• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: KURAMSAL ÇERÇEVE

2.1. TOPLUMSAL CİNSİYET

2.1.6. Kadınlık, Annelik ve Cinsel Politika

Bu konumlara temel oluşturan ayrım ise özel ve kamusal ayrımıdır. Kamusal alan erkeğin alanı, özel alan ise yine erkeğin denetimindeki kadının hareket alanı yani ailedir. Jayasuriya (1990) özel alanı, aile alanı olarak kurulmasının aksine, devlet tarafından finanse edilmeyen ve/veya kontrol edilmeyen ve örneğin dinsel kurumları da kapsayan alan olarak tanımlamaktadır. Devlet kontrolünün dışına çıkarılan aile Walby’a göre, kadınlar için özel ve özgür bir

alan olmamakla birlikte, kadın ve erkeklerin farklı toplumsal konumlanışları itibariyle farklı çıkarlara hizmet eden bir yapıdır (Davis-Yuval, 2010, s.152).

Feminizmin “özel alanı” keşfi, özellikle ikinci dalga feminist hareketten sonra başlar. İkinci dalga feminizm, kadının ikincilleştirilmesinin esas alanı olarak aileyi görmüştür. İlk dalganın liberal eşitlik taleplerinin, özel alana müdahale yapılmadan gerçekleşemeyeceğini düşünen feministler, ataerkilliğin ise bir cinsiyet rejimi olarak, gücünün kendini yeniden üretebilme kapasitesinde yattığına vurgu yapmışlardır. Böylece ailenin toplumsal konumundan çok, ailenin “içinde” olup bitenlere bakılmaya başlanmıştır (Bora, 2011, s.41).

Toplumsal cinsiyet ilişkilerinde aile, annelik ve kadın ile ilişkilendirilen en temel alandır. Erkeğin, kadını aile içinde tanımlaması, iktidar alanı dışına çıkarılan kadına karşı yapılan politik bir eylemdir. Rich, anneliğin tarihi ve ideolojisi olan bir kurum olduğu iddiasında bulunarak, kadınların, evlerde yalıtılmış olarak annelik yapmalarının, ataerkil sistem için gerekli olduğunu belirtmiştir. Sınıf ve renkleri ne olursa olsun, kadınların yeniden üretici güçlerinin denetim altına alınması, doğurganlık, kürtaj ve genel olarak jinekolojinin yasal ve teknik kontrolü, bu sistem için gereklidir. Anneliğin “özelleşmesi”, kadınları ataerkil sistem içinde siyasal güçten alıkoymaktadır (Ecevit, 1993, s.24). Kadınlık, içinde yaşadığımız kültürde, yaş, eğitim, sınıf gibi değişkenlerden bağımsız olarak, esasen “ev” üzerinden tanımlanır ve yeniden üretilir (Bora, 2011, s.21).

Toplum, ataerkil aile aracılığıyla, devletten bireysel bedene ve bedenin arzularına dek inen bir siyasal denetim ve egemenlik hiyerarşisi kurar (Berktay, 2012, s. 143). Aile ise, var olan belli bir biçimdeki cinsiyet rolleri ve ilişkilerinin sonucu ortaya çıkan toplumsal cinsiyet ideolojisinin yeniden üretildiği ve geliştirildiği alanın maddi çerçevesini oluşturur (Dedeoğlu, 2000, s.141).

Anneliğin kadınlar ile ulus-devlet arasında nasıl bir vatandaşlık pratiği ortaya çıkardığını sorgulayan Carol Pateman, anneliğin, bir yandan “kadınları vatandaşlıktan ve siyasetten koparan doğal kapasiteler” olarak görülebileceğini, diğer yandan ise, “kadınların devlete karşı görevlerini tanımlayarak onların modern siyasi düzenin içine alan bir kanal” olduğunu belirtir. Dolayısıyla her ne kadar hem egemen söylemlerde hem de onlara muhalif alternatif söylemlerde annelik kutsallaştırılıp siyaset ötesi bir şekilde tanımlansa da, annelik kavramının içi son derece siyasi anlamlarla

doldurulmuştur. Dolayısıyla anneliğin özel alanda kodlanması dahi politik bir durumdur (Aslan, 2009, s.86). Kadın=ana özdeşliği üzerinden kurulan toplumsal cinsiyetle, kadınların evlilik çocuk, ev işleri bağlamındaki, yani ailedeki konumu tariflenmektedir (Osmanağaoğlu, 2009, s.23).

Kadınlar üzerinde kurulan hâkimiyeti, karşı cinsi bir yandan potansiyel bir tehlike, diğer yandan da aşağı bir sosyal katman olarak sunan “erkek söylemi”

meşrulaştırır. Ancak aşağıladığı sınıf bir taraftan da doğurganlık nedeniyle yaratıcı bir sınıftır ve erkek söylemi bu kavramı da ayrıca hedef alır. Birçok basit toplumda, kadının doğurganlığını önemsizleştirmeye yönelik inançlar bu yüzden yaygınlaşmıştır. Kadınla çocuğu arasında hiçbir ağ bulunmadığını düşünen bu tür birçok toplumda, kadına karşı, erkek spermini tek ya da ilk yaratıcı olarak yücelten bir söylem gelişmiştir. (Akal, 1994, s.28).

