• Sonuç bulunamadı

KÖŞKÜN TARİHÇESİ VE GENEL MİMARİ ÖZELLİKLERİ 1. Osmanlı Öncesi Anadolu Köşkleri ve Genel Mimari Özellikleri

ÇALIŞMANIN YÖNTEMİ VE KAPSAMI

1. BÖLÜM: KÖŞKÜN TANIMI VE MİMARİ ÖZELLİKLERİ KÖŞKÜN TANIMI KÖŞKÜN TANIMI

1.4. KÖŞKÜN TARİHÇESİ VE GENEL MİMARİ ÖZELLİKLERİ 1. Osmanlı Öncesi Anadolu Köşkleri ve Genel Mimari Özellikleri

Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle başlayan iskân sürecinin başlamasına ilişkin bilgiler dağınık ve oldukça yetersizdir. Bunun nedeni ise, çoğunluğu dayanaksız malzemeye dayanan tarihsel dokunun korunamamış olmasıdır. Günümüze gelebilen yapılar ise, bazı köşk ve kasırlardan arta kalanlardır (Arel, 1999, s.190).

Osmanlı öncesi Anadolu Türk mimarisinden, ayakta kalan köşkler, Konya Sarayı’na ait ve Alâeddin Köşkü olarak tanınan köşk kalıntısından başka, Kayseri-Erkilet Hacı İlyas Köşkü veya Kayseri Arguncuk Haydar Bey Köşkü gibi 13. yüzyıl yapılarıdır. Bu yapılar, oldukça büyük, taştan, ‘’kasır’’ denilebilecek nitelikte yapılar olup zamanlarındaki kullanımları ve adlandırılmaları hakkında bilgi bulunmamaktadır (Ögel, 1988, s.127). Bunlardan başka Kayseri Keykûbadiye ve Konya Kubad-Abâd Saray siteleri içerinde yer alan köşk olması muhtemel binalar, Aspendos’daki Roma tiyatrosunun sahnesinde, köşk haline getirilen büyük merdiven kulesi yapıları da mevcuttur.

Konuyla ilgilenen araştırmacıların, bu yapıları tek tek ele alan yayımlanmış çalışmaları bulunmaktadır. Ayrıca, Alptekin Yavaş, ‘’Ortaçağ Konut Mimarisi Üzerine Bir Araştırma: Anadolu Selçuklu Köşkleri’’ başlıklı tez çalışmasında, köşkü "kır ve açıklık yerlerde veya bahçe içinde bulunan münferit ev" şeklinde

tanımlayarak birçoğu daha önce araştırmalara konu olmamış 17 adet köşk2 yapısını incelemiştir.

Bu döneme ilişkin elde bulunan yegâne kaynaklar, az sayıda resmi kayıt, mekânlara ilişkin gözlem ve betimlemeleri içermeyen edebi metinler ve minyatürlerdir (Arel, 1999, s.190).

13. yüzyıl yazılı kaynaklarında, özellikle İbn Bibî’nin Selçuknâme’sinde, çeşitli vesilelerle köşklerden bahsedilmektedir. Sultan I. Alâeddin Keykubâd’ın tahta çıkmasının kutlama törenlerinde, Kayseri ve Konya şehirleri ahalisi, başkente gitmekte olan yeni hükümdarlarını karşılamaya çıktıklarında, Kayseri yakınlarındaki Çubuk’ta köşk ve tahtırevanlar hazırlanmıştır (İbn Bibî, 1941, s.88). İbn Bibî’nin deyimi ile, köşkler “sabit ve seyyar” dır, yani bu köşklerden bazıları taşınabilir olup tekerlekler üstünde hareket ettirilebilmekteydi.

İbn Bibî’nin kaydettiği bir diğer köşk ise, bir çeşit tören köşkü olarak Konya’daki sultan sarayının cephesinde sabit bir öğe şeklindedir (İbn Bibî, 1941, s.231). Sarayın giriş kapısı üzerine yerleştirilmiş ahşap bir köşktür ve sultanın geçit alaylarını buradan seyretmesi için yapılmıştır ( Ögel, 1988, s.128).

