• Sonuç bulunamadı

Âlî, Gelibolu’da 25 Nisan 1541 tarihinde doğmuştur. Asıl adı Mustafa’dır. Fakat daha çok doğum yeri ve mahlasıyla birlikte anılarak “Gelibolulu Mustafa Âlî” adıyla tanındı. Kaynaklarda babasının adı Ahmet’tir. Abdullah ya da Abdülmevlâ olarak geçen dedesinin adına bakılarak Âlî’nin devşirme soyundan geldiği düşünülegelmiştir. Değişik eserlerinde bütün ırkları kötülemesine karşılık Hırvat soyunu övmesinden hareketle de Boşnak bir aileden gelmiş olabileceği, Atsız tarafından ileri sürülmüştür. 89

Âlî’nin öğrenim hayatını yirmi yaşlarında medreseden mezuniyetle tamamlandığını belirten İsen, ayrıca onun iyi bir Arapça, Farsça bilgisini de içine alan bu öğreniminin mükemmel olduğunu, medreseyi bitirdikten sonra müderris ya da kadı olmak için beklemek anlamına gelen mülazemet görevi sırasında ilk eseri “Mihr ü Mah”ı yazarak o sırada şehzade olan II. Selim’e sunduğunu, Şehzadenin, bilim yolundan ayrılarak kendi maiyetinde divan katibi olarak çalışmasını teklif ettiğini, iki yıl kadar şehzadenin vali olduğu Kütahya’da kalan Âlî’nin, zaman zaman şehzadeyle yakın ilişkiler içinde olduğunu ifade etmektedir.90 Süssheim, “Âlî” adlı makalesinde Âlî’nin bu şehzadenin lalası olan hemşehrisi Mustafa Paşa’nın maiyetine tayin edildiğini ve bu cüretkar entrikacının yanında en önemli hadiselere şahit olduğunu, padişahın oğulları arasında meydana gelen şiddetli kavgalarda Âlî’nin divan katibi olarak Selim ve Mustafa’nın hususi haberleşmelerini idare ettiğini kaydetmektedir.91

Şehzadenin lalası Tütünsüz Hüseyin Bey ile geçinememesi üzerine yine şehzade lalalığından tanıdığı Şam Beylerbeyi Lala Mustafa Paşa’nın daveti üzerine Şam’a giderek yanında divan kâtipliliğini yapmıştır (1562-1568). Mustafa Paşa’nın Yemen’in fethi ile görevlendirilmesi üzerine onunla birlikte Mısır’a gitti. Lala Mustafa Paşa’nın Yemen’e gitmek istememesi üzerine bir

89 Mustafa İsen, Gelibolulu Mustafa Âlî, Ankara, 1988, s. 1.

90 Mustafa İsen, a.g.e., s. 2.

yıl sonra 1569’da Lala Mustafa Paşa ve Âlî görevlerinden uzaklaştırıldılar. Bu uzaklaştırılmada hiç kuşkusuz rakiplerinin ve düşmanlarının entrikaları ile Âlî’nin yazdığı mektupların rolü olduğu da iddia edilmiştir. O sırada Manisa’da vali olan III. Murat’ın yanına gelen Âlî, O’nun aracılığı ile İstanbul’a dönebildi. Burada hazırladığı ve Şeyh Muslihiddin bin Nureddin vasıtasıyla Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’ya ithaf ederek sunduğu “Heft-Meclis” adlı eseri üzerine 1570-1571’de Bosna Beylerbeyi Ferhat Paşa’nın yanına divan katibi oldu. Bu eseriyle İstanbul’da önemli bir görev bekliyordu. Ama hayal kırıklığına uğradı ve taşraya, merkezden uzak bir sınır bölgesine adeta sürgün edildi. Sekiz yıl kadar süren bu görevi sırasında Âlî, sürekli savaşların cereyan ettiği serhat boylarında hareketli bir hayat sürdü. Gürcistan, Azerbaycan ve Şirvan taraflarına başkomutan tayin edilen Lala Mustafa Paşa (Şevval 985/1577), Âlî’nin münşi olarak maiyetine verilmesini devrin önde gelen otoritelerinden Hoca Saadetin Efendi’den (1536-1599) rica etti ve Lala Mustafa yanına verildi.92 Hiçbir zaman kıymetinin bilinmediğini vurgulayan Âlî, nişancılık görevi bekliyordu. Bu isteğini çeşitli yollarla açıkladıysa da bir faydası olmadı. Şirvan fethinde münşilikteki hizmetinden dolayı Halep Tımar Defterdarlığı görevine 986/1578’de atanan Âlî, bu görevini 991/1583 yılına kadar sürdürdü. Bu arada 1580 yılında hamisi Lala Mustafa Paşa’nın ölümüyle Âlî tamamen unutulmuş gibiydi.93

