• Sonuç bulunamadı

KAYNAKLARINA GÖRE LETAİF

2.1. SÖZLÜ KÜLTÜRDEN GELEN LETAİF

2.1.1. Nasreddin Hoca Latifeleri

Dursun Yıldırım, belirli bir döneme damgasını vuran fıkra tiplerinin yanında, sosyal tarih boyunca varlığını sürdüren, toplumlarıyla beraber ölümsüzleşen fıkra tiplerinden söz eder. Bu tiplerden en önemlisi Nasreddin Hoca’dır.

Nasreddin Hoca, ortak kişiliği temsil yeteneği kazanan, Türkçenin konuşulduğu coğrafyalarda uluslararası alanda tanınan bir fıkra tipidir. Eleştiri konuları, sadece kendi toplumunun değil, aynı zamanda bütün toplumların insanlık boyutundaki kabul ve retleri ile kesiştiğinde bu tipler, evrensellik kazanır ve tüm insanlığın eleştiri tipi veya fıkra tipine dönüşür. Bu tanımlamanın Türk dünyasındaki tek örneği olan Nasreddin Hoca, sosyal adaletsizlik, insan hakları, ekonomik haksızlıklar gibi evrensel konularda eleştiri görevini üstlenerek halkın olaylara karşı duyarlılığını temsil yetkisi yüklenmiştir. Ferdi bir karakter olarak doğmasına rağmen, halkı temsil yeteneği kazanan Nasreddin Hoca’nın asıl önemi, kültür tarihimizi aydınlatacak bilgi, düşünce ve sembollerle sosyal tarihimizde aldığı yerdir (Öğüt-Eker 2014: 120).

Zülfikâr Bayraktar, Nasreddin Hoca’yı farklı siyasi, fiziki ve sosyal coğrafyalarda

yaşayan Türk devlet ve topluluklarının tarihten gelen doğal kültürel ortaklıklarını

ortaya koyan, geçmişin bilinen ve bilinmeyen dönemlerinde aynı tarihi, kültürü

paylaşmış insanların farklı zaman ve mekânlardaki ortak duygu, düşünce ve

zevklerini yansıtan, Türk dünyasındaki kültürel değerlerin ve birliğin yaşatılmasını

sağlayan, adeta efsanevi kişiliğe sahip milli kahraman olarak tanımlar. Türk

halkının onun kişiliğinde, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı mücadele etmeyi,

kendine güvenmeyi, söz ustalığında var olan yeteneklerini keşfetmeyi öğrendiğini; kendisini temsil etme yeteneği yüklediği Nasreddin Hoca’yla baskı, adaletsizlik ve olumsuzluklara karşı savaş verdiğini ifade eder (Bayraktar 2010:

54). Bütün bu özelliklerin yüklendiği Nasreddin Hoca’nın gerçek kimliği konusunda da çeşitli rivayetler vardır:

Nasreddin Hoca gibi geniş bir alana yayılmış bir kimliği tek bir kişiye indirgemek güçtür. Nasreddin Hoca’nın kimliği konusunda yetersiz belgelere dayanarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür; ancak araştırmaların günümüzde vardığı sonuçlar, onun 13. yüzyılda yaşadığını, Sivrihisar çevresinden olduğunu, hayatını Akşehir’de sürdürdüğünü göstermektedir. Latifeleri, tuhaflıkları ve kişiliği ile etkili olmuş Nasreddin Hoca’ya, zaman içerisinde hem sözlü gelenekten hem yazılı edebiyattan hem de başka kültürlerden birçok hikâye uyarlanmıştır. Nasreddin Hoca hikâyelerinde, onun tarihî-gerçek kimliği ile değil, ismi etrafında oluşan efsane yani kurgusal bir kişilik ya da kişiliklerle okuyucunun karşısına çıktığı söylenebilir. Bu nedenle Nasreddin Hoca’nın kişiliği üzerinde durulurken donmuş, değişmez, “ideal”

bir tek fıkra kişisi “Nasreddin” yerine, onun ününün yayıldığı ülkelerin, ülkeler içindeki bölgelerin, değişik toplumların her birine özgü nitelikleri yüklenen, aynı yerde aynı toplum içinde ise çağının koşullarına göre durmadan değişen “Nasreddin Hocalar”

düşünmek gerekir (Kortantamer 2007: 6).