Şehirler dışında özel durumlarda yapılan köşkler, onlarla beraber kurulan sayısız çadır ile birlikte, bu alanlarda adeta geçici şehirler oluşturmaktadır. Gerek hükümdarın otağı, gerek misafirlerin ikametine ayrılan çadırlar, içinde bir süre yaşanabilecek şekilde, büyük ahşap strüktürlerdir ve çamaşırlık, mutfak, erzak odası gibi müştemilatı vardır (Ögel, 1988, s. 128).

Aksaray’lı Kerimüddin, hükümdar çadırından, ‘’saray otağı’’ olarak bahsetmektedir (Aksaray’lı Kerimüddin, 1943, s.321, aktaran, Ögel, 1988, s.128). Bu otağların büyük bir köşk şeklinde olduğu ve Konya Sarayı’ndaki köşklerden çok farklı olmadıkları düşünülmektedir. Birkaç günde yükselen ve yine birkaç günde serap gibi

2 Aksaray Köşkü-(Aksaray), Alara Kasrı (Alanya), Kız Kalesi Adası’nda yer alan ve "Ana Yapı" olarak adlandırılan bina (Konya-Beyşehir-Gölü), Çıplaklı Köyündeki bina (Alanya), Delice Köşkü (Yozgat), Gülefşen Köşkü (Alanya), Hacı Baba Köşkü (Alanya), Hasbahçe Köşk Sitesi (Alanya), Haydar Bey Köşkü (Kayseri-Argıncık), Hızırilyas Köşkü (Kayseri-Erkilet), Kaledran Köşkü (Alanya), Kızıl Köşk (Kayseri-Billur Bağlan), Mada'mn Kilise Adası’ndaki köşk (Konya-Beyşehir Gölü, Malanda mevkiindeki bina (İsparta-Yenişarbademli), Sedre Köşkü (Alanya-Demirtaş), Şikârhane Köşkü (Alanya-Gazipaşa) ve Sugözü Köşkü (Alanya)’nü kapsayan detaylı çalışmada, yapıların mimari özellikleri incelenerek Ortaçağ konut mimarisi üzerine bir değerlendirme yapılması amaçlanmıştır (Alptekin, 2000).

ortadan kaybolan bu köşk ve çadır şehirler, kalıcı saray düzeninde karşılığını bulmaktadır ( Ögel, 1988, s.128).

13. yüzyılda yaşamış olan Endülüslü coğrafyacı İbn Said, Selçuklu dönemine tanıklık eden ilk yazarlardan biridir. İbn Said, Konya’da yaşayan sıradan insanların kerpiç evlerde oturduğunu, tacir ve zanaatçı evlerinin evlerinin beyaza -kireç?- boyandığını, ümera ve eşraf evlerinde ise beyaz ve renkli mermer kullanıldığını ifade etmektedir (Cahen, 1968, s.45, aktaran, Arel, 1999, s.190). İbn Said’in Konya ileri gelenlerinin evlerinde gördüğü mermer kaplamalar, Selçukluların mimari tarzına oldukça yabancıdır. Anadolu Selçuklu mimarisinde, duvarlar çini ya da mozaik panolarla kaplanır ya da stukko veya alçı sıva üzerine yapılmış nakışlarla bezenirdi. Mermer kaplamalar ise, anıtsal Bizans mimarisinin özelliklerindendir. Bu yüzden, Konya’daki mermer kaplamalı evler, başkentte yerleşen Selçuk ileri gelenlerinin içine yerleştikleri şehrin daha eski yapıları ve onlarla işbirliğine girerek eski statülerini koruyan yerli eşrafa ait yapılar olmalıdır (Turan ve Cahen, 1979, s.209, aktaran, Arel, 1999, s.191).

