• Sonuç bulunamadı

3. KAPSAM

1.2. MİT-TARİH KARŞITLIĞININ OLUŞUMU

1.3.2. Mitleri Açıklamaya Yönelik Yaklaşımlar

1.3.2.4. Psikolojik Yaklaşım

Sosyolojik ve antropolojik yaklaşımlarda, mitlerin birey üzerindeki etkisi, ilkel insanın mitlere inanışının nedenleri ve sonuçları çoğu zaman psikolojik temellendirmelere konu olmuştur. Örneğin Durkheim ve sonraları Leach gibi yapısalcı/işlevselciler ile Malinowski gibi işlevselciler yukarıda da değinildiği üzere, mitleri bir yönüyle, toplumsal düzenin sürdürülmesinde temelde psikolojik nitelikli olan ihtiyaç ve gerilimlere toplumsal düzeyde çözümler geliştiren mekanizmalar/kurumlar/araçlar olarak incelemişlerdir. Bu nedenle bu tür açıklama

115 Bkz. Clifford Geertz, Yerel Bilgi, Çev. Kudret Emiroğlu, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2007.

116 Özbudun ve d., a.g.e., s. 320.

girişimlerini, psikolojik temelli kuramlardan özellikle Freud ve Jung’un kuramlarıyla karşılaştırmak, benzerlik ve farklarını ortaya koymak bir gerekliliktir.

Sigmund Freud, ilkel toplumlarda büyücülüğün ve dinin psikanalitik yöntemle açıklamasını yapmaktadır. Ona göre, ilkel toplumlarda görülen dini davranışlar, nevrotik hastalıklarla büyük benzerlik taşımaktadır. Din olgusu, işte bu benzerlikten faydalanarak aydınlatılabilir.

Freud’a göre ilkel toplumları incelemek, çağdaş toplumlar hakkında da bilgi edinmemizi sağlar; çünkü insanlık ilerlemektedir ve tüm toplumların içinden geçmek zorunda oldukları evreler vardır. Öyleyse ilkellerin incelenmesi, geçmişimize ışık tutar. Burada evrimci bir perspektifin etkisi kendisini göstermektedir.

Freud’un incelemesinde merkeze aldığı iki temel kavram, kitaba adını veren totem ve tabu kavramlarıdır. Freud totemi şöyle tanımlamaktadır: “Genellikle, bu, tehlikesiz ya da tehlikeli ve korkulan bir hayvan, daha seyrek olarak da bir bitki ya da doğa gücü (yağmur, su) olup, grubun bütünüyle özel bir ilişki içinde bulunur”117 . Totem, klanın koruyucusu ve atasıdır; aynı toteme bağlı olan insanlar birbirleriyle cinsel ilişkiye girememektedir. Ayrıca totemin temsil ettiği şeyi yeme ya da dokunma yasağı gibi yasaklar da totem olgusunu tamamlar. Totemin en önemli ve Freud’a göre belki de tek işlevi, getirdiği ağır cinsel yasaklar ve kurallardır. Aynı toteme bağlı olanlar arası cinsel ilişkinin yasaklanması, bugün anladığımız anlamda ensest yasağını da içerebilen, geniş anlamda bir ensest yasağıdır. Totemle ilgili yasakların çiğnenmesi ağır yaptırımlara bağlanmıştır. Böylesi çok katı yasakların

117 Sigmund Freud, Totem ve Tabu, Çev. K. Sahir Sel, İstanbul, Sosyal Yayınları, 1996, s. 13.

nedeni “ilkellerin ‘insanı günaha iten nefsin baştan çıkarmaları’na belki de bizden daha fazla maruz kalmaları[dır]"118.

Freud tabuyu, “ensest korkusu”yla açıklamaktadır. Tabu, ilkellerin ensest ediminde bulunmalarını yasaklamak için vardır ve tıpkı çocuklukta görülen ensest korkusu gibi nedensiz ve kendisinden başka herhangi bir dayanağı ve açıklaması olmayan bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Bu korkuyu besleyen tabu, “ ‘ensest’

isteklerinin tehlikesini sezen ilkellerin bu isteklere karşı en şiddetli savunma yollarıyla kendilerini koruduklarını” göstermektedir.

