• Sonuç bulunamadı

ENTELEKTÜEL: KAVRAMSAL VE TARĠHSEL ARKA PLAN

1.5. ENTELEKTÜEL FARKINDALIK: EYLEMCĠ KĠġĠLĠK VE PRAKSĠS DÜġÜNCESĠ DÜġÜNCESĠ

1.5.1. Praksis ve Praksis Felsefesini Anlamak

olarak mühürlenmiş sembolik duruşunun hangisinin entelektüele daha iyi geleceğinin normatif bir eleştirisini yapmak sorunludur.

1.5. ENTELEKTÜEL FARKINDALIK: EYLEMCĠ KĠġĠLĠK VE PRAKSĠS

şekli olarak iki ölçütü ortaya çıkarmaktadır: Bir tarafta doğru insan ve diğer tarafta özgür yaşam (Bernstein, 1971, s. X). Bir diğer ifadeyle praksis, teori ve pratiğin birliğine yapılan vurgu anlamında, düşünce tarihinde ortaya çıkmış ve bu alanda da çeşitli biçimlerinin sürekli olarak araştırıldığı, çözümlendiği ve eleştirildiği bir konu olmuştur. Var olan bütün dünya görüşleri ile bütün felsefi akımların bu sorunla uğraşmış bulundukları yadsınamaz bir gerçekliktir (Gramsci, 1986, s. 245). Özellikle Batı felsefesi tarihinde ve Anglo-Avrupa geleneğinde praksis algılayışlarının belirleyici bir konuma sahip olduğu söylenebilir. Sözü edilen geleneğin içerisinde praksis, Platon ve tüm idealistlerde bilgi ve anlayış ilkeleri doğrultusundaki eylemleri, Sofistler ile devamında Varoluşçuluk akımı temsilcilerinde bireyin varlığının iradesini gösteren hareketleri berraklaştırırken Aristoteles ve Pragmatist felsefecilerde sadece sorun olduğu durumlarda eylemsel tepkiler şeklinde ve doğal gereksinimlerin karşılanmasını amaçlayan üretim sürecindeki eylemleri ortaya koymada değerlendirilmektedir. Sofistik ve pragmatik düşüncede pratik, doğrudan eylem terimini açıklar (Hall, 1980, s. 57).

Bernstein‟a göre, praksis ve hareket konusu ile doğrudan ilgili dört felsefi düşünce söz konusudur: Marksizm, existanyalizm (varoluşçuluk), pragmatizm ve analitik felsefe (1971, s. 1).

Praksisin farklı düşünce sistemlerindeki kullanımlarından ötürü, terim en nihayetinde insani etkinliğin bir türü olarak ele alınmaktadır. İnsani eylemlilik kendisini insanın pratiklerinde, davranış süreçlerinde, jest, eylemler ve ayrıca kurumlar içinde temellendirir. Bu vücut bulmuş nesneler, insanların karşısına toplumsal kurum olarak, örneğin, devlet, para, iş ilişkileri ya da dil olarak çıkar. Çünkü iş bölümü gerçekleşmiş toplumlarda emek ürünü ile üretim eylemi birbirinden kopuktur. Karşımıza çıkan bütün toplumsallık pratikten bağımsız olarak yansır. Bu bağımsızlık perdesi arkasında toplumsal ilişkilerin üretimi gözden kaçar. Hiyerarşik sıralamalar, ritüeller ve yaşam biçimleri etkili bir biçimde nesnelleştirilir ki, insana nesnel dış dünya olarak yansırlar.

Böylelikle kendi elimizle ürettiklerimize yönelik ilişkimiz eşyasal bir ilişkiye bürünür.

