• Sonuç bulunamadı

3. Ali Halim NEYZİ’nin Eserleri

2.2. HÜSEYİN PAŞA ÇIKMAZI NO.4

2.2.1. Romana Dair

Ali Halim Neyzi’nin ikinci kitabı olan Hüseyin Paşa Çıkmazı No.4 1983 yılında ilk kez Karacan Yayınları tarafından yayımlanır. Kullandığımız 2005 yılına ait baskıda eser 15 bölüm, 192 sayfadan oluşmaktadır. Roman adını Prof. Mehmet Ali Aynî Köşkü’nün yanında bulunan yanmış Hüseyin Paşa Konağı’ndan alır. Paşanın konağı aynı zamanda bulunduğu sokağın gayri resmî ismidir. 1930’lu yılların köşk yaşantısını merkeze alarak ailesi, dönemin yaşantısı hakkında bilgi veren Neyzi sosyolojik tarihi kendi gözünden okuyucusuna aktarmaktadır.

Hüseyin Paşa Çıkmazı No.4 isimli eser Oktay Akbal tarafından şöyle değelerendirilmektedir.

“Ali Neyzi’nin kitabı beni çocukluğuma götürdü. Neyzi’nin çocukluk anılarında belgesel yanlar var. Bir köşk nedir, kimler yaşar, nasıl yaşanır, neyle geçinilir, insanların tutumu, davranışı, en küçük ayrıntılarına varıncaya dek anlatılmış. Ali Neyzi’nin yazar yanını kimse bilmez. Ben eski bir ‘Vatan’cı olarak Neyzi’nin yazınla, sanatla yakın ilişkisine tanık olduğumdan böyle ilginç ve güzel bir kitap yazmasına hiç şaşırmadım.

Alınıp okunacak, saklanacakbir yapıt bu.”33

33 Oktay Akbal, “Eski Köşklerde…”, Editör Kadir Kıvılcımlı, Ali H. Neyzi, Cem Yayınevi, 2005,s. 64.

21

Hüseyin Paşa Çıkmazı No.4 isimli eser anı-roman olarak nitelendirilmektedir.

Anı-roman,“…bir kişinin gözlem ve hatıralarından, yaşanmışlıklarından hareketle kurduğu roman türüdür.”34 Hatıralar belleğe dayalıdır. Bu nedenle belleğin seçici ve unutma özelliklerine maruz kalırlar. Kişisel duygu ve düşüncelerin süzgecinden geçen anıları fiktif âleme yakınlaşır, bundan dolayı anılar gerçek tarih olarak değil kişisel tarih olarak yorumlanmaktadır. Çünkü hatırat yazarı geçmişi hatırlarken unutabilir, atlayabilir, gizleyebilir, abartabilir. Bu nedenlerden dolayı hatıralar tarihi belgelerden çok edebî hüviyete bürünmüş kişisel tarihlerdir.35

“Anılarımda herkesin gerçek adını kullandım. Her ne kadar bu kişilerin çoğu bugün aramızdan ayrılmış bulunuyor ise de, aslında hepsi gerçekten yaşamış kimseler. Oysa bu anılar, bir çocuğun bu kişileri görüş açısına dayanılarak yazıldı. Dokuz yaşına varmamış bir çocuğun çevresiyle ilgili yargılarından uzaklaşmamaya gayret ettim. Aradan geçen elliye yakın yılın, görüş ve anlatış yöntemlerimi değiştirmediğini söyleyemem. Bu nedenler ile kitapta anlatılanların ne denli hayal ürünü ve ne oranda gerçekle ilintili olduğunu ölçmekte kendim de zorluk çekiyorum.”36

Bir dönemin sosyal ve aile yaşantısına ışık tutan eser, sosyolojik açıdan çok kıymetlidir. İmparatorluktan devlet düzenine geçişte yaşanılan değişiklikler ve zorluklar, halk inanışları, çocuk oyunları, haremlik-selamlık anlayışı, evlatlık müessesi gibi dönem içerisinde var olan birçok durum okuyucuya aktarılmaktadır. “…benim ulaşmaya çaba gösterdiğim sonuç bir tarihçe değil, belli bir dönemde güzel İstanbul ilinde yaşanmış bir devri anmak, özellikle bu devri görmemiş gençlere o havayı anımsatmaktır” 37

Eserde sosyal hayata tutulan ışık ile dönemin panoramasını okuyucusuna ulaştırmaktadır. “Hatırayı oluşturan olay merkezkaç bir olayıdır: hikâyenin konusu çevreyi yansıtır: aile, vatan, işler vb. bunlar yazarın çevresinde bir dünya panoraması

34 Dilek Çetintaş, Türk Edebiyatında Biyografik Anlatı ve Romanlar, Kesit Yayınları, İstanbul, 2016, s.132.

35 İbrahim Özen, “Hatıralar Ne Kadar Doğruyu Söyler?”, Türk Dili, 2018, s.68.

