• Sonuç bulunamadı

Osmanlı’da Korsanlık Anlayışı

Belgede 1574 Tunus seferi organizasyonu (sayfa 47-59)

Günümüzde korsan denilince akla denizlerde yağma ve tecavüzlerde bulunan başıboş acımasız haydutlar gelmektedir. Aslında korsan kelimesi kökeni itibariyle Latince ‘corsair’den türemiştir. Bu ifade daha sonra çeşitli ses değişimlerine uğrayarak dünyadaki birçok dilin içerisinde kendisine yer bulmuştur. Bunun bu şekilde bilinmesinde şüphesiz

87 XV ve XVI.yy’larda Avrupalı denizciler tasarladıkları yeni ve büyük gemiler ile dünyanın keşfedilmeyen bölgelerine ulaştılar. Buralardan elde ettikleri kaynak ve ham madde ile denizcilik ve buna bağlı alanlara yatırım yaparak doğu tekniğinden üstün yapılar inşa ettiler.

batı kültürünün dünya üzerinde egemenlik kurması vardır. Bu tanıma göre hareket eden iç ve dış deniz haydutları, herhangi bir devleti, milleti veya orduyu temsil etmemektedir.

Korsanların amaçları denetimden uzak denizlerde korku ve kargaşa ortamı yaratarak kendilerine bir takım çıkarlar sağlamaktır. Bunlar daha çok bölgeden geçen ticaret gemilerine el koyma, devletlerin kıyı kesimlerindeki bölgelere yağma yapma ve savunma kuvvetleri zayıf olan bazı adalara baskın yapıp esir elde etme şeklinde gerçekleşmektedir. Ganimet için verilen bu mücadele bir düzen arz etmemekle birlikte gemi kaptanının şahsi istekleri ve düşünceleri doğrultusunda gerçekleşmektedir. Aktif zamanlarının çoğunu denizlerde geçiren bu grupların benimsedikleri veya sığındıkları liman yerleşimleri de vardır. Yıldırma girişimleriyle elde ettikleri limanlarda konuşlanan batı tipi korsanlar, evrensel ahlaki değerleri yok sayarak gerçekleştirdikleri her girişimde birçok inançtan ve milletten insanı zor duruma düşürürken, ekonomik bir çıkmazı da beraberlerinde getirdiler.

Denizlerde ticari hareketliliğin zayıflamasında önemli bir yere sahip olan korsanlar, kimi zaman topladıkları ganimetler ve adamlarıyla tipik olarak birkaç ada ve sahil kasabasından oluşan bölgelerini genişleterek doğu-batı arasındaki ilişkilerde de söz sahibi olmaya başladılar. Elbette askeri kuvvet bakımından devletlerden zayıf olan korsan grupları verdikleri mücadelelerde istikrardan da uzaktılar. Çok kayıp verdikleri ve başarısız olacaklarını anladıkları an geri çekilip şanslarını başka bölgelerde deniyorlardı.

Birbirinden ayrı gruplar halinde yaşamlarını sürdüren korsanlar kimi zaman kendi aralarında da üstünlük yarışına girip kanlı mücadeleler başlatıyorlardı. Böyle durumlar genellikle herhangi bir bölgenin haracı-ganimetini kendi kontrol alanlarına dâhil etme çabaları sonrası ortaya çıkıyordu. Bundan başka korsanlar arasında zor duruma düşen grupların gemilerinin ve ganimetlerinin yağmalandığına da rastlanılmaktadır. Korsanlar her halükarda denizlerdeki ticari faaliyetleri ve buradaki sosyal bağlantıları tahrip edip tehlikeye atmaktan geri durmuyorlardı.

