• Sonuç bulunamadı

3. BÖLÜM: DÜNYA-SİSTEMLERİ

3.1. I MMANUEL W ALLERSTEİN VE D ÜNYA -S İSTEMLERİ A NALİZİ

3.1.6. Dünya Sisteminin Jeokültürü

54

55

toplumsal huzursuzluklara ve terör olaylarına neden olacağını düşünüyorlardı. Değişime karşı geliştirdikleri bu katı tutum muhafazakarları Fransız Devrimi karşısında, karşı devrimci bir pozisyona yerleştiriyordu. Çünkü onlara göre devrimden önceki toplumsal yapı devrim sonrası terör olaylarından çok daha iyi ve kabul edilebilirdi. Muhafazakarlara göre herkesin eşit haklara sahip olması gerektiği fikri kabul edilemezdi, çünkü toplumsal değişim ile ilgili karar verebilecek yegane kişiler geleneksel toplumsal kurumlardaki sorumlu kişilerdi. Fransız Devriminin yol açtığı kargaşadan kurtulabilmek için oluşturdukları politik stratejiye göre geleneksel kurumların otoritesinin yeniden tesis edilmesi gerekiyordu ve politik değişim ya hiç olmamalıydı ya da çok ağır bir şekilde gerçekleştirilmeliydi. Onlara göre, hiyerarşi mutlak olarak korunmalıydı ve toplum için en iyi şey ne ise onu ancak hiyerarşinin en tepesinde bulunan elit tabaka gerçekleştirebilirdi (Wallerstein, 2011: 113).

Liberallere göre ise değişim yalnızca normal değil aynı zamanda kaçınılmazdı;

çünkü iyi topluma doğru ebedi bir ilerleme dünyasında yaşıyorduk. Aşırı hızlı değişimin gerçekten de engelleyici olabileceğini kabul ediyorlardı; ama geleneksel hiyerarşilerin de savunulacak bir taraflarının olmadığı ve temelde gayrimeşru oldukları konusunda da ısrarcıydılar. Muhafazakarlar kendilerini “Düzen Partisi” olarak adlandırırken, Liberaller bunun karşıtı olarak kendilerini “Hareket Partisi” olarak sunmaktaydı. Fransız Devriminin etkisi ile ortaya çıkan değişimler, devlet kurumlarında sürekli bir reformu zorunlu kılıyordu ve liberallere göre bu reformlar ne çok hızlı ne de çok yavaş gerçekleşmeliydi. Bir diğer problem ise söz konusu değişimleri kimin gerçekleştireceğiydi. Liberaller, ulusal ya da dini hangi kanaldan gelirse gelsin geleneksel hiyerarşilere hiç güvenmiyorlardı. Diğer taraftan eğitimsiz ve irrasyonel olduğunu düşündükleri ayak takımına da son derece kuşku ile bakıyorlardı. Liberallerin kafasındaki çözüm çok basitti; hangi değişikliklerin gerekli olduğuna sadece uzmanlar karar

56

verebilirdi. Uzmanlar, eğitimleri gereği, tedbirli ve anlayışlı olma eğilimdedirler ve değişimin olanaklarını ve gizli tehlikelerini görebilirler (Wallerstein, 2011: 114-115).

19. yüzyılın ilk yarısında, ideoloji sahnesi muhafazaklar ile liberaller arasında bir çekişmeden ibaretti. Radikal bir ideolojiyi savunan güçlü bir grup henüz yoktu, radikal eğilimli olanlar ise liberallerin içerisinde küçük bir eklenti olarak bulunuyorlardı.

Radikallerin bir grup olarak tarih sahnesine çıkmaları için 1848 yılında gerçekleşen modern çağın ilk “toplumsal devrimini” beklemeleri gerekmekteydi. 1848 devriminin başarısızlıkla sonuçlanması ile birlikte radikaller, liberallerin bir eklentisi olmaktan kurtulup kendi programları etrafında örgütlenmeleri gerektiğini düşünmeye başlamışlardır.

Wallerstein’a göre muhafazakarların ve radikallerin, 1848 devrimi sonrası kendilerini revize etmelerinin sonucunda, liberal program fiili olarak jeokültürün ortak tanımlayıcı özelliği haline geldi. Muhafazakarlar ve radikaller, düpedüz liberallerin bir çeşitlemesi haline gelmişti ve liberaller ile aralarındaki farklılıklar, temel farklılıklar olmaktan çıkmış ve marjinal farklılıklar haline gelmişti. Liberallerin 19. Yüzyılda ilkokullar, ordu ve ulusal bayramlar yolu ile ulus yaratma çabaları etkisini hemen göstermişti. Muhafazakarlar ve liberaller, bu uygulamayı hemen benimsemişlerdi.

Ulusçuluk fikrinin de yerleştirilmesi ile birlikte 19. Yüzyıl, emperyalizmin yılı olmuştur.

