• Sonuç bulunamadı

Birinci Meşrutiyet Dönemi Hükümet Sistemi ve Uygulamaları

1.2. HÜKÜMET SİSTEMİ VE BAŞLICA TÜRLERİ

2.1.2. Birinci Meşrutiyet Dönemi Hükümet Sistemi ve Uygulamaları

23 Aralık 1876 tarihli Kanun-i Esasi Türk hukuk tarihinin ilk yazılı anayasası olarak kabul edilmektedir. 23 Aralık 1876 tarihinde yürürlüğe giren Kanun-i Esasi Türk hukuk tarihinin ilk yazılı anayasasıdır. İlk yazılı Türk Anayasası olan Kanun-i Esasi devletteki bütün kuvvetleri Padişah yetkisinde toplamıştır. Kanun-i Esasi’ de yer alan yetkilerin birçoğuna Padişah tek başına sahiptir. Yürütme ile ilgili ilk düzenleme, yürütmenin başı olan Padişahın bu göreve gelişi ile alakalıdır. Buna göre Padişah olma hakkı, Osmanlı hükümdarlık geleneğine uygun olarak Osmanlı sülalesinden soy yoluyla gelen Osmanlı sülalesinin en büyük evladına aittir (md.3). Bu madde ile önceden mevcut olan Osmanlı hükümdarlık geleneği anayasal düzenleme ile teminat altına alınmıştır. Çünkü Kanun-i Esasi ile anayasal bir kural haline getirilmeden önce Osmanlı İmparatorluğunda Padişahın nasıl belirleneceği bir gelenek olarak bulunmaktaydı.

Bu geleneğin Kanun-i Esasi’ de anayasal bir düzenleme olarak yer almasında Osmanlı Devleti ve daha önceki Türk devletlerinde ortaya çıkan taht mücadelelerinin önemli bir etkisi olmuştur. Bilindiği gibi Osmanlı tarihindeki Fetret devri denilen dönem taht kavgalarının en üst seviyeye çıktığı dönemdir. Fetret Devri Osmanlı tarihinde taht mücadelelerinin en yüksek seviyede gerçekleştiği dönemdir. Taht mücadelelerinde Padişah olup başa geçmek isteyen kişiler bu hedeflerine ulaşabilmek için, kardeşleri, amcaları veya babalarıyla mücadele içerisinde bulunmuşlardır. Taht mücadelelerinde kardeş olan ve padişah olmaya aday olabilecek sultanlar dışında Osmanlı’nın gerileme dönemi ve duraklama dönemi başta olmak üzere çeşitli dönemlerinde ordu mensupları ve bürokratlar da etkili bir konuma sahip olmuşlardır. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu aleyhinde çalışmak isteyen iç ve dış güçler için en iyi fırsat dönemleri olmuştur. Söz konusu durum Osmanlı İmparatorluğu’ na düşman konumda olan içteki ve dıştaki güçler adına en güzel fırsat zamanları olmuştur. Taht mücadelelerini ortadan kaldırmak isteyen Fatih Sultan Mehmet yürürlüğe girdirdiği kararname ile “siyasi açıdan katl” anlamına gelen kardeş katli uygulamasını hayata geçirmiştir. Padişah olabilecek kişinin Osmanlı hanedanından olması geleneği Osmanlı Devleti’ nde yerleşik bir konuma sahiptir ve bu nedenle her ne kadar ordu

46

mensupları ve bürokratlar da taht mücadelelerinde yer alsalar da hiçbir dönemde Padişah olabilecek kişiler arasında yer alamamışlardır (Aytürk, 2014: 185).

Padişahın görev süresi Kanun-i Esasi’ de yer düzenleme altına alınmamıştır. Ancak geçmişteki fiili uygulamaların ortaya çıkardığı bir gelenek hâline gelerek Padişahın görev süresi, ölmesine veya herhangi bir nedenden dolayı tahtı bırakmasına kadar olan süredir. Padişahların görev süresinin belirlenmesinde devletin milletlerarası alandaki gücü ve sosyal-ekonomik durumu etkili olmuştur. Padişahların görev yapacakları sürelerin belirlenmesinde, devletin sosyal alandaki, ekonomik alandaki ve uluslararası alandaki gücü ve konumu belirleyici olmuştur. Osmanlı’ da kuruluş döneminde ve yükselme döneminde Padişahlar ölene kadar tahtta kalmışlardır; duraklama döneminde, gerileme döneminde ve dağılma döneminde ise çeşitli nedenlerden dolayı tahtı terk etmelerine kadar başta kalmışlardır (Kanuni esasi, 1876). Kanun-i Esasi’ de düzenlenen 4. Maddeye göre, Osmanlı Devleti’ni en üst konumda temsil etme yetkisi ve yürütme organının yetkileri Padişah’ındır. Kanun-i Esasi'nin aynı maddesine göre Padişah, bu resmi yetkinin yanında dini bir unvan ve yetkiye de sahiptir. Uygulamada da gerçekten Padişah Osmanlı İmparatorluğu’nda hem yürütme organının başı hem de İslam dininin koruyucusudur. Yeryüzünde yaşayan bütün Müslümanların hem halifesi hem de lideri konumuna sahiptir.

Osmanlı İmparatorluğunda Padişahlar, halifelik unvan ve yetkisini Yavuz Sultan Selim'in 1517 'de düzenlediği Mısır seferinden sonra kullanmaya başlamıştır. Söz konusu sefer sonrasında Osmanlı İmparatorluğu halifeliğe sahip olmuş ve halifelik unvanı halifelik yürürlükten kaldırılana kadar Osmanlı Devleti’ndeki padişahlarca kullanılmıştır.

