• Sonuç bulunamadı

BATI’NIN GELİŞME SEBEBİNİ KEŞFETME VE BİLİMİN OSMANL

II. BÖLÜM: TANZİMAT DÖNEMİNDE TÜRK AYDINININ EĞİTİME

2. BATI’NIN GELİŞME SEBEBİNİ KEŞFETME VE BİLİMİN OSMANL

Daha yüzyılın başlarında, Napolyon’un imparatorluğunu kutlamak için 1806 yılında Paris’e büyükelçi olarak gönderilen Abdurrahim Muhib Efendi’nin görev talimatnâmesinde “Sefir-i mumaileyhin maiyetinde olan memurinin cümlesi ol

tarafda bîhude izaa-i vakt etmeyip hidmet-i Devlet-i aliyeye yarayacak elsine ve ulûm

83 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren görülmeye başlanan ve 18. yüzyılda yaygınlaşan Osmanlı

sefaretnamelerine ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Unat, a.g.e., Baki Asiltürk, Osmanlı Seyyahlarının Gözüyle Avrupa, İstanbul, 2000.

84 Lewis, a.g.e., s. 130.

85 Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” ve “Jön Türklük”

(1889 - 1902), 1985, s. 12.

ve maarif ve fünûn tahsiline sa’y-i beliğ etmeleri matlûb olmağla leyl ü nehar iştigal ve mürazemetden hâli olmayalar” kaydı düşülmüştü.87

Abdurrahim Muhib Efendi, Avrupa hakkında bilgi vermeye başlarken, 1719’da sefaret göreviyle Paris’e giden Yirmisekiz Mehmed Çelebi tarafından tasvir edildiği zamandan beri Avrupa’da epey değişmelerin meydana geldiğini vurgulamaktadır. Abdurrahim Muhib Efendi, Fransa’da en çok cam, ayna, porselen ve kumaş fabrikalarına ilgi duymuştu. Çeşitli basım evlerini gezen Muhib Efendi, fizik ve kimya ilimlerinin çok gelişmiş olduğunu ve birçok kütüphanenin mevcudiyetinden bahsediyordu.88

1826’da savaş tazminatı meselesini görüşmek üzere Rusya’ya gönderilen Halil Rıfat Paşa İstanbul’a döndüğünde, “Devlet-i Aliyyenin yaşaması için Garb’ı taklit etmekten başka çaresi” olmadığını açıkça ifade etmişti.89

Osmanlı yöneticilerinin şartların zorladığı basit bir teknoloji ithali olarak gördükleri Batı ile temasa geçtiğini yukarıda görmüştük. Batı’yı taklit ederek modernleşme çabalarken Batı dünyasıyla temasa geçen Osmanlı aydınları ilk olarak çok değişik bir yapı ile karşı karşıya oldukları kanaatine varmışlardır.

“Hasılı Avrupa’da meşhud olan servet-i tabiîye ve sınaiyenin ekserisi

ahalisinin himmetiyle kıtaat-ı saireden nakl ve celb kılındığı âzâde-i kayd ü beyân bir keyfiyettir. Fakat bâlâdan beri zikr ve beyan olunduğu üzere Avrupa kıt’ası yalnız bir çok ormanlar ve Timur madenleri ile meşhun olup mahsulat-ı saire yüzünden zaten çıplak ve hali bir arazi-i gayr-i mamure iken insanın kuvve-i akliyesi ve terbiye cihetiyle hasıl olan vatan muhabbeti ve gayreti semeresi olarak dört bin seneden beri usul-ü temeddüniye ve emr-i müvanese sayesinde arz-ı mezkur büsbütün suret-i diğere mütehavvil ve mütebeddil olmuşdur. (Varak 3/b)

Hasılı Avrupa zaten sairleri yanında bir kıta-i sağire iken fünûn ve ulûmun ilerülemesi cihetiyle şimdi bütün kuvvet-i insaniyenin merkezi olmuş yani ruy-u arzda mütevattın kâffe-i milel ve ümem bayağı Avrupalıların hükm ve kavaninine ittiba ve ittisal eylemişdir. (Varak 4/b)

Hasıl-ı kelam ulûm ve fünûnu Avrupalılar teksir edip bundan böyle ulûm-u hazıra-i mevcudenin muhafazasıyla beraber daha nice nice ulûm ve kemalata ve fünûn ve sanayiin zuhuruna muvaffak olacakları derkardır.”90

(Varak 6/b)

87 Türköne, 1995, s. 47. 88 Unat, a.g.e., ss. 184 - 186. 89 Tanpınar, a.g.e., s.72.

Bu değişik yapının aynı zamanda büyük bir üstünlüğü de ihtiva ettiğini ve artık bu işi Batılılardan öğrenmekten başka bir çarenin kalmadığını itiraf ediyorlardı. İşte “kürre-i arzın vüs’atce en küçüğü ise de medeniyet ve ma’mûriyet cihetiyle birincisi...” olduğu belirtilen Avrupa hakkındaki bu düşünceler onunla temasta bulunan kimseler tarafından fazlasıyla romantize edilen bu yapının aktarılmasının kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu sonucuna bağlanmaktaydı. 91