Franz Babinger, Mustafa Âlî’nin karşılaştığı ihmal üzerine şikayetnameler yazmasının bu yıllara rastladığını belirtir.94

Âlî’nin bu görevi sırasında kaleme aldığı sultanlara öğütler veren kitabı “Nushatü’s-Selatin”, bu hırslı ve yetenekli müellifin düşlerini gerçekleştiremeyişinin hazin bir romanı gibidir. Yine Halep’te kaleme aldığı “Nusretnâme”si ile Şehzade Mehmed’in 1582 yılındaki sünnet düğününü anlatan “Camiu’l-Buhûr der Mecâlis-i Sûr” adlı çalışmalarını padişaha sunmak ve karşılık olarak da daha üst seviyede bir görev almak için

92 Mustafa İsen, a.g.e., s. 3.

93 Faris Çerçi, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Künhü’l-Ahbâr’ında II. Selim, III. Murat ve III.

Mehmet Devirleri, C. I, Kayseri, 2000, s. 10.

İstanbul’a geldi. Ama yeni görev almak şöyle dursun Halep’teki görevinden de azledildi. İki yıllık bir beklemeden sonra 1585 baharında Erzurum Mâl Defterdarlığına (1585), 6 ay sonra da oradan Bağdat Mal Defterdarlığına atandı. Âlî’yi memnun eden bu atamalar uzun sürmedi ve kısa bir müddet sonra yeniden görevine son verildi.95

Bağdat Mal Defterdarlığından azli üzerine İstanbul’a dönen Âlî, uzunca bir süre açıkta kaldıktan sonra Sivas Defterdarlığına tayin edildi (997/1588). Fakat bu görevi de kısa sürdü. Yazar, buradan da alınışı üzerine “Hangi eyalete defterdar olduysam görevden alınmam haberi oraya benden önce varıyor.” şeklinde şikayette bulunur. Yine boş geçen birkaç yıldan sonra bu kez Yeniçeri kâtipliğine getirildi (1592). Bu görevde bulunduğu sırada tesadüfen Fatih civarından geçen padişah III. Murad’ın, yapılmakta olan bir evde 300 kadar yeniçeri ve acemi oğlanı görerek inşaatın kime ait olduğunu sorması ve Âlî’nin olduğunu öğrenmesi üzerine bu görevden de azlolundu. Bunun üzerine doğum yeri olan Gelibolu’ya giden yazar, bir süre sonra Defter Emini oldu. Yeniden görevden alındıysa da bir süre sonra ikinci defa Yeniçeri katibi oldu. III. Mehmed’in 28 Ocak 1595 tarihinde tahta çıkışı sırasında Âlî bu görevde bulunuyordu. Devrin şâirleriyle birlikte padişahın tahta çıkışını kutlama törenlerine kaside sunarak katılan Âlî’ye istediği takdirde iki yüz bin akça hasla emekli edilebileceği bildirildi. Fakat O, “Künhü’l-Ahbâr” adlı tarihini yazmakla meşgul olduğunu ve eserin tamamlanması için en uygun kaynakların Mısır’da bulunduğunu, dolayısıyla Mısır Defterdarlığının kendisine verilmesinin uygun olacağını saraya bildirdi. Fakat bu isteği uygun cevap bulmayıp Mısır yerine Sivas Defterdarlığı ile Amasya sancakbeyliği verildi (1595). Bu görevde de fazla kalamayan Mustafa Âlî, o yıl Kayseri sancakbeyliğine atandı. Bu göreve aynı yıl içinde iki defa atandığını eserlerinden öğrendiğimiz yazar, Kayseri’ye ilk gidişinde yirmi sekiz, ikincisinde kırk iki gün görev yaptı. Âlî’nin bundan sonraki görevi Cidde sancakbeyliğidir. Cidde’ye Kahire yoluyla, yani denizden giden yazar yolda “Hâlâtü’l-Kâhire mine’l-Adâti’z-Zâhire” ile “Mevâidü’n-Nefâis fi

Mecâlis” adlı eserlerini kaleme aldı. Bu eserlerle Mısır valiliği umuyordu. Ama artık hayal kırıklıkları, bedenî rahatsızlıklara dönüşmeye ve sıhhati bozulmaya başlamıştı. Cidde’den gönderdiği, emekli olmak isteyen manzum mektuptan sıhhatinin iyi olmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Cidde son görev yeri oldu ve 1600 yılında orada öldü.96 Mezarı Cidde’de olup yeri kesin olarak bilinmemektedir.97

