• Sonuç bulunamadı

5. TARTIŞMA

5.10. Bireylerin Biyokimyasal Bulguları

Çalışma kapsamında bireylerin açlık kan glikozu, HbA1c, total kolesterol, LDL, VLDL, HDL, trigliserid ve idrar 8-OHdG/kreatinin seviyeleri değerlendirilmiştir.

Açlık kan glikozu değeri öngörüldüğü üzere, diyabetik gruplarda kontrol grubundan anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0,05) (Tablo 4.39). Eski tanılı ve yeni tanılı diyabet hastaları karşılaştırıldığında, eski tanılı hastaların yeni tanılı hastalara göre daha yüksek açlık kan glikozu seviyelerine sahip olduğu görülmektedir (p=0,005). Benzer şekilde HbA1c değerleri de açlık kan glikozu değerine paralel şekilde eski tanılı diyabet hastalarında yeni tanılı diyabet hastalarından yüksek bulunmuştur (p=0,019). Eski tanılı diyabet hastalarında, uzun dönem beslenme tedavisi ve medikal tedavinin bir sonucu olarak, açlık kan glikozu seviyelerinin daha düşük olması beklenilebilirdi. Ancak bu çalışmaya dahil edilen eski ve yeni tanılı diyabet hastalarının diyete uyumlarının ve besin tüketimlerinin genel olarak benzer olduğu, diyabet süresinin, medikal tedavi ve beslenme tedavisine uyumda metabolik kriterler açısından bir değerlendirme yapıldığında olumlu bir etkisinin olmadığı görülmektedir. Literatürdeki benzer çalışma düzenine sahip diğer yayınlarda da bu çalışmanın sonuçlarını destekler nitelikte sonuçlar elde edilmiştir (198,199). Diyabet süresi arttıkça, hastalık patogenizinin doğal bir sonucu olarak, hiperglisemi ve hiperinsülinemiye bağlı dokularda insülin direnci gelişimi artar. Bu da dolaşımdaki glikozun hücre içine alınarak efektif biçimde kullanılmasının önüne geçer. Bu sebeple diyabet süresi arttıkça açlık kan glikozu ve HbA1c seviyeleri de artış gösterebilir. Ancak bu artış medikal tedavi ve beslenme tedavisi ile kontrol altına alınabilir. Jiang ve arkadaşlarının çalışmasında (199), diyabet süresi ile HbA1c seviyelerinin arttığı, ancak bu artışın diyet modifikasyonlarıyla (düşük glisemik indeksli diyet tüketimi), tolere edilebilir sınırlar içerisinde tutulabileceği gösterilmiştir.

Bireylerin kolesterol ve trigliserid seviyeleri değerlendirildiğinde sağlıklı bireylerde total kolesterol, LDL kolesterol ve HDL kolesterolün yeni tanılı bireylere göre anlamlı derecede yüksek olduğu görülmektedir (p<0,05) (Tablo 4.39). Zıt şekilde VLDL kolesterol ve trigliserid değerleri sağlıklı bireylerde eski ve yeni tanılı

diyabet gruplarından anlamlı derecede düşük bulunmuştur (p<0,05). Total kolesterol ve LDL kolesterol seviyelerinin sağlıklı bireylerde, diyabetik gruplara göre daha düşük olması beklenirdi. Daha önce de değinildiği gibi, diyabet kaynaklı insülin direnci, kan lipitlerinde artışa sebep olarak diyabet hastalarını, kalp hastalıkları açısından risklere açık hale getirmektedir. Bu çalışmaya dahil edilen grupta ise bu etki gözlenmemiştir. Bu durum, bir sağlık sorunu olarak yüksek kolesterolün toplum genelinde çok sık görülmesi ile ilişkili olabilir. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporuna göre, 25 yaş üstü bireylerde yüksek kolesterol prevelansı Avrupa’da %50’nin üzerindedir (200). Bu durum, bu çalışmaya dahil edilen kontrol grubunda toplumun geneline benzer şekilde yüksek kolesterol görülme sıklığının fazla olmasının bir sonucu olabilir. Ek olarak, bireylerin besin tüketimleri değerlendirildiğinde sağlıklı bireylerin diyetle toplam yağ ve doymuş yağ alımının eski ve yeni tanılı diyabet hastalarına göre daha fazla olduğu görülmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün doymuş yağlar ve serum lipid seviyeleri üzerine yaptığı sistematik derleme çalışmasının sonuçlarına göre doymuş yağ alımın arttırılması, serum LDL seviyelerini de anlamlı derecede arttırmaktadır (201). Bu çalışmaya dahil edilen sağlıklı bireylerde de serum kolesterol seviyelerinin diyabetli hasta gruplarına göre yüksek olması, diyetle toplam yağ ve doymuş yağ alımı arasındaki farklılık ile açıklanabilir (Tablo 4.12 ve Tablo 4.19).