Bunların her yerdeliği her bir insan için Gramsci᾽nin ifade ettiği gibi, nesnel ve etkin gerçekliktir. Bu gerçeklik içinde bulunan yaşam tarzı gerçekten doğru olandır. Bu yaşam biçimi, meşru, güncel, akla kenetlenmiş kişiler arası eylemler ve anlayış tarzı olarak yansır ve insan pratikleri içinde toplumsal olarak gerçekleşir. Bu pratikler içinde bireyler kendi iradeleriyle hareket eder ve kendi görüş ve inançlarına uygun şekilde

davranırlar. Aynı anda bu pratikler toplumsal anlamda önceden hazır olan ve diğer taraftan toplumu yönlendirmekte uygun görülen ritüellerden, tartışmalardan ve kurumlardan faydalanır. Bu durumda insan pratikleri, tasarruf edilmiş toplumsal davranış repertuarı içinde mümkün olan ve hatta istenilen davranış biçimleri arasında hareket eder. Pratik bakış açısından, dünya sembolik boyutuyla karşılaştırılarak, geleneksel düşünme tarzı (yani bilinç dediğimiz olgu) imkânsızlaşır. Daha yakından bakacak olursak, düşünmeyi bilincimizde oluşan bir şekillenme olarak değil, Latince‟de ifade edilen hali ile consciencia᾽sı olarak yani, bilgiye ortak olma ve karşılıklı paylaşım anlamında anlamamız gerekir. Marx‟ın vurguladığı gibi, düşünce pratikte gerçekleşir ve gerçek yaşamın dili olarak adlandırılır. Dünya spesifik tarihsel yaşam tarzı olarak her zaman ön anlam taşır ve bu anlam eş zamanlı olarak, pratik eylemsellik içinde değişir.

Eylemsel bütünlük içerisinde içe ve dışa yönelik yani, toplumsal aktöre ve çevresine yönelik bir anlam sıralaması gerçekleşir. Bu anlamlar dışa vurulur ve anlamı taşıyan haline girerken, insanın üretimi ve insanın anlamlarının üretimi de pratikle örtüşür ve insanın üretimi de insani anlamların alanı ve aracına dönüşür (Schnegg, 2007, s. 91). Bu durumda insan, toplumsal bir varlık olduğundan bütün pratiklerinde kendisini diğeriyle ilişkilendirir. Yaşamını toplumsal olarak yaşar, kendisini diğerleriyle ilişkilendirip bu ilişkileri sürdürebilmeyi başardığı kadar, diğer bir ifadeyle pratikte eylemi gerçekleştirdiği kadar, yaşayabilir. Pratikler toplumsal cereyan eder demek, belli bir bilgi içinde cereyan eder anlamını taşımaktadır. Bu etkin bağlamın iki tarafı vardır. Bir yandan pratikteki eylemsel bütünlük içinde, yani iş, kültür üretme, sportif faaliyet spesifik bir dünya ve kendinle olan ilişki ile belirir. Öte yandan pratikler bu işlevleriyle birey için ancak iş, kültür üretme ve sportif faaliyet olarak anlaşıldığı zaman anlam taşırlar. Yalnız bu yolla insanlar kendileri ve dünyada olanlar hakkında tekrardan bilgi edinirler ve pratiklerini gerçekleştirmiş olurlar (Schnegg, 2007, s. 92). Diğer bir ifadeyle, toplum içerisinde hareket halinde olan bireyin davranışları doğrudan bir pratiktir. Ancak birey, bu davranış bilincine varmış değildir. Bilinç oluşurken, kimi zaman birey bazı tutarsızlıklar içinde olabilmektedir. Ancak yine de eylem halinde bulunurken iki bilinç düzeyinden söz etmek gerekmektedir: Birincisi, bireylerin etkinliğinde örtük bulunan ve gerçek dünyanın pratik dönüşümünde etkinleşen, onu kendi çevresindeki diğer eylem içinde olanlarla birleştiren bilinçtir. Bilincin diğer yansıması ise geçmişten devralınan ve eleştiri olmaksızın benimsenen, sözel ya da

yüzeyde kalan bir bilinçtir. Sözsel açıklık, toplumsal ilişkileri belirler ve kişilerin etik davranışlarını etkiler. İnsanın kendi kendisini anlaması, tanıması, gerçeğin bilincine varmakta daha yüksek bir noktaya ulaşması önce etik, daha sonra ise siyasal alanda, karşıt yönlü politik hegemonya savaşı içerisinde mümkün olabilmektedir. Bu anlamda baskı gücünün bir öğesi olma bilinci, kendi kendinin bilincine varmanın ilk aşamasıdır.

