlük, mauvaise foi’ya ait özgürlük olmaktadır. Sartre’ın bu özgürlüğü edebi eserlerinde ortaya koyduğu görülmektedir. Burada insanın mutlak özgürlüğünü olumsuzlamaya çalıştığı bir durum söz konusudur. Bu noktada Sartre’ın imgelem paradoksu kendini sanatsal yaratımda göstermektedir. Nitekim sanatsal yaratımın edebi eserlerde anlatı üzerinden varoluşun kalıcılığını sağlaması imgelemin kalıcı durumlarla özdeşleşmesi anlamına gelmektedir. Sartre her ne kadar imgelemden kalıcı bir durum olarak bahsetmese de sanatsal yaratımla imgelem arasındaki ilişki bu özdeşleşmeyi açığa çıkarmaktadır. Nitekim sanatsal yaratımla bilincin kendi varlığını sahiplenme umudu kendi-için-varlık olan bilincin ölümsüzlüğe ulaşma arzusu olmaktadır. Özellikle Bulantı eserinde ortaya konulan ve çalışmada ele alınan bu sahiplik arzusu bilincin yarattığı sanat eseri üzerinden nesnel bir benliğe ulaştığı düşüncesinde görülmektedir. Bu durum özgürlüğün nesneleştirilmesi olmakla birlikte Varlık ve Hiçlik’te mauvaise foi olarak kendini göstermektedir. Sartre Bulantı’daki bu sanatsal yaratımın aksine Varlık ve Hiçlik’te mutlak olanı zamansallığa atfederek bilinci özgürlüğe mahkûm etmektedir. Bu nedenle insanın mutlak özgürlüğünü olumsuzlama çabası her seferinde zamansal bir varlık oluşuyla hüsranla sonuçlanmaktadır. Bilinç, zamansallığı oluşturandır ve bununla geçmiş, şimdi ve gelecek bir sentez olarak bütünlük halinde sunulmaktadır. Zamansallık ile her seferinde bilincin bulunduğu durum yadsınarak olgusallığı aşılmaktadır. Bilinç mevcut olduğu şimdide, olgusallığı olan geçmişini, geleceğe yönelik olanaklarıyla aşmaktadır. Böylece bilincin sürekli olarak olgusallığını aşması özgürlüğünün göstergesi olmaktadır.

116

Sonuç olarak Sartre’ın fenomenolojik psikolojiye dayanan imgelem düşüncesiyle özgür bilinç temelinde yeni bir dünya yaratımı büyüsel tavır üzerinden sanatsal yaratımla özgürlüğün maskelenmesiyle sonuçlanmaktadır. Çalışmada da gösterildiği üzere Sartre daha sonradan Edebiyat Nedir?’de imgelem düşüncesini okuma etkinliği üzerinden değiştirerek imge ve algıyı aynı etkinlik gibi göstermesi imgelemin anlatı formunda olumsuzlandığını göstermektedir. Nihayetinde Sartre’ın yaşamak ve anlatmak üzerinden varoluşun iki boyutunu göstererek, anlatma formunda kendi-içinin varoluşuna sahip olarak sanatsal yaratımla zamansallığını dondurduğu ve bunun sonucunda özgürlüğü nesneleştirerek maskelediği görülmektedir. Yaşamak ise dünyanın düzensizliğini ve varoluşun anlamsızlığını zamansallık üzerinden göstererek varoluşun absürtlüğü ile özgülüğü ortaya koymaktadır. Sartre, insan ve dünya arasındaki ilişkiden hareketle, varoluş olgusunu temele aldığı özgürlük felsefesinde özgürlüğü, insan varoluşunun bir hakikati olarak ortaya koymaktadır. Dolayısıyla insanın varlığı ile özgürlüğü arasına herhangi bir çizgi çekilmesi mümkün olmamakla birlikte insanın varoluşu, özgürlüğü olmaktadır.

Genel olarak Sartre’ın özgürlük felsefesine bakıldığında “insan özgürlüğe mahkûmdur, zorunludur”327 düşüncesiyle insanı zamansallığında sürekli olarak geleceğe atması, geleceğin olmayan yanını ve olanaklarını göstermesi özgürlük olmaktadır. Sartre Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir metninde de insanın özgürlüğüne ve beraberinde gelen sorumluluğuna dair gösterdiği amaçlar ve eylemler çizgisiyle varoluşu tanımlamaktadır: “Hayaller, umutlar, bekleyişler bir insanı ancak yerine gelmemiş bir hayal olarak, suya düşmüş bir umut olarak, boşa çıkmış bir bekleyiş olarak tanımlamaya yarar.”328 Ve devam eder: “İnsan bir girişimler

327 Jean-Paul Sartre, Varoluşçuluk, Çev. Asım Bezirci, Say Yayınları, İstanbul, 1985, s. 72.

328 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 81.

117

zinciridir.”329 Sonuç olarak Sartre’a göre insan aşkınlık olarak yazgısını elinde bulundurmakta ve her seferinde bir amaca yönelerek varlığını gerçekleştirmektedir.330

329 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 81.

330 Jean-Paul Sartre, a.g.e., s. 98-99.

118

ÖZET

Bu çalışma, Sartre’ın mutlak özgürlük düşüncesinden hareketle geliştirdiği özgürlük felsefesinde imgelem ve zaman arasındaki gerilimi Sartre’ın erken dönem eserlerini esas alarak göstermeyi amaçlamaktadır.

Sartre, hiçlik olarak gösterdiği özgürlüğün anlatımını Varlık ve Hiçlik öncesi eserlerinde kendi-için-varlık olarak nitelendirdiği insanın imgelem bilincinin yetkinliğine verirken, Varlık ve Hiçlik’te zamansal bir varlık oluşuna bırakmaktadır. Her iki durumda da özgürlük, olumsuzlama ile var olmayan üzerinden anlatılmaktadır. Ancak olumsuzlama, Varlık ve Hiçlik öncesinde, kendi-içinin kendinde-varlık olan şeylerle, yani şeyler dünyasıyla karşılaşması sonucu ortaya koyduğu var olmayan ile yeni bir dünya yaratması üzerinden gerçekleşirken Varlık ve Hiçlik’te, kendi-içinin bedeni aracılığıyla başkalarıyla karşılaştığı dünyasallığında kendine doğru çevrilmektedir. Bu olumsuzlama ile kendi-için-varlık, zamansal, proje bir varlık olmaktadır.

Sartre, kendi-içinin, başkası-için-varlık olmayı oynayarak sergilemeye çalıştığı, kendinde-varlık olma durumlarının her seferinde zamansallığıyla aşılarak, hiçlikle tekrardan nasıl birleştiğini göstermektedir. Böylece zamansallık, kendi-içinin mauvaise foi ile olumlamaya çalıştığı geçmişin olumsuzlanarak dönüştüğü, geleceğin olanaklarıyla birleştiği şimdiki zaman gösterimidir.