Kaynakların Âlî hakkında ittifakla belirttikleri nokta onun, gururlu, bir türlü lâyık olduğu makama gelememiş, hakkı yendiğine inandığı için de herkese karşı hırçın tavırlar takınmaktan çekinmeyen, dahası bunu çoğu zaman geçimsizliğe kadar götüren birisi olduğudur. Bu yüzden çok iyi bir öğrenim görmüş özellikle başlangıçta iyi görevlerde çalışmış olmasına rağmen daima halinden şikayet etmiş ve en ciddi eserlerine bile kendi şahsına, değerinin bilinmediğine, yahut haksızlığa uğradığına dair bölümler, satırlar eklemekten çekinmemiştir. Çok erken yaşlarda şiire başlayan şair, önceleri Çeşmî mahlasıyla şiirler yazarken sonra bunu değiştirmiş ve ulu, yüce manasına gelen Âlî kelimesini mahlas olarak kullanmaya başlamıştır.98

Mustafa İsen, Gelibolulu Mustafa hakkındaki kişisel teşhisini şöyle dile getirmektedir; “Bence Âlî’nin kişiliğini çözecek anahtar kelimelerden biridir, bu mahlas değişikliği. Bilindiği gibi taşıdığımız isimleri hiçbirimiz kendimiz seçmedik. Acaba böyle bir imkanımız olsa bu adları ne oranda muhafaza ederdik. Bir başka ifade ile söylemek gerekirse taşıdığımız adlar bizim zevkimizi değil, başta anne ve babamızın olmak üzere yakınlarımızın tercihini yansıtır. Oysa mahlas seçiminde durum bunun tam tersinedir. Nadiren mahlasın da başkaları tarafından verildiği vaki ise de çoğunluk bunlar belli bir yaşa geldikten sonra şair tarafından seçilmektedir. Öyle ise mahlaslar, şairin mizacını ve psikolojik konumunu ele veren son derece önemli ipuçlarıdır. Âlî’de bu mesele için son derece karakteristik bir örnektir. Âlî’nin bu mağrur ve kendini herkesten faklı gören psikolojiye bürünmesine yetenekli oluşu ve erken yaşlarda şiire başlayıp eser vermesi yanında, şehzade kâtipliği gibi

96 İsen, a.g.e., s. 6.

97 Çerçi, a.g.e., s. 12.

biraz dokunulmazlığı olan bu görevde bulunması, en azından mesleğe adımını böyle atması etkili olmuştur.”99

Çok yönlü bir yazar olan Âlî’nin mizacına yönelik bu değerlendirmeden sonra onun ilmi yönüne bakacak olursak bu kez söylenecek şeyler daha olumlu bir çerçevede seyredecektir. Osmanlı tarihçiliğinin, devletin görevlendirdiği resmi vakanüvisler ve tarihe meraklı kişiler olmak üzere iki koldan yürüdüğünü vurgulayan İsen, Âlî’yi ikinci gruba dahil edilecek bir tarihçi olarak tanımlar. Ona göre Âlî, biraz da bu yüzden, daha tarafsız ve daha objektif bir tarihçi olarak olayları değerlendirmiş, mesela Timur vakasına bütün Osmanlı tarihçilerinden farklı ve düşmanlıktan uzak bir tavır içinde yaklaşmıştır. Âlî’nin tarihçiliğinde görülen bir başka özellik de kullandığı kaynakları zikretmiş olmasıdır. Yazar, Künhü’l-ahbâr adlı önemli tarihinin önsözünde yüz otuz kadar eserin bu kitabın kaynağı olduğunu, bunların da en az dört beş kitaptan yararlandığı düşünülecek olursa Künhü’l-ahbâr’ın altı yüz kitabın özü sayılacağını anlatır. Ayrıca eserde yeri geldikçe bu listede belirtilen eserlerin dışında da çok sayıda çalışma, yine kaynak olarak zikredilir. Eski yazarların önemli özelliklerinden biri, kaleme aldıkları eserlerde faydalandıkları kaynakları belirtmemiş olmalarıdır. Yazarlar kaynaklardan elde ettikleri bilgiyi çoğu zaman kendi kişisel bilgi ve görüşleri gibi göstermeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Bu konuda Âlî’yi çağdaşlarından farklı bir tutum içinde görmekteyiz ki bu da onun tarihçi olarak dikkate alınması gereken yanlarından birisidir.100