Batının düzensiz ve istikrarsız korsan gruplarının aksine müslüman korsanları bir düzen içerisindeydi. Koordine şekilde hareket anlayışına sahip olan bu grup daha çok islami değerler çerçevesince faaliyet gösteriyordu.88 Cihat, gaza gibi dini değerlerin ön planda olması, kayıtsız ahlaki değerlerden uzak davranışlar içerisine girmelerine izin

vermiyordu. Şayet herhangi bir korsan gemisi hukuk dışı faaliyetler gösterip, haksız ganimet elde ederse harami levent olarak kayıt tutulur ve islam hukukuna göre yargılanırlardı.89 Aslında cihat ve gaza anlayışı islamın ilk dönemlerinden beri uygulanan, sınır bölgelerini güvene alma ve genişletme esasına dayanan dini bir politikaydı.90

Müslüman korsanlar genellikle kendi dinlerinden olan bir devletin veya eyaletin güdümünde ve ortak çıkarlar doğrultusunda hareket etmekteydiler.91 Tamamen başıboş olmamakla birlikte yarı resmi bir görev icra etmekteydiler. Böyle bir iş birliği denizlerde korku ve kargaşa yaymaktan çok müslüman tüccarlar ve anlaşma içerisindeki devletlerin güvenliğini sağlamak amacını taşıyordu.

Denizlerde her geçen gün değişkenlik gösteren bir vaziyetin oluşması, kıyı şeridindeki limanlarda ve adalarda ticari hayatın korsanlar tarafından baltalanmasına veya korsanlar tekelinde yeni ticari örgütlenmeler kurulmasına sebep oldu. Elbette başta hububat ve baharat gibi temel gıda ürünlerinin ticareti Akdeniz’de hayati bir öneme sahipti. Özellikle hububat ve buna bağlı ürünler hem orduların hem de herhangi bir devlete bağlı sıradan insanların beslenmeleri ve hayatta kalabilmeleri için gerekliydi. Doğal olarak bu derece öneme sahip bir ticari malın korunması en gerekli işlerden biridir. Aksi takdirde yaşanabilecek hadiseler birbirini tetikleyici nitelikte olacaktır. Kıtlığın baş göstermesi; insanlar arası huzursuzluğu doğurup bir ayaklanmaya sebep dahi olabilecektir, böyle bir durumda ordu yetersiz bakım ve beslenmeden dolayı ya isyanı bastıramayacak ya da bastırmak istemeyecektir. Bastırılamayan isyan son dalga olarak mevcut yönetimin değişmesinde veya ortadan kaldırılmasında oldukça etkili olacaktır. İşte böyle tehlikeli bir olasılığın gerçekleşmemesi adına, ticaretlerini denizlerde yapan müslüman devletler kendi varlıklarını korumak isteyip, özel görevli denizciler yetiştirmeye başladılar. Öncelikle kıyı şeritlerinin ve limanların güvenli tutulması, denizdeki ticaret yollarının denetim altında tutulması görevi bu denizciler tarafından üstlenildi.