Belli bir hegemonik gücün parçası olunduğuna dair bilinç edinme, kuram ile pratiğin en sonunda bir teklik olacağı ilerlemeci bir öz bilince doğru giden ilk aşamadır.

Dolayısıyla kuram ile pratiğin birliği, mekanik bir olgu değil, tarihsel sürecin bir parçası olma özelliğine sahiptir (Forgacs, 2010, s. 415; Gramsci, 1985, s. 65). Eylem, bireyin ulaşmasını hedeflediği amacı anlamında tarihin bir konusu olur. Bu nedenle entelektüel duruş ile her zaman baskın olarak anlaşılan husus, tarihsel olarak kurumların ya da maddi gücü olanlardan ziyade büyük adamların eylemleridir (Hall, 1980, s. 58).

Genel anlamda Marksizm düşüncesinde ise modern toplum hiyerarşik sosyal bir yapı ve sosyal çatışma alanı olarak görülmektedir. Modern toplumun başlıca özellikleri özel girişimci tarafından meta üretimi, kafa ve el işinin ayırımı, iş ve işlevsellik bölümü, ekonomik, hukuksal ve sosyal yaşam biçimlerinin normlaştırılmasıdır. Bu sıralamanın belli pratiklerde farklı biçimde ifade edildiğinden yola çıkarsak, iki sonuç elde ederiz.

İlk olarak bu pratikler içinde hiyerarşik yapılanmalar ve egemenlik ilişkilerinin gerçekleştiğini ve pekiştiğini görmekteyiz. Buna eş zamanlı olarak, pratik üslupları içinde toplumsal çatışmalar ve yeniden yapılanma pazarlıkları gerçekleşir ve bu zeminde söz konusu sıralama yeniden meşrulaştırılır ve temellendirilir. Bu demektir ki, pratik, rutini, homojenliği, durağanlığı ve değişimi, kalkınmayı ve gelişmeyi eylemselleştirenin kendisidir. Bu bağlamda pratik, her zaman çerçevelenmiş ve belirli bir istikamete yöneliktir. Ancak pratik tek bir nedensellik temelinde belirlenmemektedir. Bu nedenle Marx için pratik ayrıca ve aynı zamanda bir devrimci eylemliliktir. Devrimcilik, birebir devrimle ilişiği olan pratiği değil, öncelikle şimdiki zaman halini değiştirmeye hazır ve yarının yeniliklerine açık olan pratiği kasteder. Bu anlamda belirsizlik, her spesifik toplum için karakteristik olan gerçeklik alanı ve imkanlar ufku arasındaki gerilim tarafından üretilir. Pratik belirsizdir. Şimdiki zaman ise eylemsel bütünlük olarak böyle ya da diğer türlü gerçekleşir (Schnegg, 2007, s. 92).

Dolayısıyla, Marksizmde praksisin bir insani etkinlik olarak sadece devrimci bir hareket tarzını mı, yoksa insanı içine alan tüm politik hareketleri mi kapsadığı konusunda henüz tam bir düşünce birlikteliği söz konusu değildir (Forgacs, 2010, s. 413). Sadece şunu söylemek mümkündür: Marksist düşüncede praksis, pratiğin uygunluğunun tanımlanmasına olanak sağlayan bir konumdadır ve böylesi bir karakterin yaratımını içerir. Praksisin anlamı, bilme anlayışının geleneksel olarak egemenliğini yaparken, insan ruhunun temel fonksiyonunu da yerine getirmektir (Hall, 1980, s. 57).