Nasreddin Hoca’ya dair fıkraların çokluğu ve çağın gereklerine göre ona ait fıkra üretiminin devam etmesi, Nasreddin Hoca tipinin tek karakter çizgisinde ilerlemesinin önüne geçer:

Türk kültür tarihinin yarattığı kahramanlardan birinin adı Nasreddin Hoca’dır ve Nasreddin Hoca tek bir insanın adıdır ama onun adına bağlı 600 kadar fıkra tek bir tipin özelliklerini yansıtmaz. Bu fıkralar gerçekte, büyük bir güldürü edebiyatı oluşturur. Fıkraların bütününde beliren Nasreddin Hoca tipi tek bir karakter çizgisi yansıtmaz. Onun adına bağlanan hikâyelerin bir bölüğünde Hoca, akıllı, hazır cevap, nükteci bir tiptir, ötekilerde bön ve aptal bir adam olarak karşımıza çıkar; daha başkalarında ise Hoca bir sosyal eleştirici, bir başka bölük hikâyede kültür kahramanıdır (Başgöz 1997: 25).

Ali Duymaz, Nasreddin Hoca fıkralarında mizahi bir durum yaratabilmek için pek çok unsur kullanıldığını ve bazı fıkraların kurgu bakımından diğer fıkralardan farklı olduğunu söyler. İnsan mantığını, bilgisini ve kültürel tecrübesini sarsan, hatta yıkan bu fıkraların, dinleyiciler üzerinde büyük şaşkınlık uyandırdığını; aklı ve mantığı altüst olan, olgular arasındaki mantıki ilişkiyi kaybeden insanın, bu duruma duygusal bir tepki verme ihtiyacı hissederek tepkisini genellikle gülme şeklinde ifade ettiğini ortaya koyar (Duymaz 2009: 264). Nasreddin Hoca fıkralarındaki mizah yaratma unsurları, toplum üzerindeki etkisini de biçimlendirir.

Nasreddin Hoca fıkralarındaki genel eğilim, eğlendirirken eğitmeye yöneliktir:

Nasreddin Hoca fıkralarının, toplum üzerindeki etkisini düşünecek olursak bunlar, Türk toplumunun kontrol mekanizmasıdır. Toplumdaki her türlü düzensizlikler, kötülükler, eksiklikler kendisine has bir üslûpla anlatılmaktadır. Burada ortaya konan hükümler çerçevesinde insanlar hayatlarına yön verirler ve davranış geliştirirler. Bu, Türk toplum hayatının çimentosu gibidir (Yüce 1997: 63).

İlhan Başgöz, Nasreddin Hoca fıkralarında, insan karakterinin, insan değerlerinin, görenek ve geleneklerin konu edindiğini söyler ve Nasreddin Hoca fıkralarında görülen insan kümelerini sıralar:

1. Batıl inanışlara bağlı kalanlar, bir olayın gerçeğinden çok yüzeysel görünüşüne önem verenler.

2. Başkalarına hak tanımayanlar, her işe burnunu sokanlar.

3. Kendi çıkarından başkasını düşünmeyen benciller.

4. Anlamsız sorularla ve yerli yersiz ziyaretlerle komşusunu rahatsız edenler.

5. İki yüzlüler.

6. Palavracılar, kurum satanlar, şişinenler.

7. Malı olup da yemeyenler.

8. İnsanın kişiliğine değil, kılık kıyafetine önem verenler.

