• Sonuç bulunamadı

İngiltere Ve Endüstri Devrimi:

Belgede Küreselleşme ve eleştirileri (sayfa 83-96)

5. Küreselleşme ve kapitalizm ilişkis

5.2 İngiltere Ve Endüstri Devrimi:

Coğrafi keĢifler ve akabinde sistemleĢen sömürgecilik emperyalizmle yakından bağlantılıdır. Bu iki olgunun tanımlanması konumuz açısından önemlidir. En uç noktasında emperyalizm, sömürgelerin oluĢumu olmaksızın bir kontrolü içerir. Sömürgecilik, emperyalizme oranla, daha fazla politik bir kontrolü içerir. Emperyalizm, bir bölgenin merkezden idaresini sağlayan pratik bir tutum iken sömürgecilik aynı bölgeye yerleĢmek suretiyle oranın idari denetiminin sağlanmasıdır (Aktaran Ritzer, 2011: 89). Emperyalizmin tanımı ne kadar daraltılsa da sadece ekonomi gibi bir kavramla ifade edilmesi mümkün değildir. Bunun eğitim, din, bilim, siyaset vb. birçok ayağı bulunmaktadır. Emperyalizm bu alanlar üzerinden iĢleyen birtakım davranıĢları içerir (Toffler, 1981: 141).

Ġlk dönem sömürgeciliği askeri güce dayalıyken daha sonraki sömürgecilik sanayiciliğe dayalıydı. Bu zamandaki sömürgecilik plantasyonlardan elde edilen zenginlikler ve hammaddelerin merkez ülkelere akıtılması üzerinedir (Yılmaz, 2007: 172). Ġlk dönemlerde sömürgeciliğe konu olan zenginlik kaynakları altın ve gümüĢ iken sonraki yıllarda ise köle, Ģeker ve tütün gibi unsurlar olmaktaydı (Landes, 1998: 15). Ġlk sömürgeciliğin genel itibariyle sürdürücüleri Katolik-Batı-Beyaz adam iken Ġkinci aĢama sömürgeciliğin öncüleri Protestan KuzeyBatı Avrupa olmuĢtur. Hollanda ve Ġngiltere ile

baĢlayan Ġkinci aĢama sömürgecilik,1650 yılından baĢlayarak 20. yüzyılın ortalarına kadar devam etti (BaĢkaya, 2010: 52).

Ġkinci dalga emperyalizmden önce Avrupa‟daki krallıklar, sömürge imparatorlukları kurarak hem ciddi katliamlara neden olmuĢlar hem de buradan elde edilen zenginlikleri “vergi” adı altında toplayarak krallığa yollamıĢlardır. Ġkinci dalga sömürgeciliği birinciye göre daha sistemliydi. Artık birinci dalga sömürgeciliğindeki gibi artık amaç birkaç sandık altın, gümüĢ veya yiyecek getirmek değildi. Ġkinci dalga emperyalizmi, yeni ham madde kaynaklarının merkeze taĢınması, iĢlenmesi, mamul hale getirilmesi ve sonrasında fahiĢ fiyatlardan sömürge insanına satılmasını içerir. Bu ikinci dalga emperyalizmi sadece belli insanları değil dünyadaki milyonlarca insanı etkileyecek ve onunla bütünleĢecek bir emperyalizmdi. Çünkü Avrupa, fabrikalarına hayat vermek ve yine bu fabrikalarda çalıĢmak üzere kente gelenlerin ihtiyaçlarını karĢılamak için daha fazla yiyeceğe ihtiyaç duymaktaydı. Bu sebepten ötürü, politikacılar ve ticaret adamları için sömürgeciliğin bitmesi demek merkez ülkelerde kargaĢanın çıkması demekti (Toffler, 1981: 125-139).