Tabu sözcüğünün günümüzde tam karşılığı yoktur; eski Roma dilinde

‘sacer’e tekabül etmektedir. Kelime, hem ‘kirli’ye hem de ‘kutsal’a gönderme yapar ve bu iki zıt kavramı bünyesinde barındırır. “Sözcük anlamıyla tabu dendiği zaman bir de olağanüstü kutsal, aynı zamanda da tehlikeli, kirli ve gizemli olan her şey anlaşılır”. Tabu olan şeye ilişkin çok çeşitli yasaklar söz konusudur. Bu yasakların çiğnenmesi korkunç kabul edilmektedir. Freud öncelikle tabuya ilişkin W. Wundt’un açıklamalarını ele alır. Buna göre totemciliğin temelinde şeytanlara karşı duyulan korku yatmaktadır. Tabu, bu korkuların nesnelleşmiş halidir. Zamanla şeytan inancından ayrılmış ve bağımsız bir korku ve nefret nesnesi haline gelmiştir. Freud, Wundt’un bu tarihsel yaklaşımını yeterli görmemektedir; zira “ne korkuyu ne de şeytanı psikolojide daha öteye götürülemez olgular olarak kabul etmeye olanak yoktur” . Freud en ‘temelde’ yatan neden ile ilgilenmektedir.

Freud’a göre bu temel neden, ‘zorlanma nevrozluları’ denilen hastalar ile ilkellerin karşılaştırılması ile ortaya çıkarılabilir. Ortak noktaları çoktur. Öncelikle

118 A.g.e., s. 13 vd.

zorlama nevrozlularında görülen yasaklamalar tabudaki gibi nedensiz görünmektedir.

Ayrıca her ikisinde de dokunma korkusu ön plana çıkmaktadır. Yine her ikisinde de yasağın çiğnenmesinin gerçek bir cezaya bağlanmasının önemi yoktur; hem nevroz hastası hem de ilkel insan, yasağı çiğnemesiyle başına kötü bir şey geleceğine derin bir inanç duymaktadır. Her iki durumda da tabu veya yasaklı nesnede yasak, başka şeylere temas ya da diğer dolaylı yollarla bulaşma eğilimindedir. Bu bulaşma sonucunda ‘kirlenen’ şeyin bir arınma/temizlenme ritüeline dâhil edilmesi gerekmektedir.

Çeşitli tabu türleri üzerinden örnekler ele alan Freud, tabunun, ilkel insanın birtakım yasaklar ile temel dürtülerinin baskılanması sürecinde işleyen bir mekanizmaya ilişkin olduğunu göstermektedir. Özellikle ölüm ve cinsellik gibi iki temel olguya ilişkin getirilen temel yasaklar, ilkel insanın bu yasaklar karşısında ikili bir ruh haline girmesine yol açmaktadır. İlkel, konulan yasak ile yasaklanan şeye karşı dürtülerini bastırmakta, ancak bu dürtüleri yok edememektedir. Söz konusu dürtüleri yön değiştirmek suretiyle başka bir nesneye yönlendirmekte, adeta o nesneyi ikame etmektedir. Tabu, bir tür bastırma mekanizmasıdır ve ortaya çıkan gerilimin kontrollü bir şekilde emilmesini sağlamaktadır.