İdrar 8–OHdG seviyeleri, pek çok çalışmada diyabetin ve/veya komplikasyonlarının bir prediktörü olarak nitelendirilmiş ve diyabetteki oksidatif stres artışı sonrası arttığı belirtilmiştir. Dong ve arkadaşlarının 60 tip 2 diyabetik birey ve 35 sağlıklı kontrolü değerlendirdiği çalışmada (202), idrar 8-OHdG/kreatinin oranları, diyabetik bireylerde anlamlı derecede (p˂0,05) yüksek bulunmuştur. Diyabetik bireyler içerisinde ise, proliferatif retinopatisi olan bireylerin nonproliferatif retinopatisi olan ve retinopatisi olmayan DM hastalarına göre idrarla 8-OHdG atımının daha fazla olduğu görülmüştür. Serdar ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada (119) ise diyabetik, diyabete eşlik eden nefropatisi olan (DMN) ve sağlıklı kontroller olmak üzere üç farklı grubun idrarla 8-OHdG atımı kıyaslanmıştır.

Çalışma sonucunda diyabetik grupların sağlıklı grubuna göre idrar 8-OHdG/kreatinin seviyelerinin anlamlı derecede yüksek olduğu (sırasıyla DM ve DMN için p = 0,046 ve p˂0,001), ancak DM ve DMN grupları arasında anlamlı bir fark gözlemlenmediği

belirtilmiştir. Nishikawa ve arkadaşlarının çalışmasında (203) ise üriner 8-OHdG seviyelerinin mikrovasküler komplikasyonlara ek olarak, makrovasküler kompikasyonların tespitinde etkili bir biyobelirteç olduğu vurgusu yapılmıştır.

Doksan altı tip 2 diyabet hastası üzerinde yaptıkları çalışmada idrarla 8-OHdG atımının diyabete ek damar sertleşmesi olan hastalarda 2,3 kat daha fazla olduğu görülmüştür. İdrar dışında serum ve spesifik dokularda da 8-OHdG konsantrasyonlarının diyabetle artışını gösteren çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmanın hipotezleri de literatüre paralel şekilde oluşturulmuş, diyabetik bireylerin, sağlıklı bireylere göre, eski tanılı bireylerin ise yeni tanılı bireylere göre idrarla 8-OHdG atımının daha yüksek olacağı öngörülmüştür. Ancak, beklenilenin aksine kontrol grubunun 8-OHdG seviyeleri eski tanılı diyabetik bireylere göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. İdrarda 8-OHdG konsantrasyonu, oksidatif hasarın bir belirteci olmakla birlikte aynı zamanda DNA onarım mekanizmalarının efektif bir biçimde çalıştığının da bir göstergesidir. İdrarda 8-OHdG molekülüne rastlanması, DNA üzerindeki 8-OHdG rezidülerinin, eksizyon onarım sistemi aracılığıyla hücreden uzaklaştırıldığının da bir kanıtıdır. Dokularda 8-OHdG seviyeleri arttığında, DNA onarım sistem mekanizmaları devreye girerek okside moleküllerin uzaklaştırılmasını sağlar ve bu moleküllerin plazma ve idrar gibi vücut sıvılarındaki konsantrasyonu artar. Ancak DNA onarım sisteminin düzgün çalışmadığı durumlarda 8-OHdG molekülü oluşsa da hücreden uzaklaştırılamaz ve dokularda birikir. Bu durumda vücut sıvılarında okside molekül konsantrasyonları da düşer (204). Bu çalışmanın sonucunda kontrol grubunda diyabet hastalarına göre daha yüksek okside DNA rezidülerinin bulunması, diyabetik bireylerin onarım mekanizmalarının düzgün çalışmaması ile ilişkili olabilir. Diyabetin sistemik etkileri sonucu, antioksidan savunma sisteminin çalışma prensipleri de değişebilir. Antioksidan enzimler diğer proteinler gibi glikasyona uğrayarak etkinliğini yitirebilir. Bunun yanı sıra, mikro besin ögelerinin hücre içi dağılımı, potasyum kalsiyum kanallarının çalışma prensibinin bozulmasına bağlı olarak değişebilir. Antioksidan enzim ve besin ögelerinin DNA metilasyonu ve baz ekzisyon onarım sisteminde etkin rol oynadıkları göz önünde bulundurulursa, DNA onarım mekanizmalarındaki dejenerasyon sonucu okside moleküllerin hücrelerden uzaklaştırılmak yerine dokularda birikimi, olası bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Bireysel değişkenlerin