Terimin Marksizme kadar arka planını destekleyen diğer fikirsel tartışmalar Bacon, Kant, Schelling ve Hegel gibi düşünürlerin teori ve pratik ayrımı üzerine yaptıkları değerlendirmelerde görülebilir. Özellikle Hegel düşüncesinde praksis bir reform ve hatta bir gelişmedir (Hegel, 2011) . Bu düşünüşte, praksis felsefesi, her türlü tek yanlı ve bağnaz ideolojik öğeden kurtulmuş bir felsefedir. Çelişkilerin tam bilincidir, birey ya da tüm toplumsal gruplar olarak filozofun kendisi, bu bilinç içinde, çelişkileri yalnızca kavramakla kalmayan, ama kendini de bir çelişki öğesi olarak gösteren ve bu öğeyi bir bilgi ve dolayısıyla bir eylem ilkesine yükseltendir (Gramsci, 1986, s. 264).

Praksis düşüncesini ele aldığımızda ise onu belirleyen iki temel unsur olduğunu görmek mümkündür. Bunlardan biri insan, diğeri ise felsefedir. İnsan ile vurgulanan husus, yukarıda da altı çizildiği gibi, eylemi gerçekleştiren kişi olması ve aynı zamanda bu eylemci kişinin eylemi gerçekleştirirken nasıl bir algıya sahip olduğudur. Toplumsal eylemler durumunda olan insan, pratik anlamda aktif haldedir. Ancak bu etkinliğin bilincine kendisi de aktif olarak pratik içerisinde olmadan asla ulaşamaz. Bu noktada bireyler praksis halinde iken, aktif yaşam içerisinde pratik bir etkinlikte bulunurlar, ancak bu onların kuramsal bir bilince sahip oldukları anlamına gelmemektedir. Çoğu zaman kitle içinde aktif olan bir insanın kuramsal bilinci tarihsel bakımdan, kendi etkinliğine karşıt olabilmektedir (Forgacs, 2010, s. 415). Dolayısıyla insanın eylemleri arasındaki kurumsal bilinci belirleyen şey, onun kendisi ile düştüğü çelişkiler ve bir anlamda diyalektiğidir. Çünkü praksis düşüncesinin özüne, eleştirel sorgulamalar ve var olan somut düşünceyi sürekli yerinden etme durumu hâkimdir. Bu durumda ortak duyunun bir eleştirisi söz konusudur (Forgacs, 2010, s. 413). Dolayısıyla parksis felsefesi, çok yaygın görüşe göre, diyalektik bir bilimi olarak katıksız bir felsefe olma özelliğini taşımaktadır. Kurucu felsefesinin öğretici olan bölümlerinin hiç birinin

önemini yadsımaz. Bir anlamda praksis, klasik Alman felsefesinin, İngiliz klasik iktisadının, Fransız siyasal etkinlik ve biliminin, 1848‟e doğru erişmiş bulundukları en yüksek düzeyin sonu ve aynı zamanda aşılması olan üç kurucu parçadan oluşmuş bulunduğu anlamına gelmektedir (Gramsci, 1986, s. 279). Praksis felsefesi özgül olarak tarih teorisinin kendisidir.

Praksis düşüncesinin ikinci birleşeni olan felsefe ile ilgili yürütülecek bir diğer tartışmada, çeşitli felsefe ve düşünce biçimleri arasında insanın her zaman bir seçim yapması durumunda bunu nasıl yapacağıdır. Diğer bir ifade ile insanın düşünce ile davranışı arasında her zaman bir çelişme olabileceğini varsayarsak, bu durumda

„gerçek‟ dünya görüşü ne olacaktır? Bunu belirleyen davranış mıdır, yoksa onun arkasında yer alan düşünce midir? Davranışlar şayet her zaman siyasi bir nitelikte ise, kişinin gerçekliği düşüncede mi yoksa davranışta mı görülecektir?