Freud, mitleri, id, ego ve süperego arasındaki ilişkileri farklı yollarla yansıtan ve tercüme edilmesi/yorumlanması gereken, ilkel insanın gördüğü bir düş gibi ele almaktadır. Hastaların çocukluk deneyimlerini çarpıtarak anlatmasına benzer bir biçimde, mitler de ilkel insanın çarpıtılmış anlatısıdır. Bastırılmış olanın tersine çevrilmiş simgesel bir ifadesini içermektedir. Örneğin, Freud’a göre, Prometheus mitinde Prometheus’un ateşi içi boş bir sopada saklayarak çalması ve tanrıları kandırması aslında tanrılarla temsil edilen sınırsız arzuların (id) söndürülmek yerine

başka yere yöneltilmesini ve bu sayede bastırılmasını ifade etmektedir. Ancak bunu yaparken simgeleri tersine çevirmekte, çarpıtmaktadır. Örneğin içi boş meşale bir penis simgesiyken ve idrar yoluyla ateşi söndürme aracıyken, mitte tam tersine ateşi saklama aracı olarak çıkmaktadır. Tanrılar için ensestin tabu olmaması ve onlar için bir ayrıcalık olarak kalması, tanrıların süperegonun temsilcisi olduğunu gösterirken, mitteki anlatımda tanrılar tam tersine içgüdülerin/idin temsilcisi olarak sunulmaktadır. Freud’a göre, Zeus’un cezası olarak bir kartalın Prometheus’un her seferinde yeniden biten ciğerini yemesi “libidinal arzuların doyma yoluyla söndürüldükten sonra canlanmasını” anlatmaktadır119. İnsanlık için gerekli ve yararlı olan bu yasağın cezalandırılmasını ise suçluluk duygusuyla ilişkilendirmektedir120.

Carl Gustav Jung, ‘kolektif bilinçdışı’nın varlığını savunmuştur. Kolektif bilinçdışı, kişisel bilinçdışından daha derindedir ve kalıtımsaldır. İnsanlığın geçmiş tecrübelerinin ve zihinsel faaliyetlerinin uzantısı olup, kişinin kendi deneyimleri yoluyla bilince çıkabilirler. İçgüdüler, kolektif bilinçdışının bir ürünüdür ve onun varlığının göstergesidir.

‘Arketip’ler ise içgüdüler dışında kolektif bilinçdışının bir diğer unsurudur.

Arketipler, toplumsal düzeyde yaygın olarak görülen tipik imgelerdir. Jung, insanların kendileri görmemiş ve tecrübe etmemiş oldukları bazı imgeleri yani “arketip imajları”, rüyalarında gördüklerini söylemektedir. Bu imgeler simgesel olup mitolojik varlıklar, hayvan ve bitkiler ya da geometrik şekiller biçiminde olabilir. Yine bazı duygular, doğum, ölüm ergenliğe geçiş gibi evrelerde toplumda yaygın olarak tipik biçimlerde

119 Sigmund Freud, “Ateşin Ele Geçirilmesi ve Denetim Altına Alınması”, Dinin Kökenleri, Çev. Ayşen Tekşen Kapkın, İstanbul, Payel Yayınları, 2002, s. 219.

120 A.g.e., ss. 217-223.

kendini göstermektedir. Bu tipik görüntüler ve duygular, kolektif bilinçdışının bir parçası olup insanlığı uzun geçmişinden kalan bir mirastır121.

Mitler tüm toplumlarda yaygın olarak var olagelmiştir. Jung’a göre mitler dünyanın yaratılışı, gök cisimleri, doğa olayları ve benzerini konu edinebilir; bu haliyle bilincin bir ürünü gibi görünmektedir. Ancak aynı zamanda kolektif bilinçdışının bir ifadesidir. İnsanlığın ortak zihinsel dünyası, deneyimleri, sorunları çözme biçimleri arketipler olarak mitler içinde ifade edilmiştir122.

Görüldüğü üzere, hem Freud hem de Jung, mitlerdeki simgeleri incelemiştir.

Bu simgeler, bilinçli bir şekilde mitlere yerleştirilmemiş olup, anlamları da tek tek kişiler tarafından bilinmeyebilir. Mitlerin lafzının arkasında gizli, ancak çözümlemeyle ortaya çıkabilecek başka anlamlar vardır ve bu anlamlar toplumların ortak zihinsel dünyasını bize yansıtmaktadır.