89 Bostan, İ. (2011). Osmanlı Denizciliği, İstanbul: Kitap Yayınevi, s.24.

90 Köprülü, F. (2009). Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara: Farklı Yayınevi, s.106.

4.XVI. YÜZYIL’DA AKDENİZ VE ÇEVRESİNDEKİ SİYASİ

GELİŞMELER

Yüzyılın başında ünlü Türk denizcilerinden Oruç ve Hızır Reis Kuzey Afrika’da yaptıkları mücadeleler ile kendilerine yer tutmuş idiler. Tunus kralı Muhammed’in desteği ile buradaki Halikulvad’ı üst edindiler. 1517 yılında İspanya destekli Cezayir yönetimini devirip ve idarenin başına Oruç Reis geçti. Fas yönetimi ile de anlaşarak bölgede birlik oluşturmaya çalıştı. Kendisine bağlı askerleri ile Tilmesan ve Tenes’i topraklarına kattı. Bu olayın ardından Tunus yönetimi ile arası açıldı. 1518’de İspanya öncülüğünde birleşik hristiyan kuvvetlerine karşı mücadele ederken berberi bir grubun ihanetine uğradı. Reşit kalesinde kalabalık düşman kuvvetlerine karşı direnirken öldürüldü. Onun ölümünün ardından Cezayir merkezli kurulan devletin başına kardeşi Hızır Reis geçti. Bölge sınırlarının günden güne değiştiği bir dönemde tahta geçen Hızır Reis, 1519 yılında Cezayir’e yaklaşan büyük İspanyol donanmasını malubiyete uğrattı. Ancak hristiyanlar tarafından desteklenen yerli aşiretler Türk yönetimine karşı ayaklandılar. Bu sırada kendisine bağlı 35 parça gemiden oluşan deniz kuvveti vardı. Diğer taraftan Tilmesan ve Tenes meselesi yüzünden rakibi haline gelen Tunus yönetimi de Hızır Reis’i bölgede istemedi. Tüm bu gelişmeler üzerine Cezayir’i terk etmek zorunda kaldı. 1524’e kadar merkezi bir üstleri olmadan kendine bağlı kuvvetleri ile mücadele veren Hızır Reis bu tarihte Cezayir’e dönerek yönetimi ele geçirdi. Onun bu mücadelesi elbette hristiyan dünyası kadar Osmanlıların da dikkatini çekti. Esasen Hızır Reis’in I.Selim döneminden beri Osmanlı ile irtibatı bulunuyordu. O zamanda sultandan alınan özel izin ile Türk sahillerinden gönüllü 2.000 denizci toplanarak Cezayir’e gönderilmiş idi. Ancak Hızır Reis’in bu dönemde Osmanlı Devleti’ne karşı resmi bir bağlılığı yoktu.

Akdeniz’de Türk hakimiyeti yükselirken; Osmanlıların karşısına batıda rakip olarak Roma German İmparator’u V.Karl çıktı. O Hollanda, İspanya ve Napoli’yi kendi imparatorluğu etrafında organize ederken, Avrupa’nın tamamında yeni ve büyük bir oluşumun peşindeydi. Bu amaçla kendisine yeni hedef olarak İngiltere ve Fransa’yı belirledi. Karl’ın Fransa üzerine yürüme planı buranın kralı I.François tarafından da bilinmekteydi. Kendi üzerine gelen tehdidi savuşturmak istiyordu ama Avrupa’da güçlü bir müttefiki yoktu. I.Süleyman hem Avrupa haçlı birliğini içeriden bölmek hem de Roma German İmparatorluğu’na farklı ve uzak bölgelerde yeni cepheler açarak batıya ilerleyişini sürdürmek istiyordu. Osmanlıların bu hamlesi çok geçmeden V.Karl tarafından fark edildi.

1530’lu yıllara doğru Akdeniz ve çevresindeki siyasi olaylar iç içe ve karmaşık bir hale büründü. Karada yukarıda ifade edilen hadiseler gerçekleşirken denizlerde ise müslüman-hristiyan çatışması baş göstermiş idi. Bu dönemde Hızır Reis, Aydın ve Sinan Reis’ten yardım alarak gemi sayısını 48’e çıkardı. Onun Batı Akdeniz’de güçlendiği ve hakimiyet alanını genişlettiği sıralarda hristiyan denizci Andrea Doria da adını duyurmaya başladı. Çok geçmeden bu iki zıt kutubun mücadelesi kaçınılmaz oldu. Önce Fransa ile anlaşan Andrea Doria, kendisine yapılan kötü muamele sonucu saf değiştirerek V.Karl’ın tarafına geçti. Komutasına İspanya ve İtalyan şehir devletlerinin donanması verilerek asker sayısı çoğaltıldı. V.Karl’ın bu hareketi ile Osmanlı aleyhine yapılan ittifak denizlerde de kendine kuvvet buldu. 1532’ye gelindiğinde Andrea Doria Akdeniz’in doğusunda Türklere karşı başarılı girişimlerde bulundu. Özellikle Mora’nın ele geçirilmesi ile Osmanlı Devleti, güneyden ve batıdan kıskaca alındı. Böylece Batı ve Doğu Akdeniz arasındaki irtibat kesildi. Bu durumu fırsat bilen Andrea Doria kendisine bağlı birleşik kuvvetler ile Cezayir’e, Akdeniz’deki en tehlikeli rakibinin üzerine doğru harekete geçti.92 Ancak Cezayir’in karadan da sıkıştırılması, onun elini kuvvetlendirecekti. Bu niyetle Tunus beyi Beni Hafas’dan destek istedi. Bu teklifin olumlu yanıtlanması, Hızır Reis’i bölgede tek başına bıraktı. XVI.yy’da yükselişte olan Türk denizciliği bir anda büyük bir tehlike ve yıkım ile karşı karşıya kaldı.