Kanun-i Esasi’de yer alan 5. Maddeye göre; "Zatı hazreti Padişahinin nefsi hümayunu mukaddes ve gayri mesuldür” ve bu nedenle Padişahın tek başına kullandığı yetkiler açısından sorumsuzdur. Söz konusu madde ile Padişahın dokunulmazlığı anayasal bakımdan güvence altına alınarak, Padişahın önceki dönemlerden daha güçlü ve dokunulmaz bir statüye sahip olması sağlanmıştır. "Devlet Başkanının sorumsuzluğu” ilkesi parlamenter yönetim siteminin temel yapılarından birisidir ve Kanun-i Esasi’ de yer almıştır. Fakat klasik yapıya sahip parlamenter

47

yönetim sisteminde devlet başkanının yetkileri semboliktir. Kanun-i Esasi'de ise sorumsuzluğu kabul edilen Padişah devletin bütün kuvvetlerinin sahibidir (Aldıkaçtı, 1982: 56). Kanun-i Esasi’ de yer alan düzenlemeye göre ise sorumsuzluğu anayasal güvence altına alınan Padişah Osmanlı Devleti’ ndeki bütün güçlerin sahibidir. Kanun- i Esasi'nin 7. maddesi, Bakanlar Kurulunun (Vükelanın) tayini ve azli yetkilerini de yürütmenin başı olan Padişaha vermiştir. Bakanlar Kurulu üyelerinin parlamenter sistem ve meclis hükümeti sisteminde meclis karşısında sorumluluğu bulunmaktadır, Kanun-i Esasi’ de ise bu durum ile ilgili herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. Bakanlar Kurulu padişaha karşı sorumludur. Başkanlık sisteminde de bu durum benzerdir. Ancak Başkan tarafından tayin edilen sekreterlerin göreve başlayabilmesi için, Senatonun onayını almaları gerekir. Kanun-i Esasi’ de yer alan düzenlemeye göre ise Padişahın isteği yeterlidir, meclis tarafından onay verilmesine ihtiyaç bulunmamaktadır (Fendoğlu, 1998: 154).

Kanun-i Esasinin 29. maddesine göre Bakanlar Kurulunun ehemmiyetli konulardaki kararlarını icra edebilmeleri için Padişahın onayının alınması gereklidir. Bu maddeye göre, Kanun-i Esasinin 7. ve 29. maddelerinin getirdiği düzenlemeler Bakanlar Kurulunun tamamen Padişahın kendisine tabii olması sağlanmıştır. Kanun-i Esasinin getirdiği değişikliğin ne kadar demokratik olduğunun göstergesi olan bu maddelere göre, Bakanlar Kurulunun Padişaha rağmen kararlar alması ve uygulaması düşünülemez.

Yasama meclisi, heyeti mebusan ve heyeti ayan denilen iki meclisten oluşmaktadır. Kanun-i Esasi'nin 60 ve 61. maddelerine göre heyeti ayan, heyeti mebusanın üye sayısının üçte birini geçmemek üzere, toplumun güvenini kazanmış ve devlete hizmet etmiş kişiler arasından Padişah tarafından seçilir.

Kanun-i Esasi'nin 7. maddesinde Padişahın yasama meclisini gerektiğinde toplantıya çağırması ve yeniden seçim yapılmak şartıyla Mebusan Meclisini feshetmesi düzenlenmiştir. Kanun-i Esasi'nin 35. Maddesinde Padişahın yeniden seçim yapılmak şartıyla fesih hakkı düzenlenmiştir. Buna göre hükümetin teklifi iki defa üst üste Meclisi Mebusan da reddedildiğinde Padişah, yeniden seçim yapılmak suretiyle hükümeti azledebilir veya Meclisi Mebusan feshedebilir. Kanun-i Esasinin

48

7. ve 35. Maddelerindeki düzenlemeler Mebusan Meclisinin tamamen Padişaha tabii olmasını sağlamıştır.

Padişahın kanunlarının mutlak vetosu da Kanun-i Esaside düzenlenmiştir. 54. maddeye göre bir konuda kanun yapılması hususunda iradeyi şeniye çıktıktan sonra Şurayı Devlet tarafindan hazırlanan ve sırayla heyeti mebusanda ve heyeti ayanda görüşülen kanunlar Padişahın onayına sunulur, kanun ancak Padişahın onayından sonra yürürlüğe girer. Buna göre Mebusan heyetinde ve ayan heyetinde görüşülen kanunlar Padişah tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girer (Teziç, 1998:45).

Kanun-i Esasinin 113. maddesi Padişaha hükümetin güvenliğini ihlal ettikleri zabıta tahkikatıyla tespit edilenleri sınır dışına sürgün etme yetkisini vermektedir. Kanun-i Esasinin 113. Maddesiyle, Padişah temel hak ve özgürlükleri istediği kişilere vermeyi, kendine muhalefet edenleri ortadan kaldırabilmeyi ve mevcut rejimi güvence altına almayı güvence altına alarak padişahın yetkilerinin genişlemesini sağlamıştır.

II. Abdülhamit'in 13 Şubat 1878'de Meclisi Umumiyi belirsiz süreli olarak feshetmesine kadar 1876 Kanun-i Esasisi yürürlükte kalmıştır. Bu tarihten sonra Kanun-i Esasi yürürlükten kaldırılmamış sadece askıya alınmıştır. Aslında II. Meşrutiyette 1909 tarihli anayasa değişiklikleriyle yeni bir anayasa yapılmamış askıda olan Kanun-i Esasi'de değişiklikler yapılmış ve yeniden yürürlüğe girdiği görülmüştür.