9. Her işte bir kusur bulan ukalalar (Başgöz 2005: 44).

Kümelenen bu tipler, letaifnamelerde de okuyucunun karşısına çıkar. Nasreddin Hoca, latifelerinde muhatap olduğu bu insanlar nedeniyle, “bazen kurulu düzene ters düşen, bazen insan aklının özgürlüğünü savunan, bazen kurnaz, bazen saf, bazen dehşetli akıllı, bazen gerçekten aptal bir kişilikle” (Başgöz 2005: 45) kendini gösterir. Sözlü kültür etrafında farklı karakterlerle var olan Nasreddin Hoca’nın latifeleri, yazıya geçtiği andan itibaren yaygınlık kazanır:

Nasreddin Hoca fıkralarının yayılmasında başlıca etken yazılı gelenektir. Nasreddin Hoca hikâyelerinin yazma ya da basmalarını yayma merkezleri; basmalar için İstanbul ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başka kültür merkezleri olmuştur. Bu merkezlerden yola çıkan fıkra kahramanları kimi kez “Hoca” ya da “Efendi”

unvanlarını almıştır. Nasreddin geleneği, sözlü edebiyattan olduğu gibi, çeşitli dil ve kültür kökenli yazılı kaynaklardan da büyük ölçüde beslenmiştir (Boratav 2014: 126-127).

Yazılı gelenekle beraber, Nasreddin Hoca hakkında sayısız çalışma ve derleme meydana gelir. Bu derlemelerin bir kısmı, matbaanın etkin olarak kullanıldığı XIX.

yüzyılda yayımlanan letaifnameler şeklinde kendini gösterir.

Nasreddin Hoca fıkralarının ilk baskısı olarak, 1837 yılında yayımlanmış Letâ’if

gösterilir. M. Sabri Koz tarafından Latin harflerine aktarımı ve tıpkıbasımı yapılan

eserde Nasreddin Hoca’ya ait olduğu düşünülen 134 latife bulunur. Yazar,

bugünün bakış açısıyla yapıtın sansürsüz bir nüsha olduğunu iddia eder. Daha

sonraki yıllarda artık yazılması, basılması ve uluorta anlatılması hoş görülmeyen

kimi söz, eylem ve olayların yer aldığı fıkralar, Letâ’if’te herhangi bir elemeye tâbi tutulmadan yayımlanmış bulunmaktadır. M. Sabri Koz’a göre, “Dârü’t-tıbâati’l-âmire”nin “devlet matbaası” olduğu düşünülecek olursa kitaplar üzerindeki kısıtlayıcı uygulamanın henüz başlamadığı ve yazma kitap geleneğindeki serbestliği devam ettiği akla gelebilir. Çaylak Tevfik de Nasreddin Hoca’ya dayandırılan ama kimi yerde argo ve küfür içeren latifeleri kendi derlemesine almamıştır (Koz 2015: 16). Aşağıdaki latife bu durumu örnekler:

Bir gün Hoca Efendi oraktan gelirken kendini gayet hararet alır. Bakıp görür ki bir çeşme lülesine ağaç sokmuşlar. Hoca su içeyim, deyip ağacı çekip çıkardığı gibi su kuvvet ile çıkıp Hoca’nın üstü başı ıslandı. Hemân, Hoca darılıp eyitti: “İşte böyle deli deli aktığın için g..üne bu ağacı sokmuşlar.” demiş (Koz 2015: 39).

Nasreddin Hoca’nın argo ya da küfür içeren ifadelere fıkralarında yer vermeyeceği ya da karakterinin bu şekilde yansıtılmak istenmeyişi yukarıdaki tarzda latifelerin yaygınlaşmasını önlemiştir. Bu tavrın bir başka örneği olarak da şu fıkra örnek olarak gösterilebilir:

Bir gün Hoca’yı Arabistan’a elçilik ile göndermişler. Arabistan’a varıp Arab beyleri Hoca’ya ziyafet itmeğe davet etmişler. Hoca da kürkünü giyip davet yerine vardıkta osurmuş. Hoca’nın mollası eyitti: “Efendi, osurdun, ayıp ettin.” dedikte Hoca eydür:

“Bunlar, Arablardır, Türkîce osurmayı ne bilsinler?” demiş (Koz 2015: 49).