36 Ali Halim Neyzi, Hüseyin Paşa Çıkmazı No.4,Cem Yayınevi, İstanbul, 2005, s.4.

37 A.g.e. s.134

22

oluşturur. Onun niyeti sadece kendini anlatıp kalanlardan izole etmek değildir.”38 Evlilik ve aile olma ile ilgili Neyzi’nin büyükannesinin evlendirilmesi evlilik kurumunun nasıl gerçekleştiğini gösterir. Feride Hanım evliliğini çok küçük yaşta babası Sırrı Paşa’nın isteği ile gerçekleştirir. Sırrı Paşa, mektupçusu Mehmet Ali Aynî Bey’i büyük kızı Nezihe ile evlendirerek kendisine damat edinmek ister ancak Nezihe Hanım babasının bu teklifinden kaçmak için annesini ikna eder. Sırrı Paşa küçük kızı Feride Hanım ile Mehmet Ali Aynî Bey’i evlendirir.

“Sonuç olarak Paşa’dan yeni bir mektup geliyor, Madem kızım Nezihe sözlüdür, onun yerine küçük kızım Feride’yi mektupçum Mehmet Ali Bey’e vereceğim,” deniliyor. Artık bir mazerat bulma olanağı kalmamış, çünkü Feride daha on dört yaşında imiş. Gençtir diye galiba bir yıl daha geciktirmişler ama Paşa’nın dileğini açıkça belli etmesi karşısında başka çare bulamadıklarından, Feride’yi kendisinden on beş büyük mektupçuya gelin etmişler.”39

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarını kapsayan eserde dönemin ekonomik zorluklarından söz edilir. Neyzi’nin büyük anneannesi Leylâ Hanımefendi ile annesi Nezihe Hanımın bir bayram sabahı saraya bayramlaşmaya gitmeleri Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemde yaşadığı ekonomik zorlukların her cephede hissedildiğini göstermektedir.

“Bir bayram ziyaretinde Saray’a giden Mimi küçük torununu da yanına almış. Aile dostu sayılan hanımefendiyi, Sultan şahsen kabul etmiş. Etek öpmesine izin vermediği gibi yanına oturup iltifat etmiş. Saray adabı gereği, Sultan’ın yanında birkaç dakika kalıp çıkmışlar. Saray bahçesinde arabalarına binerlerken, onları geçirmeye gelen bir haremağası her ikisine de birer kese vermiş. Arabaya binince küçük Nezihe dayanamayıp eline verilen keseyi açmış, içindekileri avucuna dökmüş, ne görsün: Dört beş tane gümüş sikke!.. Pek sevinmiş, avucundakileri anneannesine göstermiş,

“Bak Mimiciğim, beş sikke verdiler,” demiş. (…) Leylâ hanımefendi çok üzgün, hatta ağlamakta. Büsbütün meraklanan, telaşlanan Nezihe, bu kere,

38 Bahriye Çeri, Hatıra-Roman İlişkisi Münevver Ayaşlı Romanları, Doğu Kitabevi, İstanbul, 2013.s.

39 Ali Halim Neyzi, Hüseyin Paşa Çıkmazı No.4,Cem Yayınevi, İstanbul, 2005, s.7

23

“Mimiciğim ne oldu, neye üzüldün?” diye sormuş, kendisinin ir kabahat işlediği korkusuna kapılmış. Biraz daha böyle gitmişler, sonunda Leylâ Hanımefendi, “Küçük kızım, verilen keseyi hemen açman doğru değildi, ancak benim üzüntüm ondan değil. Sultan’ın ve devlet hazinesinin durumunun bozulmuş olduğunu idrak ettim de ona üzüldüm. Ben senin yaşında iken bayram tebrikleri sonunda ihsan edilen keselerden daima altın çıkardı,” demiş.”40

“İstanbul işgal edilmiş, kocası Mehmet Ali işsiz kalmış. Önce atlar ve arabalar satılmış.

