• Sonuç bulunamadı

Mitlerin Anlamlandırıcı İşlevi Bağlamında Dinsel Alan ve

3. KAPSAM

4.1. MİTİN KÜLTÜREL BELLEKTEKİ İŞLEVİ

4.1.2. Mitin Anlam Borcu İşlevi

4.1.2.3. Mitlerin Anlamlandırıcı İşlevi Bağlamında Dinsel Alan ve

Mitlerin kutsal hikayeler olduğu yolundaki sınıflandırma girişimlerine değinilmişti. Kültürel bellek üzerinden yapılacak bir tanımlamada modern toplumları da kapsayacak bir yaklaşım açısından kutsalın bir ölçüt olarak kabul edilip

303 Henry Lewis Morgan, Eski Toplum, Çev. Oskay Ünal, İstanbul, Payel Yayınları, 1994, s. 225-226.

edilemeyeceği bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü günümüz modern toplumlarının çoğunda dinsel alan, kurumlarıyla birlikte siyasal alandan ayrışmış gözükmektedir. İnsanların toplumsal ve siyasal var oluşlarını anlamlandırmalarını sağlayan, kökenlerine işaret eden ‘kuşatıcı’ bir anlatının dinsel alan ve kutsal ile ilişkisi üzerinde ayrıca durulması gerekmektedir. Durkheim, dinsel olanın sınırlarını çizdiği çalışmasında304 kutsala ilişkin olarak bu sorunun yanıtına temel olabilecek bir yaklaşım getirmiştir.

Durkheim, totemin hem tanrının hem de toplumun simgesi olmasından yola çıkarak tanrı fikrinin toplumdan kaynaklandığı sonucuna varmaktadır305. Toplumun üyelerine yüklediği sorumlulukların yerine getirilmesinde, dayattığı kurallara uyulmasının ardında yalnız kaba bir güç yoktur, üyelerinde uyandırdığı saygınlık hissi de etkilidir. Zira verilen bir buyruğun yerine getirilmesi, o buyruğun içeriğiyle değil, buyruk verenin nasıl tasarlandığıyla ilişkilidir. Toplum öyle bir varlıktır ki, üyeleri üzerindeki otoritesinin ve saygınlığının kaynağı yine kendisini oluşturan üyelerdir. Bir toplumun üyeleri, kamuoyunun desteğini arkasında hissettiğinde başkalaşmakta, kendinde olmayan, kaynağını toplumdan alan bir güç kazanmaktadır.

Yine toplumun üyeleri, toplumun bir parçası olmaktan kaynaklı niteliklere ve araçlara sahiptirler. Örneğin konuştuğu dil ve kullandığı alet gibi. “Bu nedenle kendisinin dışında, ona doğasının özel niteliklerini kazandıran, yardım eden, onu koruyan ve ona ayrıcalıklı bir yazgı sağlayan iyiliksever güçler gibi birtakım etkin nedenler bulunduğu duygusuna kapılmaması olanaksızdı[r]”306. Bu güçler nitelikçe

304 Durkheim, a.g.e., s. 290.

305 A.g.e., s. 290.

306 A.g.e., s. 297.

gündelik yaşamda doğadan kaynaklı güçlerden farklı görünmektedirler; öte yandan saygınlık hissi uyandırması da bu sayede olur. İşte bu güçlerin sıradan güçlerden nitelikçe farklı oluşu karşımıza kutsal ve kutsal olmayan ayrımı biçiminde çıkmaktadır. “Demek ki kamuoyunun [yüksek toplumsal konumlarda bulunan kişilere] verdiği manevi güç ile kutsal şeylerin sahip olduğu güç temelde aynı kökenden gelmedir ve aynı öğelerden kuruludur”307. Toplum insanları, nesneleri ve düşünceleri kutsallaştırır. Durkheim'a göre tanrı kavramı ve totem de toplumun bireyler üzerindeki gücünü ve etkisini somut, anlaşılır ve görünür kılmaktadır. Çünkü toplumsal ilişkilerin karmaşıklığı içinde bu gücün nasıl işlediğinin toplumun üyelerince kavranması ve gözlemlenmesi zordur. Dahası, toplumdan kaynaklanan güçleri ve kişide uyandırdığı hisleri toplum ve türevleri gibi soyut kavramlarla açıklamak zordur. Bu nedenle simgeler, bu güçleri somut biçimler altında kavramaya olanak sağlarlar. “Tanrı, toplumun mecaz biçimindeki anlatımından başka bir şey değildir”308. Ancak Durkheim, kutsal-kutsal olmayan ayrımını dinin ve dolayısıyla mitin varlığı için elzem kabul ederken; tanrı kavramının varlığını olmazsa olmaz koşul olarak kabul etmemektedir. Nitekim Fransız İhtilalini, “toplumun kendisini tanrı düzeyine çıkarma ya da tanrılar yaratma yeteneğinin” göstergesi olarak görmüştür309. Bu örnekte toplum, hiçbir biçimsel değişime uğramaksızın tapınılmanın konusu haline gelmiştir.