Görgü kurallarına aykırılığı gösteren bu tavır, Hoca’nın zatına yakıştırılmadığı için Letâ’if dışında okuyucunun karşısına çıkmaz. Bunun gibi cinsel içerikli letaife de aynı kitapta rastlamak mümkündür. Koz, bu durumu eserin tekliği ve orijinalliği ile bağdaştırır. Eserdeki 55. latife cinsel içerik bakımından diğerlerinden ayrılır:

Nasreddin Efendi bir gün bir şehre varır ki bu şehirde gayet yüce su terazileri var idi.

Hoca bunları görüp “Nedir bunlar?” deyip bir adama sual eder. Ol adam eydür:

“Bunlar bizim şehrimizin zekerleridir.” demiş. Hoca eydür: “Buna göre fercleriniz olmak gerek.” demiş (Koz 2015: 53).

Görüldüğü üzere, bu tarz fıkralar sansüre uğramadığı için Nasreddin Hoca

fıkralarının ilk baskısında yer almıştır. XIX. yüzyılın ilk yarısında yayımlanan bu

eserden sonra, Nasreddin Hoca latifelerini derleyenler Hoca’nın bu fıkralarla

anılmalarını istemedikleri için toplumun değer yargılarına uyan ya da hizmet eden

latifeleri toplayıp yayımlama yoluna gitmişlerdir. Dolayısıyla sözlü kültürde

herhangi bir sınırlamaya uğramadan gelişen ve aktarılan Nasreddin Hoca

fıkraları, yazılı kültürle beraber bir denetime girer ve aktarılması istenen fıkralar,

yazarın seçimiyle belirlenir. Yazarın seçimi, yazıyla kalıcılığı sağlanan fıkraların, bir eleme süzgecinden geçerek letaifnamelerde yer almasına ve bazı fıkraların aktarımına müdahale edilmesine neden olur.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında, 1882’de yayımlanmış bir diğer Nasreddin Hoca latife derlemesi, Çaylak gazetesi sahibi Mehmet Tevfik’e aittir. Letaif-i Nasreddin adını taşıyan bu küçük derlemenin önsözünde Mehmet Tevfik’in, “Evvelce tab’

olunan letâ’ifnamesinde âdî fıkralarının münderic bulunması ve o nüshanın Fransızcaya tercüme olunması bâdî-i eseftir.” (Tevfik 1882: 1) demesi, eleştirel bakış açısını yansıtmanın yanı sıra, seçmeci ve eleyici bir tavır içerisinde olduğunu da gösterir. Mehmet Tevfik’in derlediği Nasreddin Hoca fıkralarının büyük bir kısmı toplum tarafından kabul edilmiş ve çoğu kişi tarafından bilinen ve sohbetlerde anlatılan türdendir:

Hoca merkebini kaybetmiş, hem arar hem şükredermiş. Teşekkürünün sebebini sormuşlar: “Üstünde bulunmadığıma şükrediyorum. Eğer bulunaydım, ben de beraber kaybolacaktım.” demiş (İzbudak 2013: 84).

Hoca’nın eşeğini kaybetmesi üzerine, yukarıdaki örnek gibi, çok sayıda latife bulunmaktadır. Mehmet Tevfik de bu tarz latifelere derlemesinde yer vermiştir.

Yazarın 1888’de yayımladığı Hazine-i Letaif adlı eserinde de Nasreddin Hoca’ya dayandırılan latifeler bulunur. Aşağıdaki fıkra bunlardan biridir:

Hoca merhumun haremi vefat etmiş. Hoca’da hiç üzüntü alameti görülmemiş.