Eserlerinde kendine ve kişisel düşüncelerine çokça yer veren Âlî, eserlerinin çoğunu, halkın ve aydınların hep birlikte anlayacağı ortak yol bir dil anlayışına bağlı kalarak yazmıştır. Çünkü Âlî, eserlerinin hemen tamamını bir inşa’ gösterisi için değil, yararlanılmak, faydalanılmak için yazdığının bilincindedir. Türkçe’ye olduğu gibi Arapça ve Farsça’ya da vâkıf olduğundan düşüncelerini ifadeye yarayan kelimeleri bulma ve seçmede güçlükle karşılaşmaz. Kelime hazinesi son derece zengindir.101

99 Mustafa İsen, a.g.e., s. 7.

100 Mustafa İsen, a.g.e., s. 8-9.

Çoğu tarihi olan eserlerinin sayısını Babinger, 30’dan fazla olarak ifade eder. Ayrıca onun mutlak doğruluk severliği ve inanılabilirliğinin kendisini çağdaşı olan birçok yazardan ayırt edici bir özellik olarak tebarüz ettirdiğini belirtir. Babinger kendi eserini kaleme aldığı yıllarda, Âlî’nin Künhü’l-ahbar adlı eserinin henüz yayınlanmamış olmasını “akıl almaz bir durum” olarak niteler. Halbuki bu eserin Osmanlı tarihi araştırmaları için bir define olduğunu belirtir. Çoğu zaman kılıç ehliyle arası açık olan Âlî’nin zamanının çoğunu devrin yazarları ve şairleri ile şahsen dostluk yaparak geçirdiğinden ve onların hayatları ve eserleri hakkında verdiği bilgilerin fikir tarihi bakımından Sultan Süleyman devrine ait elde edilen en değerli bilgiler olduğunu belirtir.102

Künhü’l-ahbâr’ın başında kendisi eserlerinin sayısını elli olarak belirtir. Bunların bir kısmı günümüze ulaşmamıştır. Bu çeşitliliğe rağmen elde bulunan eserlere göre Âlî’yi her şeyden önce tarihçi saymak gerekir. Özellikle Künhü’l-ahbâr’ıyla sağladığı itibar onun, Osmanlı tarihçilerinden biri olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Künhü’l-ahbâr Türkçe bir genel tarihtir. Eser 4 rükne ayrılmıştır; 1. Rükn dünyanın yaratılışından Hz. Adem’e kadar geçen zaman, 2. Rükn Ademden başlayarak peygamberler, Arap ırkı, Hz. Peygamber ve Onun peygamberliği ve mucizeleri, Emeviler, Abbasiler, Arap emirleri, 3. Rükn Türk ırkı, Oğuzlar, Türk ve Çerkez kölemenleri, Fatımiler, Eyyubiler, Akkoyunlu ve Karakoyunlular, Dulkadirliler ve Diğer Türk hakanlarından söz edilir. 4. rükn Osmanlı tarihine ayrılmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1596 yılına kadar geçen olaylar anlatılır. Eserin asıl önemli bölümü olan ve 300 yıllık Osmanlı tarihini anlatan 4. Rüknü iki cilt olarak tertip edilmiştir. Birinci cilt başlangıçtan Yavuz Sultan Selim devri sonuna kadar, ikinci cilt Kanuni Sultan Süleyman devrinden Sultan III. Mehmet devri başlarına yani 1596 yılına kadar olan olayları içine alır. Osmanlı tarihlerinin en değerlilerinden biri olan bu eserin Osmanlılardan önceki kısmı nakli bir tarihtir. Ancak özellikle kendisiyle çağdaş olan kısımları anlatırken şahsi ve orijinal görüşlere yer verilmiştir. Yazar devletin çöküşe sürüklendiği bir dönemde önemli görevlere gelmiş biri olarak şikayet ve

eleştirilerinden dolayı bilen ve acısını çeken bir adamın teşhisleriyle karşımızdadır.103

Âli’nin en büyük eseri olan Künhü’l-Ahbar, yazıldığı yüzyıldan başlamak üzere günümüze kadar birçok tarihçi ve müellif tarafından kullanılmış ve birçok esere kaynaklık etmiştir. XVII. yüzyılın meşhur tarihçilerinden İbrahim Peçevî, 1520-1639 yıllarını içine alan eserini kaleme alırken kullandığı kaynaklar arasında Âlî Efendi’nin adını da zikretmektedir.104

Bu çalışmada XVI. yüzyılda görülen isyanlar hakkında Gelibolulu Mustafa Âlî’ye atfen verilen bilgiler Faris Çerçi tarafından hazırlanan “Gelibolulu Mustafa Âlî ve Künhü’l-Ahbâr’ında II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet Devirleri” adlı 3 ciltlik bir sadeleştirme eserden alınmıştır. Faris Çerçi çalışmasında Kayseri Raşit Efendi Kütüphanesinde 920 numarada kayıtlı bulunan nüshayı esas almıştır.105