Kadınlığın, aile ve annelikten hareketle tanımlanması toplumsal cinsiyetin başlı başına bir politik bir etkisi olduğu sonucunu doğurur. Örneğin MacKinnon (2003, s.187) toplumsal cinsiyetin iktidarı böldüğü için politik bir sistem olduğunu belirtmiştir. Bu politik sistem içinde kadınlar evde köleliğe mahkûm edilmiş, anneliğe zorlanmış, cinsel olarak nesneleştirilmiş, fiziksel açıdan taciz edilmiş, aşağılayıcı eğlencelerde kullanılmış, susturulmuş, kendi kültüründen yoksun bırakılmış oy hakkı verilmemiş, toplum hayatından uzaklaştırılmıştır.

Sadece toplumsal yapı değil, hakim devlet ideolojisi için de aile ve kadın önemli bir noktada durmaktadır. Örneğin Türkiye özelinde konuya bakıldığında; son yıllardaki toplumsal muhafazakârlaşmanın temel hedefi yine kadınlardır. Kadınlar “kültürün taşıyıcıları olarak”, öncelikli olarak ailede önemli bir role sahiptirler. Erkeklerin kadınlara geleneksel rolleri dayatmalarının ötesinde kadınların bu rolleri benimsemeleri, hatta dini bir bakış açısıyla önemsemeleri hakim ideolojinin devamlılığı için önkoşuldur. Bu süreçte devlet eliyle sunulan dini eğitimin yani devlet politikalarının önemli rolü vardır. Sonuç olarak devlet, politika ve ideoloji eliyle toplumu şekillendirmeye ve baskılamaya aileden başlar (Kağıtçıbaşı, 2010, s.17).

Weber, özellikle iki baskı biçimi üzerine eğilir. Toplumsal otorite yoluyla baskı (ataerkil düzende aile reisinin baskısı, toplum çerçevesi içinde yargı ve yürütme organlarının baskısı) ve ekonomik güç yoluyla baskı, Ataerkil düzende diğer baskı düzenlerinde olduğu gibi, ekonomik mallar üzerindeki

denetim, yani ekonomik güç, baskının bir aracı olduğu kadar, sonucudur (Connell, 1998, s. 339).

Bahsi geçen bu durum sosyo-kültürel yapıları da etkileyerek, eylemde politik bir durum halini alır ve ortaya cinsel politika çıkar. Millet’a göre cinsel politika, ruhsal yapı, toplumsal yer ve durum açısından her iki cinsin temel ataerkil duruma göre “toplumsallaştırılması” yoluyla gönüllü destek kazanır. Toplum içerisindeki durum konusunda, erkeğin üstünlüğünü kabul eden önyargı yüzünden, erkek daha üstün, kadın daha aşağı bir yere konulur. Ruhsal yapı ise, kişiliğin erkek ve kadın diye tanımlanan cinsel sınıflamanın çizgileri içinde gelişimini öngörür. Bunun temeli, egemen grubun gereksinme ve değer ölçülerine dayanır ve bu grubun kendinde var olduğunu kabul ettiği yetenekler, egemen oldukları kişilerde ise egemen olanların işine gelen nitelikler kanalıyla yürütülür. Bu yetenekler erkeklerde saldırganlık, zekâ, güç ve etkenlik;

kadınlardaki nitelikler ise edilgenlik, bilgisizlik, güçsüzlük, iffet ve etken olamayıştır. Her cinsin davranış, hareket ve tutumunu etraflı ve değişmez biçimde belirleyen cinsel rol diye tanımlanan ikinci öge de, bu temeli pekiştirir (Millet, 2011, s.49).

İçeriğindeki toplumsal cinsiyet ögeleri ile birlikte düşünüldüğünde cinsiyetler, sosyo-kültürel olarak değişebilir yapılardır. Toplumsal cinsiyet ile ilgili çalışmaların geneli bu varsayıma dayanır. Bu çalışmalar bağlamında şekillenen müdahale ve analizlerin, ataerkillik, erkek egemen toplum, hegemonik erkeklik, ataerkil aile gibi kurum ve kavramlara yönelik olması, bu kurum ve kavramların içeriğini değiştirici nitelikte olması; toplumsal cinsiyet eşitliğinin daha kalıcı olmasını sağlar. Örneğin Bourdieu, cinsiyetin toplumsallaşma sürecinin sonucu edinilmiş bir “kimlik” değil, kişinin de içinde aktif bir özne olarak yer aldığı, farklı iktidar ve sermaye biçimlerini içeren, çok bileşenli ve karmaşık bir süreç olarak ele alınmasını mümkün kılacak bir kavramsal çerçeve sunmaktadır (Bora, 2008, s.181). Böyle bir anlayış bizi, toplumsal cinsiyetin “öğrenilebilir” olduğu gerçeğine götürür. Dolayısıyla sosyal yapının, toplumsal cinsiyet kalıpyargılarını devam ettirici özelliğine ek, bizler, kendi gelişim süreçlerimizde, bu kalıpyargıları farklı kuramsal bakışlara göre, öğrenir ve yeniden üretiriz.