Aradan bir vakit geçince merkebi de ölmüş; Hoca pek ziyade kederli görülünce bazı dostları, “Haremin vefat etti, böyle günlerce mahzun görmedik; halbuki eşek mort olalı on gün oldu, hâlâ kaşının çatkınlığı, somurtkanlığın geçmedi.” demeleri üzerine Hoca merhum, “Haremim vefat ettiği zaman komşularım başıma toplanıp ‘Hoca Efendi! Üzülme; biz sana ondan daha iyisini buluruz.’ diye söz verdiler; fakat merkep öldüğünden beri hiç kimse gelip de böyle tesellide bulunmadı. Teessüf etmeye hakkım yok mu?” demiş (Baş 2013: 192).

Mehmet Tevfik’in derlediği ya da yapıtlarında yer verdiği Nasreddin Hoca latifeleri, genel olarak toplum tarafından ortak kabul görmüş ve benimsenmiş latifelerdendir.

Mehmet Tevfik’in ardından Nasreddin Hoca latifelerinin derlemesi olarak, 1887’de yayımlanmış Burhaniye tercümesi diye bilinen Letâif-i Hoca Nasreddin gelir. Eserin yazarı, Mevlânâ’nın torunlarından Seyyit Burhaneddin Çelebi’dir.

İnceleme ve açıklamasını Fikret Türkmen’in yaptığı eserde 121 latife yer alır:

Bu 121 fıkranın konularına göre dağılımında, ağırlığı karısıyla ilgili olanlar kaplar;

ikinci sırayı Hoca’nın sevimli eşeği alır ve daha sonra da Anadolu’nun kadısı, mollası, çobanı, berberi vb. meslek erbabı ile ilgili fıkralar gelir. Hemen sonra da hayvanlar, başta öküz, tavuk, at ve teke gibi evcil hayvanlar sıralanmaktadır (Türkmen 1989:

12-15).

Burhaniye tercümesinin diğer Nasreddin Hoca derlemelerinden farkı, yazarının her latifeden sonra o latifeye dair yorumda bulunmasıdır:

Hoca kafile ile şehrden çıkub giderken devesi kükreyüb Hoca’yı yüre urdu. Üzerine çöküp, Hoca feryad ider. Halk bunu kurtarırlar. Bir vakitten sonra aklı başına gelüb,

“Ey müslümanlar, gördünüz mü şu deveyi, bana ne kadar cefâ eyledi, lutf idüb şunu tutunuz, boğazlayım” dimiş.

Tercüme: Nefsiniz devesine tedriç ile binün, aman virüb kükretmeyin. Zira mesai gösterirseniz sizi kükreyüb altına alur helâk eyler, ol size galebe itmeden hımye ve cu ile anı zebh idüb ruhunuzu nefsiniz üzerinde galebe idüb menzil-i maksudunuza vasıl olun diyu tarif buyururlar (Türkmen 1989: 23).

Seyyit Burhaneddin Çelebi, tasavvuf ehli olduğundan, Nasreddin Hoca’nın fıkralarını da bu doğrultuda ele almış ve her bir latifeyi yorumlayarak okuyucuya mesaj vermeye çalışmıştır. Latifelerin didaktik tarafının somut örneği olarak bu yapıt gösterilebilir.

Nasreddin Hoca derlemeleri XX. yüzyılın başında da devam eder. 1909’da Nasreddin Hoca latifelerini derleyen bir diğer kişi Bahai takma adını kullanan Veled Çelebi İzbudak’tır. Letâif-i Hoca Nasreddin adlı bu yapıtta 101 latife bulunur ama yazar, sözlü kültürle aktarılan ve yazılı basında yer alan diğer latifeleri de zamanla yapıtına ekleyerek daha hacimli bir eser meydana getirir. İzbudak, yapıtını oluşturuken kimi yerlerde sansüre başvurduğunu, müstehcenlik içeren latifeleri elediğini ya da bunların diline müdahale ettiğini letaifnamenin önsözünde belirtir. Yapıtta yer alan latifelerin büyük bir bölümü halkın ağzında olan, dilden dile dolaşan Nasreddin Hoca fıkralarıdır: “Bir gün Hoca Nasreddin Efendi pazarda gezerken bir adam, ‘Hoca bugün ayın üçü mü, dördü mü?’ diye sorunca, ‘Vallahi bilmem, şu günlerde ay alıp sattığım yoktur.’ demiştir” (İzbudak 2013: 31).