1533’te Akdeniz’deki tüm siyasi gelişmeleri takip edip değerlendiren Hızır Reis, resmi olarak Osmanlı safına geçmek için girişimlerde bulundu. Böyle bir hadise şüphesiz iki tarafında menfaatine uygun düşecek idi. Aynı yıl Cezayir’den ayrılarak İstanbul’a doğru harekete geçti. Ancak daha önce yapması gereken işler vardı. Akdeniz’de rastladığı Türk denizcileri kendi etrafında toplayarak dağınık kuvvetleri birleştirdi. İstanbul’a geldiğinde padişah huzuruna çıkan Hızır Reis, tüm kuvvetleri ile I.Süleyman hizmetine girdi. Cezayir, Osmanlı Devleti’ne bağlanarak beylerbeyiliği haline getirildi. Denizlerde oluşturulan yeni düzen ile birlikte, bazı görevlerin belirlenmesi veya atanması gerekli idi. Bu gerekçe ile donanma başında bulunan Kemankeş Ahmet Paşa görevi, Hızır Reis’e devretti.

1534’te İstanbul destekli Hızır Reis topladığı seçme donanma ile İspanya’ya yardımda bulunan ve Cezayir’i tehdit eden Tunus beyi Beni Hafas üzerine hareket etti. Yaklaşık 90 parçadan oluşan deniz kuvveti Tunus’a yaklaştığı sırada Hızır Reis’in

92 Kuzey Afrika’da mağrip bölgesinde bulunan Türk yönetimlerinin, Osmanlı Devleti’ne uzak olmaları hem idari denetimi azaltmakta hem de askeri harekatların gecikmesine sebep olmaktaydı.

Cezayir’de bıraktığı kuvvetlerin desteğiyle daha da güçlendi. Aynı yıl harekata başlayan Hızır Reis Halkulvad ve Tunus’u ele geçirdi. Bu olay üzerine Andrea Doria bölgeye hareket ederek Türk kuvvetlerini kıskaca aldı. Birleşik hristiyan kuvvetleri karşısında daha fazla direnemeyeceğini anlayan Hızır Reis, burayı terk etmek zorunda kaldı. Karşı hamle yaparak İspanya ve İtalya kıyılarını vurdu, esir ve ganimet elde etti. Burada kazandığı başarı ile Tunus’taki başarısızlığı bir nebze hafifletmiş oldu.