Bu geliĢmelerin sonucunda ortaya çıkan kapitalizm kimilerince, Ġngiltere‟den önce 17. yüzyılda Hollanda ve Ġtalyan Ģehir devletlerinde ortaya çıktığı söylense de kâr amaçlı ticaretin ve üretimin gerisinde var olan toplumsal süreçlerin bir araya gelip kapitalizmi doğurduğu yer Ġngiltere olmuĢtur. Kapitalizmin embriyo halinde var olması 1750 yılından önceydi. Bu tarihten sonra özellikle Britanya eliyle bu süreç hızlanarak geliĢmeye baĢlamıĢtı. Kapitalizmin yükseldiği yıllar sanayi devriminin ve klasik ekonomi politik düĢüncelerin olduğu zamanlardı. Bu devrimin ve kapitalizmin köklü bir Ģekilde Ġngiltere‟de doğdunu söylemek mümkündür. Bunun birçok sebebi vardır. 18. ve 19. yüzyılda artarak devam eden Ġngiliz etkinliğinin ardındaki nedenler arasında baĢlıcaları Ģunlardır: Ġngiltere‟nin bir ada ülkesi olması hasebiyle kıtadaki devrim ve iç savaĢların etkisinden kısmen de olsa yalıtık olması ve kıta Avrupa‟sına göre kapitalizme daha kolay uyum sağlayabilecek siyasi yapısının -siyasi ve iktisadi merkezileĢmesinin daha güçlü- olması. Bunlara ek olarak baĢka belirleyici nedenler de gösterilebilir. Sömürgecilikten elde edilen zenginlik, sanayileĢmeye uygun kaynakların varlığı ve toplumsal dönüĢümlere hareketlilik kazandıran bir dizi geliĢmelerdir (Dowd, 2006: 37; Braudel, 1996: 89-90). Yine, 15. yüzyıldan beri kıymetli madenlerin Avrupa‟ya akması, menkul sermayenin çoğalmasına, bu da sanayileĢmenin yaratılmasına neden oldu (See, 2001: 64).

Bunun yanında sanayileĢme ve kapitalizmin geliĢmesinde etkili olan baĢka faktörlerde söz konusudur. Ġngiltere‟nin 1651 yılında çıkardığı “seyrüsefer kanunları” ile kendi gemi

ticaretini baĢka ülkelere karĢı korumayı yasalaĢtırması; gemi ve silah sanayisine sağlanan sübvansiyonlar; yakın rakip olan Hollanda‟nın sınai ürünlerden yoksun olması; Britanya‟nın kömür, demir, yün ve tarım ürünleri açısından daha zengin olması; kanal, demiryolu ve gemi ulaĢım ağlarına sahip olması önemli faktörler arasında gösterilebilir (Dowd, 2006: 72-73). Ġngiltere‟nin sanayi devrimiyle baĢlayan kapitalist geliĢmesinin baĢka nedenleri de vardır. Ġngiltere‟ye göç eden Fransızların getirmiĢ oldukları servetler; Portekiz ve Hollanda‟dan gelen Yahudiler ve dıĢ ticaretten elde edilen gelir ki bunların kârı 18. yüzyılın ilk yıllarında 3 milyon sterlindi (Sombart, 2008: 319). Bu faktörlerde sanayi devriminin neden Ġngiltere‟de ortaya çıktığını açıklar.17. yüzyılın ikinci yarısından sonra Ġngiltere ve sonrasında Fransa‟da yeni yeni görülmeye baĢlanan sanayileĢme hareketlerinin arkasında büyük deniz ticaretiyle sağlanan ham maddeler yatmaktadır. Örneğin, sanayileĢmenin tarihsel müzesi olan Manchester kentinde ilk pamuk fabrikalarının kurulması ithal edilen pamuklar sayesinde mümkün olmuĢtu. Deniz ticaretiyle endüstrileĢme o kadar birbiriyle iliĢki olmuĢ ki

commerce kelimesi hem ticaretin hem de sanayileĢmenin adı olmuĢtu (See, 2001: 130-133).