XIX ve XX. yüzyıllarda, farklı yazarlar tarafından yapılmış dört Nasreddin Hoca

derlemesi bulunmasına rağmen, bu yapıtların içeriği büyük oranda ortaklık

gösterir. Nasreddin Hoca’yla anılan bütün latifeler, kaynakları farklı olsa da

anlattıkları bakımından benzerdirler. Örneğin Veled Çelebi İzbudak ile Mehmet

Tevfik’in derlemelerinde, ortak otuz dört Nasreddin Hoca latifesi bulunur. Yine ek

olarak, Veled Çelebi İzbudak’taki ilk 121 latife ile Burhaniye tercümesindeki

latifeler, çeviri nedeniyle dil açısından farklılık gösterseler de, aynıdırlar.

Burhaniye tercümesindeki tek fark, yazarın fıkraları yorumlamasıdır. Sözlü kültür ürünlerinden Nasreddin Hoca fıkralarının yazıya aktarılma sürecinde karşılaşılan tek sorun, sansürdür denebilir. Letaifnameyi oluşturan yazarın seçimine bağlı olarak latifeler bir elemeye tâbi tutulmuş, dolayısıyla yazıya aktarılmayanlar her ne kadar sözlü mizahi bellekte varlıklarını sürdürseler de zamanla unutulup gitmişlerdir.

Nasreddin Hoca derlemelerinin yanı sıra, aynı dönemde yayımlanmış pek çok letaifnamede Nasreddin Hoca latifelerine rastlanır. Örneğin, Mahmud Şatır’ın Letaif(1879)’inde 34 ve 48 numaralı latifeler Nasreddin Hoca’ya aittir:

34

Nasreddin Efendi merkumun gece yatarken mum yakmak üzere karısının “Efendi, sağ yanınızda kibrit vardır, verseniz ya!” diye vuku’ bulan teklifine “Sübhanallah, karanlıkta ben sağımı solumu ne bileyim?” dediğinden pek aşağı kalır şey değildir.

48

Nasreddin merhum bir hamala yük yükletip yolda giderken hamalı kaybeder. O gün arar arar hamalı, bulamaz. Aradan beş on gün geçer, yolda birkaç ahbâbıyla giderlerken hamala tesadüf ederler. Hoca ise hamalı görür görmez firar eder.

Arkadaşı bu hâli görüp hocaya “İşte aradığını buldun. Yükünü isteyeceğine bilâkis hamaldan kaçıyorsun!” dediklerinde hoca merhum “Nasıl kaçmayacağım? Ben hamalı kaybedeli tamam on gün oldu. Hamal beni tutar da ‘On gündür yükünü taşıyorum, yevmiyemi isterim’ diyerek on günlük ücret talep ederse ben ne yaparım?

Onun için kaçıyorum.” demiştir.

Her iki latife de sözlü kültürden izler taşır ve Nasreddin Hoca’nın saflığını ve doğallığını ortaya koyar. 34 numaralı ilk latifede, Nasreddin Hoca fıkralarının vazgeçilmezlerinden olan karısı okuyucunun karşısına çıkar. Karısıyla iletişimi ve beraberinde kendisinden beklenen davranışı, yön duygusunu karanlıkla ilişkilendirerek yitirmesinden kaynaklı yerine getirememe durumu komik unsuru yaratır ki bu davranış sözlü kültürde yaşatılan fıkralarda da vardır. 48 numaralı latife ise yine Nasreddin Hoca’nın kurnaz görünüp aslında safiyane tavrını yansıtır. Arkadaşlarının beklentisinden farklı davranarak hem onları hem de okuyucuyu şaşırtarak eğlendirir.