Aslında düşünce ile davranış arasında bir ikilik söz konusudur. Düşünce kendini sözle belli ederken, davranış ise eylemde kendini göstermektedir. Belli bir dünya görüşüne sahip toplumsal bir grup, kendini eylem içinde ortaya koyar ve sırası geldikçe organik bir birlik varmışçasına davranır. Öyle ise felsefeyi de politikadan ayıramayız ve her dünya görüşü kendi başına politik bir olaydır (Gramsci, 1985, s. 57-58). Bu anlamda tasavvur edilen felsefe, yarattığı düşünce tarzıyla gerçek hayata geçen ve ondan beslenen bir haldedir. Felsefe olarak praksis düşüncesi de kuram ile pratik arasında birliği sağlamak durumundadır. Ancak bu henüz başlangıç aşamasındadır. Tarihsel olarak pratik ile kuramın birleşmesi sürecindeki sorunların temelinde, insanların kuramdan pratiğin bir “tamamlayıcısı”, bir “aksesuarı” ya da “hizmetkârı” gibi söz etmeye devam etmeleri gelmektedir (Forgacs, 2010, s. 415). Bu, entelektüellerin siyasal alandaki sorunsallarının yansımasından kaynaklanır. Burada bir diğer sorun nokta ile karşılaşılır. Bir felsefe akımı, sadece sınırlı bir entelektüeller topluluğunu ilgilendiren özel bir kültürel gelişim üstünde çalışıldığı zaman bir felsefe akımı mı olur. Ya da bir yüksek düşünceyi ortak duyuya indirgemeye, uygulamaya ve bunu yaparkende hiçbir zaman “basit insanlarla” olan ilişkisini koparmamaya dikkat ettiği ve bu ilişkide ele alınıp çözümlenmesi gereken sorunların kaynağını bulduğu zaman mı felsefi olma özelliğine ulaşabilir? Gramsci‟e göre, eğer bir felsefe ancak sorunun ikinci kısmında ifade edildiği şekilde kalırsa, tarihsel olabilir ve bireysel özü entelektüalist öğelerle

kurulabilir. İşte bu temelde geliştiği oranda yaşayan bir düşünce niteliği kazanabilir (Gramsci, 1985, s. 62-63). Dolayısıyla praksis felsefesi „basit‟ insanları, onları kendi

„sıradan‟ ortak duyu felsefelerine terk etmez, onları yaşama ilişkin daha yüksek bir kavrayışa taşıma amacına sahiptir. Praksis felsefesi entelektüeller ile „basit‟ insanlar arasında ilişki kurulması gerektiğini olumluyorsa, bilimsel etkinliği sınırlandırmak ve kitlelerin alt düzeydeki birliğini korumak için değil, ufak entelektüel grupların yanı sıra kitlenin de entelektüel ilerlemesini siyasal açıdan mümkün kılabilecek entelektüel-moral bir blok inşa etme hedefindedir (Forgacs, 2010, s. 413)42. Bu çerçeve içerisinde Gramsci‟nin düşüncesinde yer bulan praksis felsefesinin entelektüellerin felsefesinin bir eleştirisi olması doğaldır. Çünkü entelektüelin varlığı ile yaptığı şey, düşüncesini üst bir noktaya çıkartmaktır. Oysa felsefe praksis ile ortak bir duyuya indirgendi zaman, bunun eleştirisini de yapmış olmak mümkün olmaktadır.

En özünde praksis felsefesi, Marksist düşünce içinde yer almak anlamını taşımaktadır.

Anlam olarak praksis, teori (felsefe) ile pratiğin birbiriyle tam bir diyalektik kaynaşması şeklinde ifade olunduğundan özde bir Marksçılık ifade etmektedir (Gramsci, 1985, s.

64). Marx‟ın Das Kapitali doğrudan bir entelektüel praksisdir. Kapital‟in anlaşılması, bu şartlar altında kurtuluş felsefesi üzerinden kapitalist üretim tarzının küresel egemenliğine yönelik bilimsel bir kavrayış ile mümkündür (Wolf, 2007, s. 193). Benzer bir şekilde çağımız düşünürlerinden Alex Demiroviç‟e göre, Marx‟ın Kapitali, geleneksel entelektüel praksisin özünde gelişecektir: Okumak, tartışmak, yazmak şeklinde belirecektir. Başka türlü bir teorinin üstlenilmesi gerçekleşemez (2010, s. 153).