KüreselleĢen dünyanın farklı yerleriyle yapılan ticareti güçlendirme çabalarının en önemli unsurlardan biri Ģirketlerdi. Bunlar Ġngiltere, Hollanda ve Fransa baĢta olmak üzere Danimarka, Ġsveç gibi diğer Avrupa ülkelerinin kurdukları East Ġndia Company‟lerdir. Farklı ülkelerin benzer isimlerle kurdukları bu Ģirketler içerisinde en etkili olanı 1600 yılında kraliyet kararı ile Londra tüccarlarının birleĢmesiyle kurulan Ġngiliz Doğu Hint Kumpanyası‟dır (Adadağ- Yıldızcan, 2011: 67). 16. yüzyıl ve 17. YüzyılĠngiltere‟sinin mali kapitalizmin varlığıbu tür çok ortaklı Ģirketlere borçludur. Bu Ģirketlerin hisseleri artık stock (mal) değil, capitaux(mali) bir değeri çağrıĢtırmaktaydı. Hollanda Ģirketleri gibi Ġngiliz kökenli Doğu Hint Ģirketlerinin hisseleri de hem artmaktaydı hem de spekülasyonlara konu olmaktaydı. Mali kazancı fazla olan bu Ģirketlerin sayıları 1600‟lerin sonu itibariyle artmaya baĢladı. Bu dönemlerde toplam sermayesi 4 milyon 250 bin sterlin olan kırka yakın Ģirketin kurulduğu görülür. Bu meblağın büyük kısmına Doğu Hint Adaları ġirketi, Afrika Hudson ġirketi, New River ġirketi sahipti (See, 2001: 81-82). Yine bu Ģirketlerin düzenli orduları, mahkemeleri ve para basma haklarının yanında yerlilerlerle savaĢ ve barıĢ kararı alma hakları vardı (Beaud, 2003: 29; Rodrik, 2011: 7). Dönemin sömürgeci devletleri ulusal ve iktisadi varlıklarını bu Ģirketler üzerinde kazanmaktaydılar (Dowd, 2006: 50). Örneğin, 1600 yılında I.Elizabeth‟in bir yasasına dayanarak imtiyaz eden Doğu Hindistan Kumpanyası sonucunda devletin ticaret hacmi 1640 yılı itibariyle on kart artmıĢtı. DıĢ ticarette amaç değerli maden elde etmenin ötesinde biriktirerek bir fazla oluĢturup onu dolaĢıma sokmaktı. ( Beaud, 2003: 31-33).

KüreselleĢen kapitalizmin her döneminde bilimsel ve teknolojik alt yapının varlığı önemli olmuĢtur.Teknolojideki geliĢmeler endüstri devrimi ve onunla yaygınlaĢan kapitalizmin tetikleyicilerinden biri oldu. Ġlk sanayi devrimine yataklık eden asıl geliĢmelerden biri James Watt‟ın buharlı makineyi icat etmesidir. Bu sayede kas gücüne dayalı üretim yerini makine gücüne dayalı üretime bırakmıĢtır (Yılmaz, 2007: 161). 18. yüzyılın baĢında yün iĢletme teknolojisi olan el çıkrığı ve el tezgâhı genelde köylerde ev tezgâhlarında kullanılmaktaydı. James Watt‟ın icat ettiği buharlı makinenin 1815 yılında iplik bükme makinesiyle birleĢtirilmesi ve pamuklu dokumacılıkta buharla çalıĢan makinelerin kullanılması ilk fabrikaların ortaya çıkmasına neden olmaktaydı. Bu fabrikaların artıĢı ve çalıĢma Ģekli pamuğa olan ihtiyacı artırdı.Bunun için tonlarca pamuk, Batı Hint Adaları ve Kuzey Amerika plantasyonlarından getirildi (Dowd, 2006: 43). Bu sömürünün toplamı, Ġngiltere‟nin 1913 yılındaki dünya yatırımlarından dört milyar sterlin daha fazlaydı (Dowd, 2006: 76).

Buharlı makinenin bulunması, özellikle sanayileĢmeye hız kazandıracak ulaĢım teknolojilerinin geliĢimini sağlayarak birinci dalga küreselleĢmenin nedeni oldu. Varolan buhar makinesinin çalıĢtırılmasında kömürün kullanılması, zamanla demiryollarının kurulmasına da zemin olacaktı. Demiryolu, Ġngiltere‟de iç ulaĢım ağını sağlarken buharlı gemi kıtaları birbirine yaklaĢtırmaktaydı. Demiryolları ve hızla geliĢen gemi teknolojisi daha ucuza girdi sağlayarak devasa Ģirketlerin güçlenmesine imkân tanıdı. Bu durumdaha entegre bir ekonomik sistemin oluĢmasının etkin sebebiydi (Dowd, 2006: 46). Ġngiltere‟de sanayi devrimi baĢta olmak üzere daha sonraki yıllarda geliĢen teknolojik geliĢmeler Ġngiltere sanayisinin yapısında yeni geliĢmelere öncülük edecekti.