Sonra gerçekten geçim güçlüğü başlamış. Feride Hanım daha atları satarken, hem ağır boş kalmasın hem de sütünü içeriz diyerek önce bir inek satın almış” 41

“Birinci Dünya Savaşı’nda ailenin ekonomik durumu bozulunca, önce atlar orduya teslim edilmiş, sonra da boş kalan araba satılmış. Bizim çocukluğumuza burası bomboştu ve içinde, yalnız kış aylarında, bisikletlerimiz dururdu” 42

Neyzi’nin köşkün bahçıvanı Ali Ağa ile kurduğu ilişki, onun köşk dışındaki taşra yaşamını tanımasında büyük rolü bulunmaktadır. Ömrünün bir kısmını cephede geçirmiş kuşak ile tanışmasına neden olmuştur. “Osmanlı Devleti’nin son döneminde, Anadolu köylüsünün genel yazgısı ile, çocuk yaşımda böylece tanışmış olduğumu çok sonra anladım.”43

“Daha sonraları, bir yanda köşkte yaşayanların sayısının azalması, diğer yandan bahçede ayrı bir mutfak işletmek, bir ahçıbaşı ile belki de bir yamağın çalıştırılmasının ekonomik olmaktan çıkması sonucu, köşkün kilerlerinden birisi mutfak hakine sokuldu ve mutfak terk edildi”44

“Arkadaşlarım, ‘Annen isterse zeytinin tanesini koymasın, sade suyundan versin, biz onu da ekmekle yeriz’ diyorlar,” demişim. 1933-37 yıllarında barış vardı ama köşkün

40 A.g.e. s.109-110

41 A.g.e. s.9-10

42 A.g.e. s.29

43 A.g.e. s.157.

44 A.g.e. s.33

24

çevresinde epeyce yoksulluk vardı sanırım. Zaten oyunlarımızda da bu yoksulluğu görmek mümkündü.”45

Anlattığı dönemi birçok yönüyle ele alan Ali Halim Neyzi, çocukluk anıları arasına oynadığı oyunlara ve tekerlemelere yer verir. Folklorik açıdan kıymetli olan bu oyunların nasıl oynandığını anlatır. Köşe kapmaca, saklambaç, çukur, kafakarış, çelik-çomak bu oyunlardandır.

“Bu oyunlardan birisinin adı “çukur” idi. Biri ağacın dibine içine on beş ya da yirmi bilye sığacak kadar bir çukur kazılırdı. Bu çukurdan iki metre kadar uzakta toprağa bir çizgi çizilirdi. Oyuncular sıra ile bu çizgiye ayaklarını koyarak avuçlarına aldıkları bir sürü bilyeyi bu çukura atmaya çalışırdı. Bir oyuncu da çukur sahibi olurdu. Çukura giren bilyeler tek çıkarsa çukur sahibinin olur, çift çıkarsa çukur sahibi atıcıya aynı sayıda bilye vermek zorunda kalırdı.”46

“Nodak alış veriş “İndim Halice geçtim Balata Yoktur biz de el veriş Yahudiler oturmuş iki keçeli

Tamam üç kuruş verdim Ande, ande, ande boz malata Balata gidiş geliş” Ande, ande, ande boz malata”47

Eserde, varlıklı ailelerin evlerinde yaygın olarak bulunan cariye/evlatlıklar ile ilgili bilgilere de genişçe yer verilmektedir. Daha sonra büyüdüğü evdeki evlatlıklardan birinin romanını da yazan Ali Halim Neyzi bu kurumdaki kızların zor durumda bırakılmadığı, ihtiyaçlarının karşılandığı, istendiğinde evlendirilmesi gibi birçok konuda evin bireylerinden biri olduğunu anlatır. “(…)köşke alınan küçük bir kızın zamanı gelince “çırak çıkarılması” yani uygun birine everilmesi, çeyizinin sağlanması, hatta köşkün (yani sahibinin) olanakları el verdiğince bir de ufak “hane” (ev) sahibi

45 A.g.e. s.95

46 A.g.e. s.97

47 A.g.e. s.124

25

edilmesi, o günlerin uygulamasına göre beklenen ya da yerine getirilmesi gereken şeylerdendi.”48

“Yaşama cariye diye başlayıp Osmanlı İmparatorluğu’na hükmetmiş kadınlar gibi, evlatlık diye başlayıp köşklere sahip çıkmış talihliler olduğu ya da Şerife gibi hayata atılayım derken yolunu şaşırıp başını derde sokan binlerce kızın yaşam öyküsü, o dönemin ayrılmaz bir parçasıdır.”49

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Batılılaşma çabası, ekonomik sıkıntılar ile beraber yeni bir insan tipi ortaya çıkarmıştır. Ortaya çıkan bu züppe50 tip Batılılaşma adı altında tüketim odaklı, sorumluluktan uzak bireyler yetiştirir.