Diğer bir ifadeyle, bir teorinin benimsenmesi ve katkı sağlanarak geliştirilmesi, ancak bu şekilde mümkün olabilmektedir. Dolayısıyla praksis‟in Marx‟ın argümanları üzerinden yeniden güncelleştirilmesi gerekli olmaktadır.

42 Praksis felesefesi, süreç olarak 19. yüzyılın ilk yarısında, klasik Alman felsefesi, klasik İngiliz ekonomisi ve Fransız siyasal pratiği tarafından simgelenen kültürün en yüksek gelişme temeli üzerinde doğmuş ve bu üçlü etki praksis felsefesinin, ekonomisinin, politikasının hazırlanmasına tek tek ya da dolaylı olarak bir hazırlayıcı şeklinde etkili olmuştur. Gramsci bu üç sürecinde teorik, politik ve kültürel anlamda hazırlayıcı birer uğrak olduğunu ifade eder.

Alman felsefesinin önerdiği kurgu biçimini dile getirdiği için, Fransız politikası ve İngiliz klasik iktisadı yardımıyla tarihselci bir biçimde çevrilmiş bulunan yeni içkinlik kavramında bu üçlü etkinin birleştiriciliğini görmek mümkündür. Belli bir anlamda, praksis felsefesi eşittir Hegel artı David Ricordo denilebilir (Gramsci, 1986, s. 261).

Marx‟ın Feuerbach Üzerine Tezleri‟nde sergilediği fenomenolojide, praksis kavramının nüvelerini zaten görmekteyiz. Bu tezlerden praksis üzerine yaptığı değerlendirmelere baktığımızda, özellikle On Birinci Tez‟de yer alan ifadeler, konunun temellerini belirler niteliktedir ve praksise yapılan vurgu nedeniyle en önemli tez olarak değerlendirilebilir:

“Filozoflar, dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, sorun onu değiştirmektir” (Marx-Engels, 2004, s. 24). Marx diğer bir temel argümanı sekizinci tezde ifade etmektedir: “Her toplumsal yaşam, özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe götüren bütün giz‟ler, ussal çözümlerini, insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranmasında bulur” (Marx-Engels, 2004, s. 23). Her ne kadar Onbirinci ve Sekizinci Tez açık bir praksis vurgusuna sahip olsa da, tezlerin her biri praksisin anlamı ve önemine dikkat çekmektedir, zira bu tezler Marx‟ın klasik düşünceden kopuşunun Ludwig Feuerbach eleştirisi üzerinden şekillenmesinin bir göstergesidir. Bu kopuş, yukarıda da ifade edildiği gibi, aslında Marx‟ın kapitalizmin özünü anlamaya yönelik felsefi yapılanmasının anahtar kavramı olan praksis‟tir. Praksis, Marx‟ın devrimci pratiğinin ne anlama geldiğini ve üretim ilişkileri, sosyal yapı ve insanın topluluk içindeki varlığına ilişkin temellerini açıklamada nasıl bir kavrayıcı bakış açısını ortaya koyduğunun altını çizmektedir ( Bernstein, 1971, s. 13).

Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorunu – bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalarıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur (Marx-Engels, 2004, s. 22).

Praksis felsefesinin geldiği son aşamada, özellikle kuram ile pratiğin birliği kavramı Marx sonrasında derinlikli olarak tartışılmaya başlanmıştır (Gramsci, 1985, s. 66).

Günümüze gelindiğinde ise Hannah Arendt‟e göre de eylem veya praksisin gerçekte ne olduğunu şimdilerde unutmamız önemli bir tehlikedir. Arendt, modern çağda üretilmiş bir zihniyetin ya da amaç araç zihniyetinin ve emek zihniyetinin praksisi bozmuş ve çarpıtmış olduğunu öne sürmektedir (Bernstein, 1983, s. 44). Arendt‟in temel kaygısı ise, vita activa43‟ya ilişkin ve özellikle de insan aktivitesinin en yüksek biçimine –eylem (praxis) diye adlandırdığı şeye- ilişkin ayırt edici olan şeyi yeniden inşa etme çabasıdır.