Ġngiltere, sömürgecilikteki asıl rolünü ikinci dalga emperyalizmde daha fazla göstermekteydi. Coğrafi keĢifleri izleyen zamanlardaki ilk sömürgecilik, fethedilmiĢ toprakların hâkimiyetine dayalı zayıf bir egemenlik iken ikinci dalga sömürgeciliğinde yerli toplumlar derin yapısal dönüĢümlere uğratıldı. Ġngiltere bunu gerçekleĢtirmek için öncelikle yerli toplulukların endüstrilerini parçaladı. Örneğin, Hindistan ekonomisinde dokuma sanayisine dayalı ürünlerin ihracat payı %60 ile %70 arasındaydı. Ġngiltere fabrikalarının Hindistan tezgâhlardan yüzlerce kat hızlı çalıĢması sonucu elde ettiği ürünler bu ihracat oranını ihracat oranı sıfırladı (Ferro, 2002: 46). Endüstri devrimi makineye dayalı bir doğa ve kültür çıkararak hem kültürleri hem de insanların kadim geçim kaynaklarını ellerinden almaktaydı (Negri- Hardt: 2012: 278). Emperyalist hevesler ve arzular bu teknolojik geliĢmelerin karanlık yüzüdür (Castells, 2005: 48). Kendi sanayi gücünün ürünlerini bu

pazarlara sokan Ġngiltere gibi emperyalist ülkeler, el emeği göz nuru ürünlerin oranını düĢürdü.

SanayileĢme, teknolojik geliĢme ve küreselleĢen kapitalizm üçlüsünün biraradalığı eĢitsizliklerin nedeni oldu. 18. yüzyıla kadar bölgeler arasında eĢitsizlik fazla değilken bu zamandan sonra artmaya baĢlamıĢtır (Yılmaz, 2007: 166). Bu eĢitsizlik yalnız bölgeler arasında değil, yurt içinde de bazı kesimleri dezavantajlı duruma getirmiĢti.18. yüzyılın ortasından 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar tarımsal kapitalizmden dolayı topraklarından sürülen köylülerin kentlerde sefalet içinde yaĢamaları fabrikatörlere ucuz iĢ gücü sağlamaktaydı. Bu ucuz iĢgücünün varlığı yüksek kârlı iĢlerin yapılmasını kolaylaĢtırmıĢtır. Her bir kiĢiningünde on iki ya da on dört çalıĢtırılması ile düĢük maliyetli iĢgücünün kaynağı oldu. Bu bakımdan sanayileĢme devrimi insan emeğinin sömürülmesidir. Özellikle emeği sömürülenler kadın ve çocuklardı. Fabrika sahipleri hem daha ucuz hem daha kullanıĢlı oldukları için çocuk ve kadın emeğini kullanmak istediler. Özellikle dört ya da on beĢ yaĢ arası çocuklar, pamuklu dokuma fabrikalarında ipliği ve çıkrığı yetiĢkinlerden daha ustaca kullanabilme yeteneğine sahip oldukları için kullanılmıĢtı. Hatta bunun için Londra‟nın çeĢitli mahallerinde çocuk emek pazarları kurulurdu. (Marx, 2010: 378-381). Hatta bundan ötürü, 19. yüzyılın baĢında ince iĢlerde çocukların çalıĢtırılması için bir yasa teklifi hazırlandı. Kimi zamanda makinelerin yarattığı iĢsizlik ve sömürü düzeni makinelerin kırılmasına yol açacak isyanlara yol açmaktaydı (See, 2001: 171). Sonuç olarak Ġngiltere‟nin elde ettiği sanayileĢme gücü onu ilk küreselleĢmenin ana faili haline getiren en önemli sebeplerdendir.

5.4 Liberalizm:

Sosyolojik olarak ifade edilmesi doğru kabul edilen kanılardan biri, toplumsal yapı ile o toplumun egemen söylemi veya ideolojisi birbirine uygunsa hem toplumsal yapının hem de onunla iliĢkili olan ideolojinin uzun süreceğidir. Örneğin, feodal yapı ile Katolik Hristiyanlık arasındaki örtüĢme bunun bir göstergesidir. Hristiyanlıkta Tanrı ile senyör algısındaki benzerlik bunun tipik bir ifadesidir. Hristiyanlık, feodal yapının sürekliliğini garanti altına almaktaydı. Bu ikisi arasındaki sıkı uyum ve birlik, radikal yönde bir değiĢimi de zorlaĢmaktaydı. Orta Çağ‟da homojen bir bütünlük bu yapının değiĢimini önlemekteydi. ÇatıĢmaların yokluğu ve çeliĢkilerin azlığı toplumsal değiĢimi ve dönüĢümü yavaĢlatmaktaydı. Feodal yapının Katolik dinindeki argümanlarla örtüĢmesi söz konusu iken