Andrea Doria komutasındaki birleşik kuvvet ve Türk denizcileri arasındaki mücadeleye bir süre sessiz kalan Venedik 1538 yılında Papalık’ın ikna girişimleri sonucu tarafını belli etti. Onların bu kalabalık birliğe katılması ile birlikte Akdeniz siyasi olarak ikiye bölünmüş oldu. Bunlardan birincisi Avrupalı devletlerin kendi aralarında oluşturduğu ve papanın kurulması için öncülük ettiği Hristiyan birliği idi. Zaten Akdeniz’de 16.yy’ın başlarından beri İspanyollar, Portekizliler ve Venediklilerin başını çektiği batı denizciliği birbirine yakın düzeyde olmakla birlikte, hızlı bir gelişim süreci içerisine de girmişlerdi. Her ne kadar doğuya ve güneye yapılan saldırılarda ilk hedef müslüman tüccarlar olsa da, kendi aralarında rekabet edip birbirlerine saldırdıkları da olmuştur. İşte böyle bir durumda Papa’nın girişimi, aralarında derin bir mücadele olan Kutsal Roma German İmparatoru V. Karl ile Fransa kralı I.Francois’in barışmasını sağladı.93 1537’de imzaladıkları anlaşma gereği 10 yıl boyunca birbirlerine saldırıda bulunmayacaklardı.94 Aslında bu dönemde denizlerde etkili güçlerden biri de Venediklilerdi. Onların olmadığı resmi bir ittifak başarıdan çok uzak görünüyordu. Papa öncülüğünde batı ittifakı bu uğurda bir takım sahte vesikalar düzenleme yolunu tuttu. Buna göre karada ve denizde rakipleri olan Osmanlı İmparatorluğu, güya Venedik aleyhine savaş hazırlığı yapmaktaydı. Düzmece belgenin Venedik senatosuna ulaşması ile birlikte, korku ve endişe hızla yayıldı. Yaşanan bu olaydan sonra aynı yıl Venedik batı birliğine dahil oldu.

Avrupa tarafında 1537’e kadar tüm bu hadiseler yaşanırken Osmanlı ordusu doğu seferi ile meşgul idi. Doğu’da tekrar canlanan şii tehlikesi, batıdaki seferleri olumsuz etkilemekteydi.95 1535’te başarılı bir harekatla Osmanlı ordusu Tebriz’e kadar ilerledi. Bu sefer bir süreliğine de olsa doğu’dan gelecek tehlikeyi susturdu. Artık batıya ve denizlerdeki sorunlara yönelinebilinirdi.

93 Bostan, İ. Osmanlılar ve Deniz,, s.20-21.

94 Büyüktuğrul, A., a.g.e., s.238.

1537’de doğudaki Safeviler’in ve buna bağlı Anadolu’daki sorunların halledilmesi üzerine, Osmanlı kuvvetleri odağını haçlı birliğine karşı çevirdi. Bu tarihte Hızır Reis komutasındaki kalabalık Türk denizcileri ile birlikte Venediklilerin elinde bulunan Aniye, Bara, Egine, İstendil, Kaşot, Kerpe ve Sire adalarını ele geçirdi. Bununla da kalmayıp İspanya ve İtalya kıyılarını tekrar vurarak Papa öncülüğünde kurulan birliği harekete geçmeye zorladı.

Hızır Reis ve komutasındaki Türk denizcileri Akdeniz ve Ege’de Osmanlı hakimiyetini pekiştirirken, birleşik haçlı kuvvetleri bu durumun önüne geçmek için Türklerle tekrar mücadele edilmesine karar verdiler. 1538 yılında Andrea Doria komutasına yaklaşık 600 gemiden oluşan o güne kadar görülmemiş büyüklükte bir donanma verildi. 60.000 kadar levendiyle birlikte bu donanma büyük gemi ve toplara da sahipti. Dönem şartlarına göre üstün nitelikte donatılan haçlı kuvveti aynı yılın yaz aylarında Preveze’ye ulaştı.96 Bu haberi alan Hızır Reis 122 parçadan oluşan donanması ile birlikte harekete geçti. 27 Eylül 1538 tarihinde iki donanma Preveze’de karşı karşıya geldi. Andrea Doria rüzgarın da etkisiyle kalabalık kuvvetleri kontrol etmekte zorlandı. Buna karşılık Türk kuvvetleri y şeklinde geniş bir eğri halinde dizildi. Haçlıların aksine Rüzgar ve diğer hava şartları Türklerden yana seyretmekteydi. Aynı tarihte gerçekleşen mücadelede Hızır Reis’in yetkin denizciliği ve diğer etkenlerin de yardımıyla Andrea Doria komutasındaki büyük donanma bozguna uğratıldı. Savaşta gemilerinin büyük bir kısmını kaybettikten ve çok sayıda kayıp verdikten sonra çareye kaçmakta buldu.