Paris elçiliği birinci sır katibi olarak 1838’de İstanbul’dan ayrılıp Napoli, Roma, Milano, Venedik ve Londra güzergâhında gördüklerini anlattığı Avrupa Risalesi’nin çeşitli yerlerinde, Fransızların bazı huylarını eleştirmesine rağmen Mustafa Sami Efendi Fransız kültüründen bahsederken, çobanın dahi okuma yazma bildiği, kör, sağır ve dilsizler için bile okullar kurulduğunu ve özellikle akıl hastanelerindeki şefkatten övgüyle bahseder.92

“Kadın ve erkek bütün Avrupa ahalisi okuyup yazmaktan

haberdârdır; özellikle Fransa’da her bir şahıs ve basit bir hamal bile kendisine ait bir mektubu yazmaya ve okumaya muktedirdir. Kısacası hüner ve marifet konusunda Avrupalıların çabaları öyle bir sınıra ulaşmış ve öğretme ve öğrenme işleri öyle bir kolaylık kazanmıştır ki çoğu yerlerde kör ve dilsiz kız ve erkek çocukların dahi müstakil mektepleri ve üstadları vardır… Şimdi bu açıklamalardan hüner ve maarifin her bir muamele ve maslahattaki gereklilik derecesi ve Avrupa halkının durumlarının bu mertebe muntazam olmasının, ancak diyarlarında fenlerin ve faziletin yayılmış olmasından kaynaklandığı anlaşılmıştır. Gelelim bunların ilimlere bu kadar aşina olmalarının nedenine; çünkü Avrupalılar, Dünya’da en çok utanılacak şeyin cehalet olduğuna hüküm ve imza eylemiş olduklarından, artık bu alanda devlet ve milletçe uğraşmış ve çalışmışlardır ve yukarıda geçtiği gibi, kör ve dilsizlere varıncaya kadar müstakil mektepler ve bütün fenler için sayısız dershaneler kurmuşlar ve erkek ve kız bütün çocuklarını en azından on sene boyunca terbiyeye dikkat etmişlerdir ve bir de ilim arttıkça diğer bir ilmin de artmasına yardımcı olduğundan, varsayalım hendese fenni genişledikçe cebir ilminin de genişlemesine neden olarak buharlı makineler icat edilmiş ve bu aletlerle de bir senede imal olunacak şeyler bir günde üretilmiştir. Mesela kimya fenninin gelişmesiyle litografya fenni bulunmuş ve bu vasıtayla bir kitabın kalemle yazıldığı süre içinde iki bin cüz kitap basılmıştır ve böylece her türlü kolaylık nedenleri ve herkesin yeteneği ölçüsünde okuyup yazmasını kolaylaştıracak yöntemler bulunmuştur.”93

91 Şükrü Hanioğlu, “Osmanlı Aydınındaki Değişme ve Bilim”, Toplum ve Bilim, Sayı 27, Güz 1984,

ss. 183 - 192. Ebubekir Ratib Efendi’nin Sefaretnâmesidir, İÜK - Türkçe Yazmalar (TY), 6096, varak 22 - 23.

92 Mustafa Sami Efendi, Avrupa Risalesi, (Haz. Remzi Demir), Ankara, 1996, ss. 42 - 43. 93 Mustafa Sami Efendi, a.g.e., ss. 42 - 54.

Pratik olarak gözlemlenmesi mümkün bir hale gelmiş olan bu olay, Avrupalıların ilerlemelerinin de tek nedeni olarak görülmektedir. Avrupa’dan İstanbul’a yazdığı mektuplarla Tanzimat’ın fikir babası unvanını kazanan Sadık Rıfat Paşa’nın ifadesiyle:

“Çünki bunların ulûm-ı nakliyeden ma’ada ulûm-ı akliyyeden olan

hikmet ve hey’et ve tabâbete ve musikiye ve ale-l-husus fünûn-i harbiye ve bahriye ve usûl-ı politika-i düveliye ve maarif-i saireye itibarât-ı müfritesi olduğundan, onların mahsus mektebleri olarak usûlü vechile tahsil ederler ve bunlardan başka kâffe-i tabâyi’-i eşyaya kesb-i vukuf etmek dahi usûl-i mer’iyeden bulunduğundan bilcümle hayvanat ve ma’deniyyat ve nebatatın keyfiyet ve te’siratını dahi tecrübe ile her biri fünûn-i mahsusa hükmünde olarak iktizasını tahsil eylerler(...) İlm-i teşrihi dahi lâyıkıyla tecrübe ve amelisini tahsil ederler. Hasis ve nefis kâffe-i umuru fenn-i mahsus hükmüne koyub, kitablar telif olunmuş olduğundan, erbabı, cümlesinin ilim ve amelisini kaidesince öğrenirler ve bu ikdamat cihetiyle o makûle ehl-i ulûm ve fünûn kesret üzre bulunub hele kendü lisanını okuyub yazmayan ve maslahat-ı zâtiyesini idare edecek kadar hesâb ve kitab bilmeyen zükûr ve inâs da yok hükmündedir.”94