Anadolu’ya gelen Türklerin önemli kesimini oluşturan göçer aşiretlerinin, özgün yaşam biçimlerini uzun süre korudukları, yerleşik düzene geçtikten sonra bile, belli sürelerle ya da fırsat buldukça çadırlarda oturmayı sürdürmüş oldukları anlaşılmaktadır. Selçuk sultanlarının bile sürekli olarak yer değiştirdikleri, başka başka yerlerde inşa ettikleri saraylarında sıra ile konakladıkları, birer dağınık yapılar manzumesi olan bu sarayların içindeki köşk ya da kasırların ikametten çok teşrifat3 amacıyla kullanıldıkları bilinmektedir (Redford, 1993, s. 219-236, aktaran, Arel, 1999, s.193). Uğur Tanyeli de, Selçuklu döneminden günümüze ulaşan köşklerin, küçük boyutlu olmalarından ötürü içinde yaşamak için yapılmadığı izlenimi verdiklerinden söz etmektedir. Ona göre, bu yapılar daha çok takdim amaçlı simgesel yapılardır. Tek başına bir ya da birkaç yapının içinde karşılanamayan gereksinme ise, onunla birlikte kullanılan çadır gibi geçici birimlerin yapıyla ortak kullanımı sayesinde giderilebilmektedir (Tanyeli, 1988, s.187).

Ayda Arel, Anadolu Selçuklu döneminde, evlerin yüksekliği ile toplumsal konum arasında hiyerarşik bir denklik olduğunu ve Osmanlı döneminde de bunun devam

3 Protokol, büyük, resmî olan ziyaretlerde, kabul resimlerinde ve törenlerdeki uyulması gereken adetler, usuller (Devellioğlu, 2004, s.1097).

ettiğini ifade etmektedir (Arel, 1999, s.192). Nitekim İbn Said’den yaklaşık yüz yıl sonra, Konya’ya İlhanlı egemenliğinde gelen Eflâki, tacir evlerinin sıradan evlere göre daha yüksek olduğunu, zenginlerle emirlerin evlerinin bunlardan da yüksek tutulduğunu, en yüksek evlerin ise sultanların kasır veya tak’ları olduğunu kaydetmiştir (Eflâki, 1995, s.257, aktaran, Arel, 1999, s.191). Ayda Arel, burada kullanılan tak-kemer, eyvan deyimiyle, Konya’daki ünlü Alâettin köşkünü andıran, yüksek ve bir eyvanla çevreye egemen bir seyir olanağı sağlayan köşkleri ya da üst katlarında kemerlerle manzaraya açılan yarı kapalı terasları bulunan küçük Selçuk kasırları kastedilmiş olabileceğini aktarmaktadır (Arel, 1999, s.191).

Friedrich Sarre, Konya Sarayı’nın köşklerden oluşan serbest bir düzene sahip olduğunu ifade etmektedir (Sarre, 1967, s.2). Emel Esin’de, bahçeli köşk biriminin Topkapı Sarayı’nın ve ondan önce Konya Sarayı’nın ana birimi olduğunu belirtmektedir (Esin, 1972, s.311-384).

Bütün bunların ışığında, Anadolu Selçuklu döneminde, yerleşik halkın mütevazı evlerde, varlıklı olan esnaf sınıfının onlardan daha özenli (boyalı) ve yüksek evlerde oturduğu, aristokrat kesimin ise, bunlardan da yüksek, cepheleri beyaz ve renkli mermer kaplı mevcut yapı stokundan yararlandıkları, en yüksek kasr (köşk) ya da tak’ların da Selçuklu sultanlarına ait olduğu söylenilebilir.

Bu dönemde göçebe yaşamını devam ettiren toplulukların ise, büyük ölçüde Asya’dan getirdikleri barınma biçimini sürdürdükleri, kısmen yerleşik düzene geçildiğinde bile, belli zamanlarda çadırda oturmayı sürdürdüğü anlaşılmaktadır. 1.4.2. Osmanlı Dönemi Köşkleri ve Genel Mimari Özellikleri

Osmanlı Dönemi Köşkleri Tarihçesi

Anadolu Türk kültürünün önemli öğelerinden biri olan köşkün, Asya kökenli olduğu, bazı yazarlar tarafından çadırdan türeme bir yapı olarak değerlendirildiği çalışmanın 1.2 numaralı bölümünde ifade edilmişti.