Preveze zaferi ile Akdeniz’in büyük bir kısmı ya Türk hakimiyetine ya da denetimi altına girdi. Ancak bundan çok önce 1487’de Ümit Burnu’nun keşfi ile birlikte Akdeniz’e alternatif güzergahlar hali hazırda bulunmuş idi. Artık Avrupalı denizcilerin önemli bir kısmı Asya’nın zenginlerine ulaşmak için bu yolu tercih etmekteydiler. Diğer taraftan Mısır Memlükleri’nin yıkılışından ve Irak’ın ele geçirilmesinden beri Türk denizciliği güneye Kızıldeniz’e ve Hint Okyanusu’na inmiş idi.

XVI.yy’ın ikinci çeyreğinde Osmanlı donanmasını uzak coğrafyada yeni bir rakip beklemekteydi. Bu güçlü ve büyük okyanus gemileri olan Portekiz’den başkası değildi. Esasen Potekizliler coğrafi keşiflerin başlangıcından beri gemi yapımına ve denizcilik bilimine büyük yatırımlar yapıp, dünya üzerinde yeni bir sömürge anlayışı getiren

96Preveze Yunanistan’ın batı tarafında, İtalya yarım adasının uç noktasının tam karşısında yer almakla birlikte Adriyatik’e kıyısı olan ve Arta Körfezinde bulunan bir yerleşim yeridir.

devletlerin öncülerindendi.97 Bu girişimleri çok geçmeden XVI.yy’da karşılık bulmaya başladı. Koloni ve sömürge arayışı onları Hint Okyanus’una kadar sürükledi.98 Kendisini böylesine vahim bir olay karşısında bulan Asya devletleri birer birer Portekiz’e boyun eğmek zorunda kaldı. Ancak yapılan kötü muamele yöre halkının ve yönetiminin nefretini de toplamaktaydı. Bu muameleye maruz kalan devletlerden biri de Gucerat Sultanlığı idi.99

Onların yardım talep etmesi üzerine Osmanlı donanması 1538’de Kızıldeniz’den harekete geçmek için gün saymaya başladı.100 Okyanus üzerinden yapılacak bu sefer için Hadım Süleyman Paşa 72 parçalık donanma hazırlattı. Osmanlı kuvvetleri Gucerat’a vardığında Aden de dahil olmak üzere yarımadanın büyük bir kısmını ele geçirdi. Böylece yarımadanın güney yakasında Portekiz destekli yönetim ortadan kaldırıldı, yerine Osmanlı Devleti’ne bağlı idari birim haline getirildi. Bu savaşın ardından Türkler deniz yolu ile ilk defa Asya’nın uzak kıyılarında kendilerine yer tutmuş oldular. Ancak çok geçmeden bölgeden Türk donanmasının ayrılışı ile birlikte bölgeyi Portekizliler yeniden ele geçirdi. Şüphesiz bu süreçte Osmanlı merkezinin bölgeye olan uzaklığı ve merkezi kuvvetlerin aktarılması sorunu bölgede kalıcı olamamanın temel sebeplerini teşkil eder.

Denizlerde mücadeleler devam ederken 1546’da hiç beklenmedik şekilde Hızır Reis’in öldü. Onun ölümünün ardından devletin alt kademelerinde gösterdiği başarılı hizmetten dolayı Kapudan-ı Deryalığa Sırp asıllı Sokullu Mehmed Paşa getirildi. Onun döneminde deniz işleriyle daha çok Hızır Reis’in yetiştirdiği adamları ilgilendi. Bunlar ise; Sinan Paşa, Turgut Reis ve Murad Ağa idi. Onların döneminde dahi Akdeniz’deki mücadeleler hız kesmemiş idi. Bu dönemde V.Karl, müslümanlardan aldığı Trablusgarp’a Sean Jean Şövalyeleri’ni yerleştirmiş ve kendisine Kuzey Afrika’da yeni bir üst edinmiş idi.101 Özelikle Asya-Avrupa arasında yapılan mücadeleler XVI.yy’da adalar ve Afrika üzerinde yoğunlaştı. Mücadele alanının buraya kayması iki dünya arasındaki mücadelenin doğrudan yıkıcı etkilerinin uzak merkezlere taşınması anlamına gelmekteydi.