toplumsal yapının kapitalizm lehine değiĢmesi mümkün değildi. Kapitalizm, varlık alanına uygun Protestanlıkla daha uygun bir uyum içerisinde olmaktaydı. Dolayısıyla yeni toplumsal yapının gerektirdiği bir inanç ve düĢünce sistemi doğmaktaydı. Yapının ile ideoloji birbirini beslemekte, karĢılıklı bir dönüĢlülük içerisindedir. Buna „ex nihilo‟ bir nokta bulmak zor gibi görünmektedir (Yavuz, 2012: 149-151). ĠĢte liberalizm ideolojisiyle onun yeĢerdiği toplumsal yapı uyum içinde geliĢen bazı geliĢmelerle yakından bağlantılıdır.

Liberalizm, ekonomiden siyaset felsefesine uzanan bir çizgide birey ve toplum iliĢkilerinde bireyin haklarını ve düĢüncelerini önceleyen ekonomi ve siyasi öğretidir. Bu yönüyle devletin ekonomiyi düzenleme vasfını asgari düzeye çekmeye çalıĢır. Devletin ideal düzeyde ekonomik iliĢkilere mümkün mertebe karıĢmamasını salık verir. Ekonomi felsefesinde “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sözünde hayat bulan liberalizm devlet yetkilerini her alanda kısıtlama çabası içindedir (UlaĢ, 2002: 890-891). Toplumsal bağlamından kopuk idealize edilerek ifade edilen liberalizm tanımı ise ona öncülük edenler nezdinde Ģu Ģekilde ifade edilmektedir: Özellikle 18. yüzyıl sonlarında ve 19. yüzyıl baĢlarında liberalizm adı altında geliĢen entellektüel akım asıl amacın özgürlük, asıl varlığın birey olduğunundan hareketle “bırakınız yapsınlar” ilkesini devletin ekonomik gücünü zayıflatmak ve bu sayede bireysel giriĢimciliğin önünü açmayı hedef edinmiĢlerdi. Uluslararası alanda ise dünya uluslarını birbirileriyle barıĢçı ve demokratik yollardan iliĢkiye geçirmek adına serbet ticareti savunmuĢlardı. Siyasi konularda ise temsili hükümeti ve parlamenter demokrasiyi en iyi yönetim Ģekli olarak görmüĢlerdir. Dolayısıyla liberalizm “ özgür insana özgü bir öğreti” olarak okunur. (Friedman, 2008: 6).

Bu kavramlaĢtırmaların temelinde mülkiyet ve onun etrafında geliĢtirilen anlayıĢ onun can damarıdır. Örneğin liberal düĢüncenin önde gelenlerinden biri olan Locke‟un felsefesinde düĢünce özgürlüğü de mülkiyet kavramı içerisinde değerlendirilmektedir. Bu çok geniĢ mülkiyet kavramı, daha çok ekonomik anlamdaki mülkiyet kavramının bir türevidir. Mülkiyet, ontolojik olarak insanın içinde bulunduğu evrende kendisini özne olarak konumlandırmasıyla ortaya çıkan sürecin ifadesidir. Benliğin sınırları içerisinde belirlenmiĢ bir „ben‟ anlayıĢı ile „ben olmayan‟ arasındaki anlayıĢ mülkiyetin hem ortaya çıkmasına imkân tanımıĢ hem de bununla ilgili hukuki yapıların düzenleyici bir kurum olarak ortaya çıkmasını sağlamıĢtır (Duralı, 2010: 42). Liberalizm felsefesinin temel altyapısını belirginleĢtiren hususlardan biri bu olmaktaydı. Bu, insanın doğanın bir parçası değil de onun üzerinde,çok özel yönleriyle ondan farklı olduğu anlayıĢıyla da iliĢkiliydi. Bu düĢünce, insanı özne olarak konumlandıran Descartes‟in „düĢünüyorum o halde varım‟ fikri,doğanın

kurallarını bilebilecek bir potansiyelde olan ve bundan dolayı güvenebileceğimiz yegâne kaynağın akıl olduğu anlayıĢı liberal felsefenin çıkıĢ noktalarından biriydi. Bu felsefe zamanla kendi ile Tanrı arasında bütün aracı kurumların kaldırılması gerektiği inancını ifade eden reformasyon hareketiyle daha da pekiĢmekteydi. Kollektiviteden bireyselliğe giden süreçteki bütün yol iĢaretleri birbiriyle uyumlu bir haldeydi.