Ayda Arel, Asya’nın iç kısımlarından gelen biçim ve teknikler gibi köşklerin de, Anadolu’ya daha önce Moğol baskınının sebep olduğu şehir göçleri sırasında ya da İlhanlı hükümranlığı sırasında gelmiş olabileceğini aktarmaktadır (Arel, 1999, s. 38-40).

Köşk Tipolojisinin Osmanlı döneminde yaygınlaşması ise, Timurlular mimarisinin etkisinde kalan Akkoyunlu mimarisinin, Tebriz’in alınmasıyla da ivme kazanan aracılığına bağlanmaktadır. Nitekim Fatih’in 1473 tarihli Çinili Köşkü, gerek planı gerekse dekorasyonu bakımından, Osmanlı tarzından çok Timurlu, ya da ondan etkilenen Akkoyunlu mimarileri tarzındadır (Eldem, 1969, s.62-68). Ayrıca, Timur çağının bir başka özelliği olan duvarla çevrili, dikine kesişen patikaların tarhlarla bölündüğü, yer yer görkemli köşklerle donatılmış büyük bahçeler geleneğinin de Osmanlılarca benimsendiği, 16. yüzyılda Schweigger’in çizdiği padişahın bahçesini betimleyen bir gravürden anlaşılmaktadır (Arel, 1999, s. 199-200) (Şekil C.1.1). Osmanlı padişahları, ailesi ve binlerce hizmetliden oluşan maiyetiyle beraber, Avrupa’daki örnekleri gibi tek bir binada değil, büyük duvarlarla çevrili bahçe ve avlu içinde ayrı ayrı yapılardan oluşan Topkapı Sarayı gibi küçük ölçekli bir şehirde yaşamışlardır. Sarayın bütününde üç odadan fazla bir bütünlüğün bulunamamasının nedeni ise, Topkapı Sarayı’ndaki temel birimin oda olmasıdır. Böyle bir kompozisyonun içerisinde de köşklerin önemli bir yer tuttuğu ifade edilmektedir ( Kuban, 1999, s.88).

Erken Osmanlı döneminde, bu çağa aidiyeti kesin olarak bilinen tek köşk yapısı, Manisa Sarayı’nda Sultan II. Murad döneminde inşa edilen kasır ya da kule-köşktür. Üç katlı yapı, Fatih Sultan Mehmed dönemine ait Edirne Cihannüma Kasrının bir prototipi gibidir.

Osmanlı mimarisinde, Fatih Sultan Mehmed’ten Sultan IV. Murad’a kadar olan devirlerde, köşkler kargir olarak inşa edilmişlerdir. Bu sebeple, köşk yapımı pahalı ve ağır olmakla birlikte kargir köşkler dayanaklı olduklarından yıkıp yenilenmeleri de daha enderdir (Eldem, 1969, s.XIV).

Köşk yapımında en büyük hamleyi Sultan IV. Mehmed yapmıştır. Bu dönemde köşkler, çoğu zaman dolma veya çatma tekniğinde inşa edilmiştir. Bunların büyük bir bölümü Edirne ve Trakya’dadır (Eldem, 1969, s.XIV).

Sultan II. Selim, II. Ahmed ve II. Mustafa devirlerinde, siyasi karışıklıklar nedeniyle yeni yapılar yapılamamıştır.

Lale Devri, Osmanlı köşk ve kasır mimarisi açısından en parlak devirlerden biri olmuştur. Sultan III. Ahmed, ihmal edilmiş bulduğu İstanbul’da, özellikle Boğaziçi’nin hemen her yerinde yeni köşkler yaptırmıştır. Kullanılan yapı tekniği

daha da hafiftir. Yaptırdığı binaların inşa süresi bazen sadece haftalarla ölçülebilecek kadar kısadır (Eldem, 1969, s.XIV).