(yaş, cinsiyet vb.) ve genetik yatkınlıkların da (8-oxoguanin DNA glikosilaz (ogg1) polimorfizmi gibi) DNA onarım mekanizmalarının bozulmasında etkili olabileceği ayrıca değerlendirilmelidir. 8-oxoguanin DNA glikosilaz geni (OGG1), reaktif oksijen türevlerine maruziyet sonucu oluşan 8-oxoguanin bazının ekzisyonundan sorumlu enzimi kodlayan bir gendir. Vodicka ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada (205) OGG1 Ser326Cys polimorfizminin, DNA oksidatif hasar onarım kapasitesini anlamlı derecede düşürdüğü gösterilmiştir. Gönül ve arkadaşlarının Türkiye’de yaptığı çalışmada (206) ise bu gen polimorfizminin diyabetik bireylerde sağlıklı bireylere göre anlamlı derecede daha sık görüldüğü ortaya konulmuştur. Tüm bu sebeplerden ötürü, kan, idrar gibi vücut sıvılarından ziyade dokularda oksidatif stresin tayini daha doğru sonuçlar verebilir. Bu çalışmanın zayıf yönü, oksidatif stres düzeyini tayin etmek için, yalnızca idrar konsantrasyonunun analiz edilmesidir.

İdrara ek olarak doku 8-OHdG konsantrasyonlarına da bakılabilseydi daha net sonuçlar elde edilebilirdi.

5.11.8-OHdG değerinin diğer parametreler ile ilişkisi

Yaşla birlikte oksidatif stres düzeyi artış gösterir. Bu artış, yaşlı bireylerde, hücre onarım yeteneğindeki azalma, hasar oluşumunda artış veya her ikisinin ortak etkisinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Yaşla birlikte mitokondriyal fonksiyonların bozulması ve antioksidan savunma sisteminin etkinliğinin azalması sonucu, oksidatif stres parametleri de artış gösterir (207). Bu çalışmada yalnızca kontrol grubunda yaş ile 8-OHdG/kreatinin oranı arasında pozitif orta düzey bir ilişki bulunmuştur (r=0,479; p=0,016). Benzer ilişkinin hasta gruplarında da gözlemlenmesi beklenirdi. Hasta gruplarında anlamlı bir ilişki gözlenememiş olması hasarlı moleküllerin vücuttan uzaklaştırılmasından sorumlu mekanizmaların diyabetin sistemik etkileri sonucu baskılanmasının bir sonucu olabilir.

Literatürdeki pek çok çalışma, diyetle antioksidan vitamin ve mineral alımının vücutta oksidatif hasarı azaltabileceğini vurgulamaktadır. Bu çalışmada sadece sağlıklı bireylerde diyetle niasin, çinko ve selenyum alımı ile 8-OHdG/kreatinin değeri arasında negatif orta düzey bir ilişki bulunmuştur (Tablo 4.40). Diyetle çinko ve selenyum alımı arttıkça oksidatif hasar görmüş DNA molekülü oluşumu da azalmaktadır. Diyetle enerji ve protein alımı yine sağlıklı

bireylerde 8-OHdG/kreatinin oranıyla negatif orta düzey ilişkili bulunmuştur.

Selenyum ve çinkodan zengin kaynaklar çoğunlukla et grubu besinler olduğu için enerji ve protein alımı da dolaylı olarak 8-OHdG/kreatinin oranı ile negatif ilişkili çıkmış olabilir. Yine sağlıklı bireylerde glisemik indeks ve glisemik yük değerleri, 8-OHdG/kreatinin oranı ile negatif orta düzey ilişkili bulunmuştur. Bu durum, yüksek vitamin-mineral içeriğine sahip pek çok meyvenin, aynı zamanda yüksek glisemik indeks değerine sahip olmasının bir sonucu olabilir. Meyve tüketimi ile vücuda alınan pek çok antioksidan bileşik, oksidatif moleküllerin oluşumunun önüne geçmiş olabilir.