“Züppeliğin çıkışı ve yaygınlaşmasında etkili olan Batılılaşma projesi, aynı zamanda züppenin kendini bulacağı uğrak yerlerin, semtlerin modalaşması;

tüketim toplumunun yaratılmaya çalışılması, taklidin, Batıyı takip etmenin gerekliliğinin dillendirilmesi, toplumun yüz yıllardır temsil ettiği zihniyet ve hayat üslubundan kopuşun kaynağı da olmuştur.”51

Eserde yer alan Mirasyedi Osman Bey de dönemin yarattığı tiplerdendir.

“Ömrünün gençlik bölümünü çapkınlık ve kumarla geçirmişti.”52

Osmanlı paşasının tek oğlu olan Osman Bey’in eğitimi paşazade eğitiminden ibaret olup, ailenin mirasının bitmeyeceği düşüncesiyle şımartılarak büyütülmüştür.

Bitmez denilen servet bitince Osman Bey hademelik yapmak ve kıt kanaat geçinmek zorunda kalır.

“Anlatılanlara göre, Osman Bey’e paşa babasından çok han hamam kalmış.

Hatta Karaköy’ün meşhur poğaça fırınının olduğu bina bile onun malı imiş.

Çapkınlığı ve kumarı ile Mirasyedi lakabını kazanan Osman Bey, bizim onu

48 A.g.e. s.57

49 A.g.e. s.67

50 Bkz. Berna Uslu Kaya, Türk Romanında Safderun Alafranga, Ahlaksız Züppe, Kötücül Entelektüel, yüksek (Yayımlanmış Doktora Tezi) Balıkesir Üniversitesi, , Balıkesir, 2017.

Cansu Işık, Türk Romanında Alafranga Tip, Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi, (Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi), Erzincan, 2019.

51 Köksal Alver, “Züppelik Anlatısı ve Toplum: Türk Romanında Züppe Tipi”, Selçuk Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, Konya, 2006,s.166.

52 Ali Halim Neyzi, Hüseyin Paşa Çıkmazı No.4,Cem Yayınevi, İstanbul, 2005, s.18.

26

tanıdığımız sırada bütün servetini bitirmişti. Biz çocuklara karşı her zaman çok nazik ve tatlı idi. Bize daima büyükmüşüz gibi davranırdı. Osman Bey’in bu nezaketi ve kibarlığı da bilinirmiş zaten. Onu yalnız bu yönüyle görürseniz, bir zarda bir han kaybeden delişmen adamın bu kibar Osman Bey olduğuna inanamazdınız.”53

Romanda, Ali Halim Neyzi’nin büyük anneannesi Şair Leylâ Hanımefendi, edebi muhit ve Leylâ Hanımefendi hakkında kişisel bilgilere yer vermektedir.

“(…)kısa denecek boyda, pek ufak tefek bir kimse idi.”54 “Çok sigara içerdi.

Onun sevdiği sigaralar karon kutularda satılırdı. Boş kutuların kenarlarını keser, küçük kartonlarını bir sepete saklar, not almak için kullanırdı.(…) Mimi’nin böyle karton notları, sonra temize çektiği defterleri, bestelediği notaları ile dolu birkaç sandık evrakı yanıp kül olmuş. Galiba “Solmuş Çiçekler”in basılışı da bu felaketten sonra gerçekleşmiştir.”55

“İkinci Meşrutiyet’te Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” piyesi tekrar sahneye konulacakmış. Şaire Fitnat Hanım bir gün köşke gelmiş, kendi yazdığı bir marşın, günümüzün deyimi ile, “özgün müziği”nin hazırlanmasını Leylâ Hanımefendi’den rica etmiş. İki hanım o gece sabahlamışla, tiyatronun açılışına bu marş yetiştirilmiş. Yanılmıyorsam bu marş, o zamanların pek ünlü olan “Girit Marşı” imiş.”56