Lale Devrinde, Fransızlarla sıklaşan ilişkiler sonucu Paris’e giden Yirmisekiz Çelebi Efendi’nin, Versailles Sarayı bahçelerinin planlarını getirmesi üzerine, köşk mimarisine ilk batılı etkiler görülmeye başlanmış ve Sadabad olarak anılan Kağıthane ve çevresi de planlardan esinlenerek yapılan havuzlar, bahçeler ve köşklerle dolmuştur (Çelikbilek, 1988, s.2).

18. yüzyılı ikinci yarısından itibaren Osmanlı mimarisinde görülmeye başlanan batı tesirleri, Türk Rokokosu olarak nitelendirilen bir süsleme akımıyla köşk ve sarayların süsleme ve dış bölümlerinde etkili olmaya başlamıştır. Kargir köşkler yerini, tamamen ahşap malzeme ile yapılmış köşklere bırakmıştır.

18. yüzyılın ikinci yarısında yavaşlayan köşk inşaatı, yüzyılın sonuna doğru Sultan III. Selim zamanında yeniden hız kazanmıştır (Eldem, 1969, s. XIV). Bu dönemde, Boğaziçi sultanlar tarafından sürekli tercih edilmeye başlandığından, burada önceden beri mevcut küçük yalı ve sahil-saraylar yerlerini yeni ve Avrupai görünüşlü ahşap saraylara bırakmaya başlamışlardır (Eyice, 1968, s.1214-54).

19. yüzyılda olduğu kadar çok ve büyük saray, köşk ve kasır yapılmadığı ifade edilmektedir. Sultan II. Mahmud, IV. Mehmed ve III. Ahmed’ten sonra köşk yapımına en fazla hız veren padişahtır (Eldem, 1969, XIV).

Osmanlı padişahlarının Topkapı Sarayı’ndan çıkışları, 18. yüzyılda başlamış, Sultan II. Mahmud ise, Topkapı Sarayı’nı kesin ve kararlı biçime terk etmeyi düşünen ve uygulamaya çalışan ilk padişah olmuştur. Krikor Balyan’a Beşiktaş’ta yaptırdığı yeni sarayda veya Topkapı Sahil Sarayı’nda oturuyor, eğlence ve gezinti için de Boğaziçi ve Haliç’teki saray ve köşklerden yararlanıyordu (Batur, 1986, s.1063; aktaran, Arslangazi, 2000, s.14).

Sultan Abdülmecid, Topkapı Sarayı’nı kesin olarak terk etmiş ve Karabet Balyan’a yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı’na yerleşmiştir. Ayrıca, bu büyük saraydan ayrı Yıldız Parkı’nda, Boğaziçi kıyılarında ve şehrin diğer bazı bölgelerinde biniş kasırları yaptırmıştır. Bu inşa merakı Sultan Abdülaziz’de de devam etmiş, Serkis Balyan’a Çırağan, Beylerbeyi Saraylarını yaptırmıştır. Bunun yanında, çeşitli yerlerde köşkler de inşa ettirmiştir (Eldem, 1969, XIV).

Sultan Abdülmecid ve daha çok Sultan Abdülaziz’den itibaren köşkler kargir olarak inşa edilmiştir. Sultan Abdülaziz’in ahşap inşaattan yangın nedeniyle çekinmesi, kullandığı köşklerin çoğunun yeniden kargir olarak inşa edilmesine sebep olmuştur. Bu yüzden ahşap köşklerin büyük bir kısmı yıkılmıştır (Eldem, 1969, XIV).