Diyabetli bireylerde ise enerji ve besin ögesi alımları ile 8-OHdG/kreatinin oranı arasında yalnızca E vitamini ile anlamlı bir ilişki gözlenmiştir. E vitamini alımı ile 8-OHdG/kreatinin seviyeleri arasında yeni tanılı grupta pozitif orta düzey ilişki bulunurken, eski tanılı grupta negatif düşük ilişkili bulunmuştur. İki diyabetik gruptaki korelasyonların birbirine zıt olması diyabet süresinin antioksidan sistem üzerindeki dejeneratif etkisinden kaynaklanıyor olabilir. Vücutta antioksidan etki gösteren E vitamininin alımı arttıkça yeni tanılı bireylerde 8-OHdG atımının da arttığı görülmektedir. Daha önce vurgulandığı gibi 8-OHdG molekülünün idrarla atımı, vücutta oksidatif hasarın bir belirteci olabildiği gibi aynı zamanda antioksidan savunma mekanizmasının düzgün çalıştığının ve hasarlı DNA moleküllerinin vücuttan sağlıklı bir şekilde uzaklaştırılabildiğinin de bir göstergesidir. Yeni tanılı bireylerde E vitamini alımı arttıkça antioksidan savunma mekanizması etkin bir şekilde işleyebilmekte ve hasarlı DNA molekülü vücuttan sağlıklı bir şekilde uzaklaştırılabilmektedir. Eski tanılı bireylerde ise E vitamini alımı arttıkça 8-OHdG molekülünün atımı azalmaktadır. Bu durum eski tanılı bireylerdeki uzun dönem hipergliseminin yarattığı kümülatif hasarın bir sonucu olabilir. Diyabet süresi uzadıkça antioksidan savunma sisteminin çalışma prensipleri ve dinamikleri değişkenlik gösteriyor olabilir. Yine antioksidan alımının oksidatif hasar oluşumu ve hasarlı moleküllerin vücuttan uzaklaştırılması üzerine etkisinden net olarak bahsedebilmek için doku 8-OHdG miktarları ile idrar 8-OHdG/kreatinin atımının birlikte değerlendirilmesi daha anlamlı olacaktır. Bu da bu çalışmanın sınırlı yönüdür. Literatürde 8-OHdG seviyeleri ile besin ögesi alımını karşılaştıran bir çalışma mevcut değildir. Farklı antioksidan bileşenler ile yapılan müdahale

çalışmalarının sonuçları ise tartışmalıdır (208–212). Literatürde hasar ve atımı birlikte değerlendirebilecek ve bu bağlamda besin ögesi ilişkisini değerlendirebilecek daha geniş çaplı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.

Farklı analiz yöntemleri ile yapılan diyet antioksidan hesabı ile idrar 8-OHdG/kreatinin oranı arasında hiçbir grupta anlamlı bir ilişkisi bulunmamıştır.

Literatürde 8-OHdG/kreatinin oranı ile diyet total antioksidan kapasitesi arasındaki ilişkiyi değerlendiren yalnızca bir çalışma bulunmaktadır. Japonya’da yapılan bu çalışmada çalışan popülasyonda FRAP, TRAP ve ORAC analizleriyle hesaplanan diyet total antioksidan kapasitesinin 8-OHdG/kreatinin oranı ile ilişkisi değerlendirilmiştir (213). Bu çalışma ile benzer şekilde, Japonya’da yapılan çalışmada da farklı analiz yöntemleriyle hesaplanan diyet total antioksidan kapasitesi, idrar 8-OHdG/kreatinin oranı ile ilişkili bulunmamıştır. Benzer şekilde DNA hasarını, kuyruk uzunluğu ile tayin eden başka bir çalışmada da diyet total antioksidan kapasitesinin, DNA hasarına herhangi bir etkisi olmadığı gösterilmiştir (214). Diyet total antioksidan kapasitesinin, DNA hasarı üzerinde olumlu bir etki göstermemesinin birkaç olası nedeni olabilir. Bunlardan ilki, diyet total antioksidan kapasitesinin, plazma total antioksidan kapasitesine etkisinin, düşünüldüğü kadar fazla olmayışı olabilir. Sirkülasyondaki non-enzimatik antioksidan kapasite, endojen ve egzojen pek çok parametreden etkilenebilir. İkinci olarak, antioksidan kapasitesi değerlendirilen besinlerin vücuttaki etkinliği farklılık gösterebilir. Yapılan bir çalışmada, plazma non-enzimatik antioksidan kapasitenin, antioksidanlardan zengin besinlerin tüketimini takiben arttığı, ancak aynı etkinin antioksidanlardan zengin içeceklerde gözlenmediği görülmüştür (215). Çoğunlukla yeşil ve siyah çay gibi içeceklerde bulunan polifenoller, insanlarda askorbik asit gibi diğer antioksidanlarla karşılaştırıldığında, daha düşük miktarlarda emildikleri ve plazma konsantrasyonlarının da daha düşük olduğu gösterilmiştir (216). Bu çalışmada da, diyet total antioksidan kapasitesinin en zengin kaynakları arasında alkolsüz içeceklerin yer aldığı görülmektedir (Şekil 4.1,2,3,4). Düşük biyoyararlanım sebebiyle, diyet total antioksidan kapasite, plazma antioksidan seviyelerinde ve dolaylı olarak hasarlı DNA molekülleri üzerinde ölçülebilir bir etkiye sebep olmamış olabilir. Bu alanda daha doğru ve net sonuçlar elde edebilmek adına, biyoyararlanımı

