• Sonuç bulunamadı

Kapialist Dünya-Ekonomisi içinde yaratılmış kurumlar

3. BÖLÜM: DÜNYA-SİSTEMLERİ

3.1. I MMANUEL W ALLERSTEİN VE D ÜNYA -S İSTEMLERİ A NALİZİ

3.1.4. Kapialist Dünya-Ekonomisi içinde yaratılmış kurumlar

Wallerstein’a göre kapitalist bir dünya-ekonomisi birçok kurumun toplamından oluşmaktadır. Söz konusu kurumların birleşimi, kapitalist bir dünya-ekonomisinin süreçlerini açıklayan temel unsurdur ve bu kurumların hepsi birbiri ile iç içe geçmiştir.

Bu kurumlar şunlardır: Pazarlar, Firmalar, Devletler, Hane halkları, Sınıflar, Statü Grupları. Bu alt bölümde kısaca söz konusu kurumlar açıklanacaktır.

3.1.4.1. Pazarlar

Pazarlar, kapitalist üretim ilişkilerinin vazgeçilmez unsurlarından bir tanesidir ve bireyler ile satıcıların malları alıp-satabildikleri somut birer yerel yapıdır. Wallerstein’a göre ilke olarak kapitalist bir ekonomisinde fiili pazarlar, bir bütün olarak dünya-ekonomisinde var olur. Bu pazarlarda satıcılar her zaman karlarını maksimize edebilmek için tekel olma eğilimindedirler. Herhangi bir üretim sektöründe mutlak tekeller yaratabilmenin çok güç olması sebebiyle birçok alanda anca kısmi-tekeller yaratılabilmektedir. Satıcıların kısmi-tekeller yaratabilmeleri için nispeten güçlü devlet mekanizmalarına ihtiyaçları vardır. Devletin düzenleyici müdahalelerinin de etkisi ile satıcılar, yasal düzenlemeler ( Patent hakları) , ithalat ve ihracat üzerindeki devlet kısıtlamaları, sübvansiyonlar ve vergiler yolu ile kısmı-tekeller yaratabilirler. Fakat devlet içerisindeki farklı firmaların yönetici elitler üzerindeki baskıları ve devletler arasındaki politik mücadeleler sonucunda kısmi-tekeller kendi kendilerini ortadan kaldırma eğilimindedirler. Yine de, bu mücadeleler sonuçlanıncaya kadar kısmi-tekeller belirli düzeyde sermaye birikimi sağlayabilirler. Diğer taraftan, kısmi tekeller varlıkları sona erdirdiğinde, büyük sermaye birikimcileri, sermayelerini yeni önde gelen ürünlerin üretimine kaydırmaya başlarlar ve sonuç olarak bir önde gelen ürünler döngüsü oluşur.

46

Bu oyunun sonucunda, bir zamanların önde gelen sanayileri tekel pozisyonlarını kaybettikçe altın çağlarını geride bırakırlar ve giderek daha “rekabetçi”, dolayısıyla daha az karlı hale gelirler (Wallerstein, 2011: 56-57).