Sultan II. Abdülhamid ise, Dolmabahçe Sarayı’nda oturmayı tercih etmemiş ve Yıldız’a taşınmış ve Yıldız köşk ve kasırları, Yıldız Saray-ı Hümayun’u adını almıştır (Şehsuvaroğlu, 1955, s.6). Sultan II. Abdülhamid döneminde yapılan köşklerin mimari karakteri eski gelenekten iyice uzaklaşmıştır (Eldem, 1969, s.XIV). Vezir ve paşalara ait köşkler, hünkâr köşklerine uygun bir seyir takip etmiş, 19. yüzyıldan itibaren önem ve sayı bakımından gittikçe varlıklarını, eski güzellik ve anlamlarını kaybetmişlerdir.

Türk sarayları 19. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa'daki benzerleri gibi tek ve büyük bir binadan oluşmaz; büyük duvarlarla çevrili bahçe ve avlular içinde ayrı ayrı bina ve dairelerden meydana gelirlerdi. Bu sebepten dolayı mevsimlik veya günlük saray ve köşkler 19. yüzyıla kadar ''hadika''4 olarak adlandırılmışlardır. Bahçelerin içinde oturmaya ayrılan binaların bir kısmı köşklerdir. Bu durumda aynı sarayın içinde farklı boy ve sayıda çeşitli köşkler bulunmaktaydı (Eldem, 1969, s.XII).

Edirne ve Topkapı Sarayı'nda çok sayıda köşk bulunmaktaydı. Bununla beraber aslında köşk sayılmayan fakat mimari şekilleri dolayısıyla bu konuya giren Arz Odaları, Hünkâr Sofaları gibi daireler de vardı. Bunlar, çeşitli kabul, belirli ziyaret ve törene ayrılan yerlerdi (Adalet Kasrı, Alay Köşkü, Yalı, Cirit ve İftar Köşkleri gibi.) (Eldem, 1969, s.XII).

Bir günlük veya birkaç saatlik ziyarete açılan, ''biniş'' olarak isimlendirilen ve eklentilerinin azlığı ile saraydan çok köşk ya da kasır olarak anılan yapılar vardı. Şehirden uzak bahçelerde veya mesire yerlerinde bulunur, biniş anında açılır, diğer günlerde bostancılar muhafazasında kapalı tutulurlardı (Eldem, 1969, s.XII).

Saraylarda olduğu gibi dini ve resmi binalarda da Hünkâra ait köşkler bulunurdu. Bu yapılar, camilere bağlı hünkâr mahfil ve köşkleri (Yeni Cami Hünkâr Kasrı) olabildiği gibi, kışla, imalathane ve başka askeri veya mülki kurulların bünyesinde hünkâr odaları ve köşkleri şeklinde olabilirdi. Askeri ve mülki binalarda Hünkârın

4 Ağaçlı, suyu çok bahçe; bostan; meyva bahçesi; etrafı duvarlarla çevrilmiş bahçe (Devellioğlu, 2004, s.309).

ziyaret sırasında dinlenmek ve kabul için kullanacağı köşkler arasında en eskisi Mehterhane Kasrı'dır. Kışlalarda ve askeri okullardaki Hünkâr köşkleri arasında en fazla tanınanlar Cebeciler Humbarhane Kasrı, Galatasaray Kasrı, Büyük Levent Kasrı ve Rumeli Kavağı Kasrı'dır. Baruthaneler, su bentleri ve havuzlarda da hünkâr köşkleri bulunurdu. Büyük bent, Çiftehavuzlar, Azatlı Baruthanesi'nde bulunan köşkler bu gruba örnek teşkil etmektedir (Eldem, 1969, s.XII-XIII).

Bazı köşkler aynı zamanda spor gösterilerinin seyredilmesi amacıyla yapılmıştır. Gülhane ve Dolmabahçe meydan ve köşkleri ve Çinili Köşk örneklerinde olduğu gibi bu köşklerin önlerindeki meydan ve çayırlık üstünde, cirit, tomak oyunları oynanırdı. Büyük konak ve yalıların bahçeleri içinde de köşkler inşa edilmiştir. Yalılarda yalı köşkleri ve mehtabiyeler, sırtlarda dağ köşkleri bulunurdu. Şehir konaklarındaki köşkler, bahçede bir havuz kenarında veya set üstünde olurdu. İşlek bir semtte bulunanların ayrıca kapı üstlerinde ''hariciye'' denilen ve dışarıyı seyir imkânı veren köşk veya odaları vardı. İstanbul civarındaki mandra ve çiftlikleri dâhilinde de köşkler mevcuttu. İstanbul'dan farklı olarak Edirne konaklarındaki köşkler konağa bitişik yapılırdı (Eldem, 1969, s.XIII).