Tarihsel olarak liberalizm, ilk defa 16. yüzyılda Paris-Londra-Amsterdam arasında arzıendam etmekteydi (Amin, 2004: 7). Liberalizmin fikri anlamda en çok itibar gördüğü yer ise Ġngiltere‟ydi (BeriĢ, 2009: 155). Bu hattın özelliklede Ġngiltere‟nin kapitalizme giden yolda ana bir uğrak olmasında çeĢitli sosyo-ekonomik geliĢmeler olsa da bununla ilgili fikri altyapıyı da gözardı etmemek gerekir. Yeni filizlenen kapitalist toplum modelinin kendisi onu besleyen düĢüncelerin varlığından bağımsız değildir. Dolayısıyla liberalizm gibi bireyselliğe, özel mülkiyete, ıslah diline, servet edinmenin yollarına önem veren bir düĢüncenin mevcut toplumsal yapıyla iliĢkisi önemlidir. Daha 16.yüzyılın ilk yarısından baĢlayarak ortaya atılan fikirlerde bu düĢüncelerin izini bulmak mümkündür. Ġlk libarellerin insana iliĢkin söylediklerinden yola çıkarak hem ülke içinde hem de ülkeler arasında karĢılıklı bağımlılığa dayalı bir bütünlüğün ortaya çıkacağını belirtmekteydi. Onlara göre; Ġnsanların kendi hazları peĢinde koĢarken acılarını azaltmaya dönük hedonist anlayıĢ, bireyleri toplum içerisinde nasıl birbirine bağlıyorsa devletleri de birbirine bağlayan bir güçolarak görülebilirdi. Bu ilk liberallerden biri olan Locke‟un mülkiyete iliĢkin fikirleri tarım kapitalizminin ilk günlerindeki uygulamalarla gayet uyumlu görünmektedir. Locke‟un fikirleri, Shaftesburg kontunun uygulamaları ve Royal Society‟in bilimsel literatürü aynı noktada birleĢmekteydi. „Islah dili‟ olarak ifade edilen bu düĢünceye göre toprağın kıraç bir halde bırakılması durumunda o toprağın üstünde yaĢayan insanlar olsa bile artık o toprak, onların sahip olduğu bir Ģey olarak görülemezdi. Kıraç halde bırakılan toprağın sahiplenilmesi için Locke, iki Ģart öne sürmektedir. Birincisi ona bir emek verilerek ıslah edilmesi fikri -M. Beaud‟un tabiriyle emek teorisi emeği ile kazanmayan aristokrasiye karĢı kullanılan ilk silahtır- ki bu o toprağı sahiplenmek için yeterli gelmediğinden bunun bir de değiĢim değerine çevrilmesi gerekir. Yerliler kendi topraklarını ıslah etmiĢ olsalar bile onu bir değiĢime çevirmediklerinden dolayı onların sahibi olarak nitelendirilemezler. Halk tabakasının örfi haklarının ortadan kaldırılmasında, ortaklaĢa kullandıkları topraklardan dıĢlanmasında, elde edilen toprakların özel mülkiyete dönüĢtürülmesinde bu „ıslah dili‟ meĢru bir dil olarak kullanılmaktaydı. Çitleme ve dıĢlamanın toplumsal refahı arttırdığına iliĢkin ifadeler, seçkinlerin özel mülkiyetini pekiĢtirmeye dönük ifadeler olmaktaydı. Çitleme ve dıĢlamaya dönük daha sonraki yıllarda çıkartılan kanunlarda Locke‟un fikirlerinin izini

bulmak mümkündür. Locke‟un ıslah dili sadece kendisine hami olan senyörlerin menfaatlerini gözetmemekteydi. Aynı zamanda kazanılan savaĢlarda elde edilen kölelerin kullanılmasını meĢru gösterdiği gibi sömürgeci yayılmacılığı da meĢru göstermekteydi. Radikal Whiglerin baĢını çeken Shaftesbury Kontu ve Locke‟un iĢvereni olan Anthony Ashley Cooper, 1641 yılında parlamentoda büyük toprak sahipleriyle aynı çıkarları savunmaktaydı. Locke‟un liberalizmi ile kapitalizme açılan baĢka bir ana bağda „biriktirme‟ üzerinedir. Biriktirme üzerine doğa tarafından konulmuĢ sınırlamalar olduğunu, fazlaca biriktirilen malların çürüyeceğinden toplumsal refaha zarar vereceğini belirtmektedir. Bu düĢünce kapitalizmin ilklerine baĢta ters gibi gelse de devamında Locke‟un baĢka bir yere gelmeye çalıĢtığı görülür. Malın çürümesine atfen biriktirmeyi doğru bulmayan Locke, bu malın doğa yasasına aykırı olmayan bir Ģekilde biriktirilmesine imkân tanıyan paranın keĢfine varır. Para biriktirilmesi düĢüncesi kârı artırmaya dayalı mübadeleye izin verir. Böylece para bütün insanların kendisi üzerinde ittifak ettiği bir değere dönüĢür (Wood- Wood: 2008: 195-207).