43 Praksis üzerine düşünceleri ile bilinen Hannah Arendt‟in Vita Activa ile anlatmaya çalıştığı, üç temel insani etkinlik olan emek, iş ve eylemdir. Arendt‟e göre bunlardan her biri, yeryüzündeki hayatın insna içinde o şartla verildiği temel durumlardan birine karşılık geldiği için asildir (Arendt, 2000, s. 35).

Ona göre bu sadece entelektüel bir problem değil, aynı zamanda en hayati meseledir (Bernstein, 1983, s. 183). Praksisin bu anlamda unutulmasının nedeni ise Arendt‟e göre, totalitarizmdir. Çünkü totalitarizm, eylem ve politika için bir koşul olan çoğulculuğun kendisini yıkmaya çalışmaktadır (Bernstein, 1983, s. 184). Arendt‟in eylem ile açıklamaya çalıştığı şey, doğrudan insanlar arasında geçen etkinliktir. Bu durumda insanın çoğulluğundan söz edilir. Böylece, insanın değil, insanların yaşadıkları ve bu dünyadan oldukları gerçeğine referans verilmiş olunur. Arendt‟e göre, insanın bütün siyasi hayatının koşulunu çoğulluk durumu oluşturacaktır. Hatta Arendt, bunu Romalıların dilinde bir karşılaştırma ile birlikte kullanır: yaşamak, insanlar arasında olmak ile ölmek yani insanlar arasından çıkmak söylemlerini eş anlamlı olarak ele alır ve bunları birlikte kullanarak, insanın çoğullar içerisinde olmasının önemini vurgular (Arendt, 2000, s. 36).

Sonuç olarak, praksis felsefesine daha bütünlüklü olarak bakılması sonucunda, kuramın pratiğin sadece bir tamamlayıcısı olarak görülemeyeceğine hizmet edilmiş olunacaktır.

Eleştirel yoldan insanın kendi sınıf bilincine ulaşması sonucunda, tarihsel ve politik olarak bir seçkin entelektüel sınıfının yaratılmasının gerekliliği anlaşılacaktır.44 Böylece insan ancak örgütlenerek kendini başkalarından ayırt edebilecek ve kendiliğinden bağımsız bir duruma geçebilecektir (Gramsci, 1985, s. 66). Entelektüelin yetişmesi ise uzmanlaşmış kimseler arasında ve kuram-pratik ilişkisinin sağlanması ile mümkündür.

Entelektüelin yetiştirilme yolu uzun, güç ve çelişkilerle, ilerleme ve gerilemelerle, ayrılıp yeniden buluşmalarla doludur. Aslında bir yerde insanın eleştirel yoldan sınıf bilincine varması demek, tarihsel ve politik olarak bir seçkin entelektüel sınıfının yaratılması anlamını taşımaktadır. Bir insan topluluğu örgütlenmeden, kendini başkalarından ayırt edemez, kendiliğinden bağımsız bir duruma geçemez. Bu örgütleme işi içerisinde her zaman bir örgütleyici, entelektüel ve yönetici bulunacaktır. (Gramsci, 1985, s. 66).

44 Gramsci‟nin bu aşamadaki diğer bir değerlendirmesine göre, kuram ile pratik arasında kurulacak bağ “partiler” aracılığı ile yerine getirilecektir. Partiler, dünya görüşünün kurulmasında, yayılmasında önemli bir aracı işlevi görürler. Partiler yine de pratik ve kuramsal alanda etkin yığınları seçerler. Kuram ile pratik arasında sıkı bir ilişki kurarlar. Böylece dünya görüşleri daha kökten, daha canlı bir yenilik kazanır. Partiler bu haliyle yeni düşünsel ve toptancı kavramlar ortaya koyarlar, yani gerçek tarihsel bir süreç olarak, pratik ve kuram arasında birleştirici bir pota işini görürler (Gramsci, 1985, s. 67).