97 Piri Reis. (2002). Kitab-ı Bahriye, Cilt I, Ankara: Türk Tarih Kurumu, s.93-94.

98 Brumet, P., a.g.e., s.169-170.

99 Gucerat Hindistan ve Afganistan arasında kalıp, Asya’nın güney sahillerinde yer alan ve bir yarımadayı andıran Türk-Hint Devleti idi.

100 Bu dönemde Akdeniz’de kalabalık bir donanmaya sahip olan Osmanlı Devleti, mevcut kuvvetlerini Kızıldeniz’e aktaramadığı için burada tersaneler inşa edip güney denizciliği ve okyanuslar için yeniden yapılandı.

101 Trablusgarp, bugün Trablus ismi ile bilinip Libya’nın büyük şehirlerinden biridir. Konum olarak Tunus’un güney doğusunda yer alır.

V.Karl’ın istekleri doğrultusunda hristiyan kuvvetleri bölgede aktif bir mücadeleye girdi. Afrika müslümanları arasında birliğin olmaması ve gerekli teknolojiden uzak olmaları, onları yapılacak savaşlarda başarısızlığa sürüklemekteydi. Diğer taraftan I.Süleyman denizlerde kazandığı büyük başarılara rağmen yeni hedeflerin peşindeydi. Bu iki durumun aynı dönemde görülmesi, Osmanlıları yeni bir deniz seferine yönlendirdi. 1551 yılında Murad Ağa öncülüğünde Trablusgarp’a Türk denizcileri harekete geçti. Bu sefere Sinan Paşa ve Turgut Reis de eşlik etti. Onların aynı yıl Afrika kıyılarına ulaşmaları ile birlikte savaş başladı ve çok geçmeden Türkler hristiyan birliklerini ortadan kaldırıp, bölgeyi ele geçirdi. Daha sonra Trablusgarp, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyalet haline getirildi. Böylece Hint kıyılarında tutunamayan müslüman Türk denizciliği haçlı birliğine karşı yükselişini sürdürmeye devam etti.

I.Süleyman’ın 1566’da ölümü ile birlikte geniş coğrafyaya hakim olan Osmanlı Devleti’nde ilk çatlaklar belirmeye başladı. Bunun ilk örneği uzak denizlerde yer alan Hint kıyılarındaki başarısız mücadeleler ile ortaya çıktı. Aslında bu olayın birden çok dış etkeni vardı. Bunlardan birisi bölgedeki Portekiz akınına Hollandalı ve İngilizlerin katılmış olmasıdır. Bu sıralanan devletler coğrafi keşiflerin başlangıcından beri denizcilik bilimine ve gemi yapımına büyük önem gösterip yatırımlarını bu doğrultuda gerçekleştirdiler.102

Osmanlı açısından bir diğer olumsuz etken ise donamasında bulunan gemilerin iç denizlere uygun küçük ve dayanıksız olmasıdır. Diğer tüm gelişmelerle birlikte bu yukarıda sıralanan etkenlerin birleşmesi, Türklerin bölgeden çekilmesine sebep oldu. Zaten çoktandır Hürmüz Boğazı ve çevresinde kalıcı kontrolü sağlayamamış, Kızıldeniz çıkışında kendilerine yer edinememişlerdi.

Sultan I.Süleyman’dan sonra tahta geçen II.Selim, Anadolu, Mısır ve Suriye hattındaki ticaret yollarını güvene almak ve doğu Akdeniz’de tam kontrolü sağlamak istiyordu.103 Ancak bu düşüncenin hayata geçebilmesi için Kıbrıs’ın ele geçirilmesi gerekmekteydi. Kıbrıs ise bu yukarıda ismi geçen bölgeler arasında bulunan önemli bir

Belgede 1574 Tunus seferi organizasyonu (sayfa 47-59)