Aynı şekilde Mahmud Şakir’in Tebessüm yahut Güzel Eğlence(1882)’sinde 91,

102 ve 106 numaralı latifeler Nasreddin Hoca merkezlidir. Leskovikli Hayrettin

Nedim’in Mültekatat-i Letaif(1885)’inde yer alan 672, 673, 678, 684 ve 693

numaralı fıkralar Nasreddin Hoca’ya dairdir. Mihri’nin Letaif-i Âsâr(1885)’ında Nasreddin Hoca’ya ait, herkes tarafından bilinen “suyunun suyu” latifesi bulunur:

727

Bir gün köyden bir herif, hocaya hediye bir tavşan götürür. Hoca dahi buna izzet ikram edip çorba yedirirse de bir hafta geçer geçmez mezkûr herif yine gelip “Bilirsin, ha ben tavşan getiren kimseyim” der. Hoca yine bunu kabul edip ikramda kusur etmez. Halbuki çend gün sonra âhir dört kişi gelip misafir olmak isterler. Hoca bunlara “Siz kimlersiniz?” der, onlar dahi “Biz tavşan getiren adamın komşularıyız”

derler. Hoca bu defa dahi lâilaç ikram yemeği çıkarıp usulüyle yola koyarsa da birkaç gün sonra yine birtakım adamlar gelip hanesinde gece kalmak istediklerinde kezalik

“Siz kimlersiniz?” diye sorar. Bunlar dahi “Biz tavşan getiren adamın komşularının komşularıyız” demelerinde hoca “Öyleyse hoş geldiniz, sefa geldiniz, buyurun, oturun” deyip taam vaktinde bunların önüne ikramen bir tas sade su getirir. Misafirîn bunu görünce taaccüb ederek “Eya, bu nedir?” diye sual ederler. “Bu da tavşanın suyunun suyudur” der.

Nasreddin Hoca’nın misafirperverliği ile vefasını suistimal etmek isteyenlere karşı verdiği tepkiyi içeren bu latife, hem sözlü kültürde yaşamaya devam etmekte hem de çeşitli Nasreddin Hoca derlemelerinde yer almaktadır.

Mehmed Hilmi’nin Musavver Müntehabat-ı Letaif-i Hilmi(1910)’sinde 1154 numaralı latife Nasreddin Hoca’ya aittir. Faik Reşat’ın Külliyât-ı Letâif(1912)’inde Hoca’ya ait pek çok latife bulunur.

Sözlü kültürden gelen Nasreddin Hoca fıkralarıyla letaifnamelerde yer alan Nasreddin Hoca fıkralarının ortak yönü, her ikisinde de Nasreddin Hoca’nın muhatabı olan kişilerin geniş bir yelpaze oluşturmasıdır. Diyaloglar, bu yelpazedeki kişilerle Nasreddin Hoca arasında geçer. “Kişilerin varlığı, fıkraya yaptıkları hizmet doğrultusundadır; dolayısıyla Nasreddin Hoca’nın muhatap olduğu kişiler ön plana çıkmazlar ve belirsizlik içindedirler” (Boyraz 1996: 7).

Hamal, köylü, yönetici, kadın, erkek, çocuk, âlim, cahil pek çok kişi Nasreddin Hoca latifelerinde işlevsel bir biçimde yer alır.

XIX ve XX. yüzyıllarda fıkra derleyicilerinin Nasreddin Hoca’dan başlayarak

letaifnamelerini oluşturmaları, sözlü geleneğin yazılı edebiyata etkisini

göstermesi bakımından önemlidir. Türk mizahında Nasreddin Hoca’nın sahip

olduğu büyük yer, letaifname yazarlarının da dikkatini çekmiş ve latife

derlemelerine onunla başlayarak Türk mizahını belirlemeye çalışmışlardır.

Outline

Benzer Belgeler