En önemlileri ve saray erkânında yer alanları hariç, diğer köşkler eskidikçe kullanılmaları tercih edilmemiş ve yıkılmıştır. Bununla beraber bulundukları semt ve bahçenin de aynı zamanda terk edildiği enderdir. Bu durumda köşk yerleri ve bahçeleri yine miride kalmış ve yerlerine kışla vb. binalar inşa edilmiştir. (Kuleli Köşkü, Kavak Sarayı gibi) Bazı bahçeler ise bozulmuş ve yerlerine mahalleler kurulmuştur. (Kandilli, Beylerbeyi, Emirgan, Üsküdar Sarayları gibi) Bazen de köşkler fazla masrafa sebep oldukları ileri sürülerek yıktırılmıştır. (Şevketiye, İncirli, Gülhane, Bebek Köşkleri gibi) Fakat genellikle eski köşkler yerlerini yenilerine terk etmişlerdir. Bu nedenle aynı yer ve bahçe içinde aynı ismi taşıyan birkaç yapı birbirini takip etmiştir (Çağlayan, Bebek, Çırağan, Tokat, Küçüksu Kasrı gibi) (Eldem, 1969, s.XII).

Genel Mimari Özellikleri

Köşk, ister sofa köşkü, isterse küçük bir saray boyutlarında olsun, kendi içinde yapısal bütünlüğü olan bir niteliğe sahiptir. Başka bir yapıya bağlı olduğunda bile, söz konusu bütünlüğü korumakta; bir yapı olma niteliğini kaybetmeden ondan soyutlanabilmekte, koparılıp ayrılabilmektedir (Akın, 1990, s. 124).

Köşk yapı tipinde, ‘’divanhane’’ mekânı en belirgin mimari öğedir. Mekânsal kuruluş ilkeleri bağlamında divanhanenin, bir merkez ve bir ile dört arasında değişen eyvandan oluşan geleneksel mekân düzenlemeleri bulunmaktadır. Ancak gerek köşk, gerekse onun iç mekânını oluşturan divanhanede kültürel tercih, yalnızca bu plan şeması ile sınırlı kalmaz; yerden yükseltme (fevkanilik), üç yöne bakış olanağı verme, kubbe ve havuz kullanımı, dikdörtgen ve ekseriyetle merkezi plan şeması kullanımı gibi diğer geleneksel özelliklerin yanında köşk yapısına ilişkin, iki ayrı özellikten daha söz edilebilmektedir. İlki, köşklerin birçoğunda görülen, yapı tekniğinin elverdiği kadar çok sayıda açıklık bulundurmasıdır. İkincisi, daha az belirginlik gösterse de, olasılıkla yapıları dıştan saran perde kullanımı olup sözü edilen perde, yapıyı iklim koşullarından koruma amacında olmayan, kullanımının işlev dışı nedenlere bağlı olduğu düşünülen bir perdedir (Akın, 1990, s. 132).

Divanhane

Günkut Akın, Divanhaneyi, temsili niteliği belirgin olan bir kabul ve resmi toplantı mekânı olarak betimlemektedir (Akın, 1990, s.124). Bağımsız niteliği olmayan divanhane, çoğu kez köşkün içerdiği mekânlardan biridir. Ancak, yalnızca tek bir divanhaneden oluşan ve başka mekân içermeyen köşkler de vardır. Böyle bir durumda, divanhane ile köşk özdeşleşmektedir.