Durkheim'ın yaklaşımına paralel bir yaklaşım da E. Cassirer tarafından ortaya atılmıştır. Cassirer, Malinowski'nin, kesinliğin olmadığı, risk ve belirsizliğin arttığı

307 A.g.e., s. 299.

308 A.g.e., s. 313.

309 A.g.e., s. 299.

durumlarda büyünün de artıp yoğunlaştığı düşüncesini günümüz siyasal mitlerine uygulamıştır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası boyutlarda ortaya çıkan siyasal belirsizlik, düzensizlik ve umutsuzluk ortamında, siyasal mitler yeniden belirerek siyasal düzleme egemen olmuştur. Gerçi modern insanın doğal güçlerin büyücülük yoluyla kontrol edilmesi gibi inançları yoktur. Ancak “modern insan, her ne kadar artık doğal büyüye inanmıyorsa da bir tür 'toplumsal büyüye' duyduğu inançtan kesinlikle vazgeçmemiştir”310. Bu toplumsal büyü ise, liderlerde cisimleşmiştir.

Bu yaklaşımların temel niteliği, kutsalı, toplumdaki güç ilişkisini düzenleyen bir ilke olarak ele almasıdır. Bu iki yaklaşım aslında kutsalı dinsel alan ile değil toplumsal ve siyasal olan ile ilişkilendirmektedir. Kutsal, düzenleyici gücünü tanrı fikrinden değil, Cassirer’de iktidarın, Durkheim’da ise toplumun, doğaüstü bir güce ilişkin insan psikolojisinde yarattığı hissiyattan almaktadır.

Meselenin psikolojik etki boyutu bir yana, kutsal ya da o toplumda kutsal ile benzer işi gören simgenin, öncelikle bir yoğun simge olduğu ve simgeler sistemi içinde özel bir yeri bulunduğu düşünülebilir. Bu özel yeri, toplumdaki özel bir ilişkiye işaret ediyor olmasından kaynaklanmaktadır. Doğa güçleri ile doğaüstü/toplumsal gücü ayıran kutsiyet, bir anlamda toplumun varlığını borçlu olduğu kaynak ile toplum arasındaki bölünmüşlüğü yansıtmaktadır. Fransız İhtilali’nin yarattığı ‘din’ ile diğer dinler arasındaki ortak yön, kutsalın, anlam borcunu kuran ve toplumu onu var eden odak ile varlığını ona borçlu olanlar arasında bölen temel ilişkide düzenleyici bir rol oynamasıdır.

310 Ernst Cassirer, Devlet Efsanesi, Çev. Necla Arat, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1993, s. 283.

Bu açıdan modern toplumlarda kutsalın yalnız dinsel alan içinde sınırlı kalmaması ve tanrıların ve doğaüstü varlıkların dışlandığı bir tarih yazımında dahi kendisini gösterebilmesinin, kutsal-kutsal olmayan ayrımının kaynağını bu bölünmüşlükten almasıyla ilgili olduğu söylenebilir. Dolayısıyla dinsel ve siyasal alanların ayrıştığı bir toplumda köken anlatılarının tanrılara yer vermemiş olması ve fakat çerçeve niteliği kazanabilmesi mümkündür. Bu, dinsel nitelik taşımayan fakat kutsallık arz eden tarih anlatılarının varlığını açıkladığı gibi, din dışı bir görünüm arz eden anlatıların kutsallığını dinsel olan ile temas kurarak sağlayabilmesini de açıklamaktadır. Zira kutsallık, kökenini toplumsal olanın sınırlarının çizilmesi ve birliğinin kurulması işinden almaktadır. Tanrısallık, doğaüstü güçler ve benzerleri bu sınırı çizen ayrışma biçiminin bir başka yönünü ifade eder. Bu ayrışma toplumsal olduğu kadar siyasal olanı da anlaşılır kılmaktadır.

Devletsiz toplumlarda dinsel ve ekonomik yapılanma ile siyasal yapılanmanın üst üste binmiş olduğu söylenebilir. İlkel toplumlarda ayrı bir siyasal iktidar organı bulunmamakta olup, iktdar toplumdan ayrışmamış haldedir 311. Bu toplumlarda mitos, hem sosyal ve dinsel hem de siyasal olanı ifade etmektedir. Toplumu bugünkü haliyle var eden ataların kurucu eylemlerini konu edinen bir mit, bu yolla toplumu anlamlı kılmakta; toplumun yaratılışı aynı zamanda toplumu böldüğünden siyasal düzenin de var oluşunu anlamlı hale getirmektedir. Yine bu mit, ruhani varlıkları ve başlangıcı konu edindiği ve bununla ilgili ritüellere konu olduğu, birbirinden ayırt edilmesi mümkün olmayacak biçimde ahlaki ve hukuki yükümlülüklerin köklerini ele aldığı için, bugün dinsel olarak ayırt edilen düzenlemeleri de içinde barındırmış