3.1.4.2. Firmalar ve Devletler

Firmalar, pazarda var olan aktörlerin en önemlilerinden biridir. Yukarıda kabaca ifade edildiği gibi firmalar pazarda faaliyet gösteren diğer firmalar ile rekabet halindedir ve bu rekabetin sonucunu belirleyecek olan firmaların tekelleşme düzeyleridir. Yaşanan zorlu rekabet sonucunda, bazı firmalar iflas ederken bazı firmalar da sermaye birikimlerini arttırarak oyuna devam ederler ve sonuç olarak sermaye belli firmaların elinde yoğunlaşmaya başlar. Pazar içerisinde yer alan firmaların üretimlerini hangi ülkelerde yapacağı ve hangi ürünlerin üretileceği kapitalist dünya-ekonomisinin eksenel iş bölümü tarafından belirlenir. Kapitalist dünya-ekonomisinde üretim, merkeze ilişkin ürünlerin üretimi ile çevre ülkelere özgü ürünlerin üretimi şeklinde ikiye bölünür. Burada merkez-çevre ile kast edilen şey üretim sürecinin karlılık derecesidir. Pazarlar alt başlığında açıklandığı şekli ile kısmi-tekeller bir süre sonra, tekel olma özelliklerini yitirirler (patent hakkının sona ermesi vs. gibi gerekçeler ile) ve bu ürünler, rekabetçi bir sürece girmeye başlar. O halde, karlılığın doğrudan tekelleşme derecesine bağlı olduğu da göz önünde bulundurulduğunda, kısmi-tekeller tarafında kontrol edilen süreçler merkeze özgü süreçlerken, rekabetçi süreçler ise çevreye özgü süreçler olarak kendisini gösterir. Söz konusu ilişkisel sürecin sonunda ise çevresel ürünlerin üreticisi olan firmalardan merkez firmalara doğru sürekli bir artı-değer akışı yaşanmaktadır. Bu süreç politik olarak güçlü olan bölgelerden zayıf olan bölgelere doğru bir sermaye aktarımı olarak da okunabilir. Kısmi-tekeller görece güçlü devletlerin patronajında oldukları için güçlü devletlerde konumlanırlar ve merkeze özgü süreçler, birkaç büyük devletin kontrolünde şekillenir. Tersinden bakacak olursak, çevreye özgü süreçler, rekabetçi bir

47

boyut kazandığı için, çok sayıda güçsüz devlet arasında paylaşılmak zorundadır. Aslına bakılırsa, merkeze ait üretim süreçleri ile çevresel üretim süreçlerinden bahsedildiğinde anlatılmak istenen şey merkez devletler ile çevre devletlerdir. Bazı devletlerde merkeze özgü ve çevresel ürünlerin eşit sayılabilecek bir karması üretilir. Wallerstan’a göre bu ülkeler yarı-çevre ülkeler olarak adlandırılır (Wallerstein, 2011: 59-60). Aslına bakılırsa burada amaç, üretim süreci içerisinde oluşan karın belli bir bölümünün bir yerden başka bir yere, yani merkezden çevreye aktarılmasıdır. Böylesi bir eksenel iş bölümü ile kazanan bölge ‘merkez’ olurken, kaybeden bölge ise ‘çevre’ olmaktadır.

Merkez, yarı-çevre ve çevre ülkeler arasındaki ürün akışları şu şekilde gerçekleşmektedir: Bir firma, devletler topluluğu tarafından yasal prosedürler ile korunduğu süre boyunca kısmi-tekel olma özelliğini korur, daha sonra bu ürün tekel özelliğini kaybetmeye başladıkça yarı çevre ülkelere kaydırılır ve nihai olarak ürünün rekabet koşulları arttıkça çevre ülkelerde üretilmeye başlanır. Kısaca: “meta zincirleri kapitalist dünya ekonomisinin çevrelerinden merkezlerine doğru gitme eğilimindedir”

(Wallerstein, 2006b: 26). Bu süreç, yukarıda da belirtildiği gibi, artık sermayenin çevreden merkeze doğru kayması anlamına gelmektedir. Hem merkeze ilişkin üretim süreçlerinin hem de çevreye özgü üretim süreçlerinin bir arada bulunduğu yarı çevre ülkeler ise sürekli bir baskı altındadır. Bir taraftan çevreye kaymamak için çaba sarf ederlerken bir taraftan da merkeze doğru kaymak için ellerinden geleni yapmaktadır. Bu ülkeler bir taraftan kendi üretim süreçlerini dışarıdaki daha güçlü firmaların rekabetinden korumayı umarken, diğer taraftan dünya pazarında daha iyi rekabet edebilmek için içerideki firmaların verimliliklerini arttırmaya çalışırlar. Wallerstein’a göre 21. Yüzyılın başlangıcında yarı-çevre olarak adlandırılabilecek olan ülkeler şunlardır: Güney Kore, Brezilya ve Hindistan (Wallerstein, 2011: 60-62).