da göz önünde bulunduran analiz yöntemlerinin geliştirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır.

8-OHdG molekülünün antropometrik ölçümler ile ilişkisi incelendiğinde, yalnızca kontrol grubunda vücut ağırlığı ve kalça çevresinin DNA hasarı ile negatif ilişkisi olduğu görülmektedir (Tablo 4.42). Ancak vücut ağırlığı ve kalça çevresi, vücut kompozisyonunu yansıtmada tek başına yeterli ölçümler değildir. Vücut ağırlığı boy uzunluğu ile; kalça çevresi ise bel çevresi ile beraber yorumlandığında, daha çok ideal vücut ağırlığı ve vücut yağ dağılımı hakkında bilgi verebilir. Bu çalışmada antropometrik ölçümler ile DNA hasarı arasında klinik açıdan anlamlı bir ilişki elde edilmemiştir. DNA hasarını değerlendirmede tek hücre jel elektroferezi yöntemini kullanan bir çalışmada sağlıklı bireylerde bel/kalça oranı ve BKİ ölçümlerinin DNA hasarı ile pozitif ilişkili olduğu ancak obez bireylerde benzer bir korelasyonun görülmediği ortaya konmuştur (217). BKİ ve bel/kalça oranının plazma 8-OHdG seviyeleri ile ilişkisini değerlendiren başka bir çalışmada ise obez, kilolu ve normal ağırlıktaki bireylerde antropometrik ölçümlerin DNA hasarı ile anlamlı bir ilişkisi olmadığı görülmüştür (218). Adipozitenin artışı, gerek metabolik gerek hormonal etkileri sebebiyle vücutta oksidatif stresi arttıran/artmasına zemin hazırlayan bir faktör olarak nitelendirilir. Ancak DNA hasarı, antropometrik ölçümler dışında yaş, cinsiyet, metabolik hastalık durumu ve diyet tüketimi gibi pek çok faktörden etkilenebilmektedir. Her ne kadar bu çalışmaya dahil edilen üç grubun kendi içinde homojen dağıldığı varsayılsa da bireysel farklılıkların tümünü elimine etmek mümkün olmamaktadır. Bu sebeple bu çalışmada literatüre paralel şekilde antropometrik ölçümler ve 8-OHdG/kreatinin oranı arasında anlamlı bir ilişki elde edilmemiştir.

Kan bulguları ve 8-OHdG/kreatinin oranı arasındaki ilişkiye bakıldığında, eski tanılı DM hastalarında açlık kan glikozunun 8-OHdG/kreatinin ile negatif orta düzey, HbA1c değerinin ise yeni tanılılarda negatif orta düzey ilişkisi olduğu görülmektedir. Açlık kan glikozu ve HbA1c değerleri diyabetin metabolik kontrol kriterleri arasında yer alır ve bu değerlerin limit değerlere yakın veya altında olması, diyabetik bireylerde diyet ve medikal tedaviye uyumu da gösterir. Bu çalışmanın sonuçlarına göre açlık kan glikozu değeri ve HbA1c değeri arttıkça 8-OHdG atımı

azalmaktadır. Daha önce vurgulandığı gibi, bu durum diyabetin antioksidan savunma sistemi üzerindeki dejeneratif etkisinin bir sonucu olabilir. Kötü metabolik kontrol, vücutta oluşan hasarlı DNA moleküllerinin vücuttan temizlenmesini yavaşlatıyor ve/veya aksatıyor olabilir. Literatürde, bu çalışmanın sonuçlarını destekleyen başka bir çalışma bulunmamaktadır.

5.12.Diyet Total Antioksidan Kapasitesinin Diğer Parametreler ile