311 Pierre Clastres, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu, Çev. A. Türker, ve M. Sert, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1992. a.g.e. s. 105.

olmaktadır. Özetle ilkellerde toplumun kuruluşunu konu edinen mitoslar, toplumsal olduğu kadar siyasaldır. Malinowski’ye göre köken/doğuş mitleri, topluluğun ortaya çıkışını ele alan ve toplumun sosyal, siyasal yapısını temellendiren anlatılar olup,

“[t]oplumsal düzenin geleneksel kökleridir”312. Örneğin Trobriandlılarda, ekonomik tekeller, siyasal eşitsizlikler vb. mitlerde başlangıcı/yaradılışı ifade eden “yeryüzüne ilk çıkış" ile ilişkilendirilir313. Malinowski, mitlerdeki “sosyolojik işlev”e atıf yapsa da, başka yerlerde, mitlerin siyasal işlevinin örneklerini de sunmaktadır. Örneğin bir alt klanın yayılmasında ya da “alışılmamış bir durumun haklı gösterilmesi”nde mitlere başvurulur314. Yani “toplumsal düzen” olarak ifade edilen, siyasal düzeni de içermektedir. Malinowski’nin, geleneksel toplumların mitoslarını, mevcut siyasal durumun kökenlerine işaret eden anlatılar olarak ele aldığı söylenebilir.

Dinsel alan-siyasal alan bölünmesinin yaşandığı toplumlarda mitler, anlam borcu ilişkisini kurduğu ölçüde siyasal bir niteliğe sahiptir; burada ödünç aldığı simgelerin dinsel niteliklerinin ağır basmasının bir önemi yoktur. Toplumsal olanın ve siyasal bölünmüşlüğün anlamlandırılmasını sağlayan ilkeyi konu edinen anlatı, dinsel, siyasal, sosyal içerikli simgeleri içerebilir, ya da simgeler, bu alanların birden fazlasına nüfuz etmiş nitelikte olabilir. Bora, milliyetçilik ile İslam arasında ortaya çıkan bağdaşıklığın kendini fundementalist bir ideoloji biçiminde göstermesi üzerinde dururken, Türkiye'nin taşrasında milli değerler ile dini değerler arasındaki ilişkiyi antropolojik bir bakışla inceleyen Tapper – Tapper'in çalışmasından yararlanmaktadır:

312 Malinowski, a.g.e., 2000, s. 115.

313 A.g.e., s. 114.

314 A.g.e., s. 126.

Dini objeler, kural olarak cumhuriyete ait olanlarla birlikte muteberdirler;

cumhuriyetin kurumlarının eskinin İslami kurumlarının sürdürücüsü olduğu kanaati hâkimdir. Dini ve kamusal ritüellerde, keza Muhammed-Atatürk ikonolijisinde paralellik vardır. Tapper'ların tespitine göre cumhuriyetin (ulus-devletin) ve dinin müşterek hassası olarak çalışma ahlakı belirgindir ki bu da Türk İslamının 'muayyen bir protestan karakteri' taşıdığını gösterir315

Burada, anlam borcunu kuran simgeler (Muhammed-Atatürk), ritüeller ve kurumlar arasındaki süreklilik vurgusu, bunları çevreleyen anlatıların mitik niteliklerini açığa çıkarmaktadır. Bu durum ulus devletlerin kuruluşunda mitik sürekliliğin dini unsurları nasıl içerebileceğine bir örnektir.

İslam dininin çeşitli biçimlerinin ve Kuran’ın dünyanın çeşitli bölgelerinde anayasalarda, parti programlarında, milis faaliyet gösteren örgütlerde vb. yer alması, bu siyasal güçlerin güçlerini doğrudan bu tarihin işaret ettiği ilkeden aldıklarını iddia etmesi, bu anlatıların ideolojiler ile daha yakın ilişki içerisinde olduğunu gösterir.

Laik devletlerde bu anlatıların anlamlandırıcı temel bir zemin olarak kullanılması, bu geçmişe atıfta bulunması, ya da bu geçmişin tamamına değil, belli kısımlarına işaret edilmesi, ilişkinin niteliğini zayıflatsa ya da ortadan kaldırsa bile, bu durum, söz konusu mitin siyasal bir nitelik taşımadığını göstermez. Nitekim İslam'a oranla uygulamada devletin nasıl yönetileceğine ilişkin doğrudan – resmi işlevi bulunmayan Yeni Ahit'in, dolaylı olarak söylemde ve çeşitli siyasal metinlerde izlerinin bulunması (örneğin ABD Anayasası) buna örnektir.

315 Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali, İstanbul, Birikim Yayınları, 2009, s. 126-127'den Richard Tapper ve Nancy Tapper, ”Allah'a Şükür Laik'iz” Çev. Tayfun Atay, Türkiye Günlüğü, 31 (Kasım – Aralık), 1994, ss. 127-146.