Avrupanın sömürgeciliği sonucunda elde edilen zenginlikler sanayi devrimini hazırlayan temel koĢullardandı. Kapitalizm, sanayileĢme ve modern toplum üçlemesinin uyumlu bir Ģekilde, uzun süre birlikte yaĢamaları, insanlığı hâlâ etkilemeye devam etmektedir. Kapitalizm ile liberalizm, ideolojiler dizisinin ilkleri olarak bu süreçte Ģekillenmekteydiler (Duralı, 2010: 103). Liberalizmin temel önemdeki ana fikirleri modern devletin ekonomideki yeriyle ilgili geliĢmelerle yakından bağlantılıdır. Modern dönemin baĢlarında devletler siyasal geniĢleme için ekonomik geliĢmeyi kullanmaktaydı. Ancak 18.yüzyılla birlikte, özellikle Ġngiltere menĢeli Ģirketlerin sömürgelerde güçlenmeye baĢlamasıyla, birçok bağımsız giriĢimci de peyda olmaya baĢladı. Bağımsız giriĢimcilerin sayısının artmasıyla birlikte devletin ekonomik süreçleri yönlendirme gücünü ifade eden merkantalizm, eleĢtirilmeye baĢlandı. Merkantalist anlayıĢın zamanla verimli olamadığına, bağımsız giriĢimcilerin yönlendirdiği ekonomik faaliyetlerin daha doğru olduğuna dair düĢünceler ve düĢünürler ortaya çıkmaktaydı. Bu tür düĢünür ve düĢüncelerin en çok Ġngiltere‟de çıkması da bir tesadüf değildi. Özellikle giriĢim özgürlüğünü ifade eden ve Fransızca bir kavram olan “laissez faire” düĢüncesinin en çok Ġngiliz düĢünürler tarafından sıklıkla kullanılması sömürgecilik tecrübesiyle yakından ilgilidir. Bunun fikir babası da sömürgedeki Ģirketlerde görev almıĢ bir isim olan Adam Smith‟ti (Landes, 1998: 104). Bu ifade edilenlerin sözcüsü durumunda olan Adam Smith, merkantalizmin yarattığı tekelcilikten ziyade rekabete vurgu yapmaktaydı. Devlet-piyasa iliĢkileri açısından devletin varlığını milli savunma, mülkiyet haklarının korunmasından ibaret görmekteydi (Rodrik,

2011: 8-9). Onun için toplum ihtiyaçlarımızın devlet ise zaaflarımızın ürünüdür (Aktaran Beaud, 2003: 85).

Soyluluk, karĢı yükselmekte olan sınıf olan banka ve ticaret burjuvazisi genel anlamda hükümdar ile aynı iĢbirliği stratejisini izlediği “merkantalist uzlaĢma” sonucunda ortaya çıkan “hükümdarın zenginliği” anlayıĢı zamanla kendini burjuvanın zenginliğine bırakmaktaydı. Burjuvazi dünyaya egemen olacak gücü elde ettiğinde bu uzlaĢmayı bir kenarı bırakmaya karar vermiĢti. Bu zenginlik ile eĢgüdümlü olan mutlakiyetçiliğe karĢı çıkıĢı demokrasiyi, özgürlük gibi fikirleri desteklemesinin nedeniydi. Bu fikirlerin mutlakiyet aleyhine kullanılmasında halkı yanında görmek istediği için onların hoĢnutsuzluklarından da faydalandı. Oysa zanaatkar, tüccar ve imalatta çalıĢanların derdi özgürlük ve demokrasi değildi. Onların talepleri daha çok maaĢların artırılması, iĢ saatlerinin

Belgede Küreselleşme ve eleştirileri (sayfa 83-96)