Emperyal fetihler artık bir devlet adına ya da din için değil, ulusal refah için yapılmaya başlanmıştı. Liberallerin bu hamlesi muhafazakarlar tarafından coşku ile karşılanıyordu, çünkü emperyal savaşlar sınıf mücadelesinin üstünü örttüğü gibi ülke içerisindeki düzeni de garanti altına alıyordu. 1. Dünya savaşında Avrupa’daki neredeyse bütün sosyalist partilerin savaşta kendi uluslarının yanında yer aldığı göz önünde bulundurulduğunda, radikallerin de [en azından bir bölümünün] bu durumu memnuniyetle karşıladığı anlaşılmaktadır (Wallerstein, 2011: 120-121).

57 3.1.6.2. Sistem-Karşıtı Hareketler

Sistem-karşıtı Hareketler terimi Wallerstein tarafından 19. Yüzyıldan bu yana kullanılmış olan, toplumsal hareketler ile ulusal hareketler kavramlarını bir arada kapsamak üzere ortaya konmuştur. Bu iki kavram, içinde yaşadığımız mevcut tarihsel sisteme karşı güçlü bir direniş ortaya koymanın koşut iki tarzını temsil ettiği için tek bir terimde ifadesini bulmuştur (Wallerstein, 2011: 171). Bu hareketleri doğuran süreçler baştan beri dünya ölçeğinde olsa da, bu hareketlerin ürettiği örgütsel karışıklıklar bugüne dek hep öncelikle çeşitli devletler düzeyinde olmuştur. Dünya sistemleri analistleri, ortaya çıkmaya başlayan yeni örgütsel formların gün geçtikçe daha fazla dünya ölçeğinde olacağını öngörmektedir. Bu sebeple, günümüze kadar ortaya çıkmış olan sistem karşıtı hareketlerin başarıları/başarısızlıkları ile içsel yapılarını incelemek hem teorik düzlemde hem de pratikte inceleme görevini üstlenmişlerdir (Arrighi, Hopkins ve Wallerstein, 2015: 11).

Dünya-sisteminin hakim jeokültürü haline gelen liberalizm içerisinde farklı toplumsal grupların eşitlik, özgürlük ve kardeşlik algıları ile liberallerinki arasında bir açı oluşması kaçınılmazdı. Farklı toplumsal gruplar, ciddi örgütlenmeler yolu ile kendi özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideallerini gerçekleştirme yolunu seçmişlerdir. Bunların en bilineni daha çok kentsel bölgelerde yoğunlaşmış olan, zaman zaman proleterya olarak da adlandırılan şehirli sanayi işçi sınıfıydı. Pratikte, verili bir ülkenin hakim etnik grubuna mensup yetişkin erkekler olarak tanımlanan işçi sınıfı, çoğunlukla kalifiye ya da yarı kalifiye emek gücünden oluşmaktaydı. Bu daraltılmış sınıf tanımının içerisinde yer almayan ama aynı zamanda dünya-sistemin hakim jeokültüründen rahatsız olanlar, statü grubu kategorileri halinde örgütlenmek zorundaydı( bir yanda kadınlar, diğer yanda ırksal, dinsel, dilsel ve etnik gruplar). Bu gruplar da en az işçi hareketleri ve sosyalist hareketler kadar sistem-karşıtıydı; ama acil şikayetlerini oldukça farklı bir şekilde

58

tanımlıyorlardı. Bu gruplar, yurttaşlık haklarının kendilerini de içerecek şekilde genişletilmesini talep etmekteydi (Wallerstein, 2011: 122-123).

Sistem-karşıtı hareketlerin taleplerinin yerine getirilmesi için iki aşamalı stratejileri vardı. İlk olarak devlet iktidarını ele geçirmek, bunun ardından da dünya/devlet/toplumu değiştirmek.

3.1.6.3. Sosyal Bilimler

Wallerstein’a göre, dünya-sisteminin etkinliğini sağlayabilmek için ideolojiler ve sistem karşıtı hareketlerin yanı sıra “sosyal bilimler” de kurumsal mekanizmaları sağlamak bakımdan hayati öneme sahiptir ve tam da bu ihtiyaca yönelik olarak 19.

Yüzyılda icat edilmiştir. Metodoloji alt başlığında da tartışılmış olduğu gibi, sosyal bilim disiplinleri batılı toplumlar ile batılı olmayan toplumları farklı farklı alt disiplinler yolu ile ve farklı metodlar ile inceleme eğilimindeydi. Bu durum, modern dünya-sistemi içerisindeki hakim jeokültürün ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilmiş bir durumdur.

Paradoksal bir şekilde kendisine karşı mücadele etmek için oluşmuş sistem-karşıtı hareketler tarafından desteklenen ve üç ideolojinin aynasında inşa edilmiş olan jeokültür açısından bakıldığında şu durum açıkça görülür: Sosyal bilimlerin rolü, modern dünya-sisteminin işleyiş mekanizmalarını güçlendirmek için kullanılan ahlaki haklılaştırmaların düşünsel dayanaklarını sağlamaktı. Bu görevi yerine getirmekte büyük ölçüde başarılı oldular, en azından 1968 Dünya Devrimi’ne kadar (Wallerstein, 2011: 134).

59