Köşkün, üç yönde dışarıya açılabilmesi için, divanhanenin planda uç konumda yer alması veya yapı kütlesinden dışarıya doğru çıkıntı yapması gerekmektedir. Bu nedenle üç yönde dışa açılım, yapının mekân düzenlemesinin bunu sağlayacak şekilde ele alınması ile gerçekleşebilir. Bunun yanında, divanhanelerde oluşturulan çıkmanın asıl işlevi ise, oturulan yerden kalkmadan üç yöne bakış olanağı vermesidir (Akın, 1990, s.124-125).

G. Akın, divanhaneleri, mekânsal kuruluş ilkeleri açısından incelediği çalışmasında, bir merkez ve 1 ile 4 arası değişen eyvan sayılarına göre sınıflandırmaktadır.

Fevkanilik

Osmanlı köşk geleneğiyle Çin etkisinde kalan Uygur mimarisinde rastlanan ‘’kalık’’ tipi kulemsi binalar arasında, Emel Esin’in kurduğu bağlantılara öncesinde değinilmişti. Uygur sözlüğü, ‘’kalık’’ı yukarı kat olarak tanımlamakta olup, Emel Esin de kalığı, burç türünde yüksekçe bir kulenin üzerinde duran, ahşap bir köşk şeklinde tarif etmektedir (Arel, 1982, s.38).

Ayda Arel, fevkâni köşklerin, mimari betimlere yer veren eski gravür ve minyatürlerde de bulunduğunu ifade etmektedir. 1579 tarihli Hünername’de Sahil Köşkü, bir revağın çevrelediği dört köşe bir zemin katın üzerinde yükselen, cihannüma benzeri sivri külahlı bir köşk olarak betimlenmektedir (Şekil C.3.22). Scorella’nın gravüründe gösterilen, kemerli bir kaidenin üzerinde yükselen, piramidal bir çatı ile örtülü, yapı İncili Köşk’tür (Şekil 3.12). Piri Reis albümüne ait bir Üsküdar haritasında ise, çok katlı bir yapı dikkati çekmektedir (Şekil C.3.11). Yükseltilmiş köşk uygulamasının daha geç tarihlere ait bir örneğini, Türk-İslam Eserleri Müzesi’nde, bulunan 1690 tarihli Hamse-i Atâ’î minyatürlerinden birinde görülebileceğini ifade eden Ayda Arel, bu minyatürde dört yanı açık çardak şeklindeki köşkün, bir konağın damında yükseldiğini aktarmaktadır (Arel, 1982, s.40) (Şekil C.1.2).

Kale, sur ya da set duvarı üzerinde yükselen köşk yapı uygulamalarının çaresizlikten ileri gelmediğini düşünen Ayda Arel, Topkapı Sarayı’nda, doğrudan doğruya set duvarı üzerine oturan Kurşunlu Mahzen Köşkü’nü, III. Osman Sofası’nı ve özellikle Marmara’ya doğru uzanan odaları set duvarı önünden taşan ve direklere bindirilen Sofa Köşkü’nü örnek göstermektedir. Sepetçiler Köşkü, Bağdat Köşkü gibi köşklerin ise, bilinçli ve amaçlı bir şekilde tonoz üzerinde yükseltilen ‘’fevkani’’ yapılar olduğunu, III. Murad Köşkü’nün altında ise, içinde havuz bulunan tonozlu bir subasman olduğunu bildirmektedir (Arel, 1982, s.36) (Fotoğraf E.3.22).

Üç Yöne Bakış Olanağı Verme

Köşk yapısının temel özelliklerinden biri, üç yönde dışarıya açılma olanağı vermesidir (Eldem, 1986, s.159)..Hiçbir eklentisi olmayan ve sadece bir divanhaneden oluşan köşklerde bile bir duvarda giriş yer aldığı için, üç yönlülük yine belirginlik kazanmaktadır. Eklemleri olan diğer tiplerde ise bu duvarda ya hizmet mekânları bulunmakta ya da buradan diğer mekânlara bağlantı sağlanmaktadır. Günkut Akın, Osmanlı evinde, oda içindeki oturma düzeninde de olduğu gibi, üç