48 3.1.4.3. Hane halkları ve Sınıflar

Kapitalist üretim ilişkilerinin üretim süreci içerisinde işçiler olmadan ayakta kalamayacağı bir gerçektir. Wallerstein, işçileri, hayatlarını devam ettirebilmeleri için alternatif araçlara sahip olmayan kişiler olarak tanımlamanın hatalı olduğunu iddia etmektedir. İşçiler normal olarak hane halkı yapılarının birer üyeleridir ve bu üyeler çeşitli gelir kaynaklarını hane halkı içerisinde bir araya getirip paylaşırlar. Hane halklarının bir araya gelerek paylaştıkları gelir unsurları şu şekilde sıralanabilir: ücret gelirleri, hayatı sürdürebilmek için zorunlu olan şeylerin yapılması (evde yemek pişirmek, temizlik yapmak vs.), küçük meta üretimi (serbest çalışma da denilir, hane halkı üyesi çocuğun okul çıkışı sigara satması), rant (tahvil mevduatından faiz geliri elde edilmesi) ve son olarak transfer ödemeleri ( doğum, evlenme gibi nedenler ile hane halkına yakın kimselerden alınan hediyeler). Bu gelir türleri hane halkı havuzunda toplanır ve ihtiyaç halinde yine bu havuzdan harcamalar yapılır.

Bir hane halkının gelirleri içerisinde, yukarıda sayılan gelir gruplarından hangisinin ağırlığının fazla olduğu söz konusu hane halkının sınıfsal pozisyonunu da belirlemektedir. Hane halkı gelirleri içerisinde ücret gelirlerinin ağırlığının fazla olması durumunda proteler bir hane halkından söz edilebilecekken, ücret gelirleri dışındaki gelirlerin ağırlığının fazla olması durumunda yarı-proleter bir hane halkından söz edilebilir. Piyasa mekanizması içerisinde gelirleri içerisinde ücret gelirlerinin ağırlığı yüksek olan hane halkı daha yüksek ücretlerle çalışmaya daha gönüllü olacakken (çünkü başka ilave gelirleri sınırlıdır), gelirleri içerisinde ücret geliri dışındaki gelirlerin ağırlığı fazla olan hane halkları daha düşük ücretler talep edeceklerdir (ilave gelirleri ile asgari geçimlik ihtiyaçlarını karşılayabileceklerdir). Bu durumda, doğal olarak firmalar yarı-proleterleşmiş aile bireylerini çalıştırma eğilimine girerek daha düşük ücret ödemek isteyeceklerdir. Tüm bu açıklamalar ışığında, Wallerstein’a göre, kapitalist bir sistemde sınıflar vardır çünkü farklı çıkarlara sahip olan kişiler vardır; ve fakat, bu kişiler farklı

49

hane halklarına mensuptur. Bu anlamıyla sınıflar içerisinde konumlananlar kişiler değil hane halklarıdır (Wallerstein, 2011: 71-72).

3.1.4.4. Statü grupları

Wallerstein’a göre, hane halklarının kendilerini konumlandırdıkları biricik gruplar sınıflar değildir. Hane halkları aynı zamanda statü grupları ya da kimliklerin de üyeleridir. Statü grupları bir kökene işaret ederler çünkü onların içinde doğarız, ya da en azından onların içinde doğduğumuzu düşünürüz. Statü grupları toplumdan topluma farklılıklar göstermekle birlikte en bilinenleri şunlardır: Uluslar, ırklar, etnik gruplar, dinsel cemaatler. Toplumsal cinsiyet ve cinsel tercih kategorileri de bu gruplara dahildir.

Hane halkları, dünya-sisteminin öncelikli sosyalleşme kurumları olarak işlev görürler ve içeriden bireyler düzleminde ve dışarıdan kurumlar düzleminde bir takım baskılara maruz kalırlar. Hane halklarına dışarıdan yapılan baskılar genelde devlet eliyle ve yasal düzenlemeler yolu ile olur ve devletin normlarına ve kollektif stratejilerine uyum sağlamayı hedefler. Fakat hane halkı ötesi baskı sadece devlet eliyle gerçekleştirilmez.

Dinsel yapılar ve etnik örgütlenmeler de dışsal baskı mekanizmalarıdır.