Avrupa’nın tartışılmaz üstünlüğünü ifade etmeye çalışan kişilerin anlatımlarında ‘ulûm ve fünûn’ kavramlarının fazlaca kullanıldığı görülür. Bu kavramlar, artık üstünlüğün nedenleri olarak görülmektedir. Böylece Osmanlı eliti, Avrupa’daki korkunç gelişmenin yaratıcısını keşfetmiştir; “bilim ve fen”.

Bütün bu gelişmelerin nedeninin “bilim ve fen” olduğu kanaatinin Osmanlı aydınları üzerindeki en önemli etkisi, düşünceleri içinde ‘bilim’ kavramının merkezi bir rol alması olmuştur. Artık, herhangi bir konudaki iddialar sıralandıktan sonra Osmanlı aydınları, klâsik yazarların yaptığı gibi birbirinin ardına dini delilleri sıralayarak bunların ispatını yapmak yerine, bu konunun “bilim ve fünûn nokta-i nazarından” nasıl çözümlenebileceğini anlatmaktadırlar. Bundan sonra, Osmanlı aydınlarının en temel problemi olan devletin kurtarılması ve devletin iyi yönetilmesi de bilime dayalı bir konu olarak ele alınmaktadır. Bu tarihten itibaren “bilim” kavramı, klâsik düşünce eserlerinde “din” kavramının gördüğü rolü üstlenmeye başlamıştır.95

94 Sadık Rıfat Paşa, “Avrupa’nın Ahvâline Dair Risale”, Asâr-ı Rıfat Paşa, İstanbul, 1275, ss. 10 - 11. 95 Hanioğlu, a.g.m., ss. 185 - 187.

“Ma’mûriyet-i mülk ve memleket kesret-i nüfus ve ziraat ve san’at ve

sermaye ve ticaret ve ahalice say ü gayret ile hâsıl olur ise de bu dahi, akl ve ilme menut ve muhtaç olmakla tahsîl-i malûmata ikdam etmelidir.”96

Aydınlar nezdinde, meşrulaştırma işlevi dahil olmak üzere dinin oynadığı rolü, bilim ve akıl üstlenince, bilim yerini aldığı din ile çatışan bir nitelik kazanmaktaydı. Sadık Rıfat Paşa’ya göre, her ne kadar din ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmek konusunda ciddiyet beğenilen bir tavır ise de taassup zararlı bir meslektir.97

Modern bilimle İslâm’ı bağdaştırmaya çalışan yazarlar ortalama okuyucuya hitap eden mecmualarda halkın anlayabileceği sadelikte bilimin faydalarını anlatan makaleler kaleme almışlardır. Namık Kemal’in gazetelerde ve Münif Paşa’nın Mecmua-i Fünûn’da yazdıkları yazılar, modern bilimi İslâm’la bağdaştırma çabası olarak görülebilir.

Modernleşme taraftarlarının, İslâm dininden bir toplumsal ilerleme aracı olarak yararlanmaya çalışmaları bir kenara bırakılırsa, 19. yüzyılın sonunda bu tür çabalar çağdaşlaşma yanlıları tarafından tamamen terk edilerek bilimin tartışılmaz üstünlüğü kabul edilmiştir. Bilim’in Osmanlı aydınlarının nezdinde edindiği bu yeni konum, kısa süre sonra kamuoyunda “din - bilim” çatışması konusunun güncel hale gelmesi sonucunu doğuracaktır.98

Bütün bunların sonucunda, bilim’in bu yeni yerinin düşünce tarihimizde bazı önemli sonuçları olmuştur. Bunların başında, biyolojik materyalist düşüncenin büyük bir hızla İmparatorluğa girişi gelmektedir. “Bilim dini” olma iddiasıyla ortaya çıkan pozitivizm, Osmanlı aydınının beklediği tüm gereksinimlere cevap vermek açısından yeni seçkinleri en fazla etkileyecek düşüncelerin başında gelecektir. Bu da, toplumsal tabakalaşmanın olmadığı bir yapıda ilericilik - gericilik ekseni etrafında şekillenen siyasal mücadelenin günümüze kadar sürmesine yol açmıştır.99

96 Sadık Rıfat Paşa, “Zeyl-i Risâle-i Ahlâk”, Asâr-ı Rıfat Paşa, İstanbul, 1275, s.11. 97 Hanioğlu, a.g.e., ss. 23 - 25.

98 Ayrıntılı bilgi için bkz. Hanioğlu, a.g.e., ss. 24 - 25.