• Sonuç bulunamadı

Aydınlanmaya Kalan Miras: Antik Dönem ve Sonrasında Entelektüelliğin Serüveni Serüveni

ENTELEKTÜEL: KAVRAMSAL VE TARĠHSEL ARKA PLAN

1.2. ENTELEKTÜELĠN TARĠHSEL GELĠġĠMĠ

1.2.1. Aydınlanmaya Kalan Miras: Antik Dönem ve Sonrasında Entelektüelliğin Serüveni Serüveni

Antik Yunan‟da entelektüelden söz etmek, doğrudan böylesi bir gruptan söz etmek değil, daha çok ona ait özellikleri barındıran belli kesimlerden söz etmek anlamına gelmektedir. Bu anlamda Sofistler‟in, sahip oldukları özellikleri ile tarihin ilk entelektüel duruşunu sergileyen kesim olduğu söylenebilir. Sofistler, dönemin polis-devletinden bağımsız yapıları, belli bir uzmanlıklarının olmayışı, bütün disiplinler hakkında bilgi sahibi olma arayışları, gençlere öğretmeye çalıştıkları bilgelik, zihni, fikri, manevi alanda ortalama insandan farklılaşan yapıları ile bugünkü entelektüel kavramının içeriğini dolduran niteliklerinin pek çoğuna sahiptirler (Meriç, 2005, s. 23).

Sofistler, sosyal konumları ve işlevleri, toplumsal yaşamda yeniyi temsil eden pratik yaşam deneyimlerini gençlerle paylaşmalarının yanı sıra ahlak ve düşünce alanında yerleşmiş inançlara karşı durdukları, muhalif konumları nedeni ile de yakın dönemde tanımlanan aydın/entelektüel kavramına yaklaşmışlardır (Meriç, 2003, s. 27). Sofistleri bu şekilde bir değerlendirmeye tabi tutma çabası, öncelikle entelektüelin sahip olması gereken bakış açılarının olması ve bunları kendi düşün dünyalarına yansıtmaları fikrinden kaynaklanmaktadır. Oysa entelektüeli, Sofistlerin aksine Platon görüşünden yola çıkarak değerlendirdiğimizde aklı temel alan, varlığı sorgulayan ve nesneler dünyasını ölçebilen entelektüel bakışın Helenistik dönemde ortaya çıktığını iddia etmek gerekecektir. Bu şekilde dünyanın akıl ile temellendirilmesi, insanın dünyevileştirilmesini de içermektedir. Böylesi bir bakış açısı üzerinden akıl, entelektüel düşüncenin merkezinde yer almaktadır (Taftalı, 2006).

Ancak tarihte entelektüelin varlığına yönelik sorgulamada akıl dışında başka belirleyici özellikler de mevcuttur. Örneğin, 12. Yüzyıldan itibaren dönemin kentlerinde görülen muhaliflik, iktidarı eleştirme ve dinsel fonksiyonlar, bu belirleyici özelliklere dâhil olmuştur. Bu nedenle entelektüelin doğuşunu işte tam da bu dönemde yani on ikinci yüzyıl kentlerinde başlatmak gerektiğini iddia eden görüşler vardır. Le Goff bu görüşünü Ortaçağ‟da Entelektüeller adlı kitabında ispatlamaya çalışmaktadır. Le Goff‟a

göre, Ortaçağ karanlık bir dönem olarak ifade edilmesine karşılık, sahip olduğu tartışma ortamının serbestliği nedeniyle, bir diğer ifadeyle sadece düşünen insanların varlığı temelinde değil, insanların karşılıklı bilgilerini aktarmaları ile de farklılaşır (Le Goff, 1994, s. 16). Ortaçağ, özellikle kıtalar arası bilgi alışverişinin yoğun biçimde sağlandığı, farklı dillerde yapılan çevirilerle insanların fikir alışverişinde bulunduğu bir ortamın sağlandığı dönem bir dönem olmuştur. Örneğin bu dönemde yapılan bilimsel işbirliği neticesinde Aristoteles, Euclid, Batlamyus, İbn-i Sina, Hipokrat gibi yazarların, filozofların ve bilim insanlarının eserleri Avrupa‟ya ulaşmış ve bu eserler felsefe, tıp, matematik, hukuk gibi alanlarda temel ve vazgeçilmez bilgilerin kazanılmasını sağlamıştır (Cevizci, 2000). Ortaçağın sahip olduğu yüksek bilinç özelliği, bu dönemin farklılığının altını çizmektedir. Bu dönemde yaşayan düşünürler, yazarak, öğreterek konuşmalar yaparak geçimlerini sağlamaktadırlar. Resmen görevli olmadıkları halde, düşüncelerinden dolayı iktidar erki tarafından kendilerine yapılabilecek baskının bedelini ödemeye razı olarak açıklamalarda bulunmaktadırlar (Le Goff, 1994, s. 16).

Kılıçbay‟a göre: “Entelektüeli üreten bu çağda, entelektüelin düzeni eleştirmesine tanık olunmuştur. Düzeni koruma yanlıları, her zaman olduğu gibi bundan hoşlanmamışlar, düzeni eleştirenlere karşı yargılamalar ve infazlar yapmışlardır. Ama dikkat edilmesi gereken husus, bu kadar çok yargı ve infazın varlığı, aynı zamanda Ortaçağ toplumunun konuşkanlığının göstergesi olduğudur. Diğer toplumlarda böylesine yargılamaların olmaması, onların hoşgörülerinin değil; entelektüellere sahip olmamalarının göstergesidir” (1995, s. 12)24. Ortaçağa özgü kabul edilen entelektüel, böylece kendinden önceki dönemde var olan filozofa tercih edilmiştir. Filozof, farklı bir kişiliktir ve Antikite dönemine ait olarak değerlendirilmektedir. Ortaçağ‟a gelindiğinde filozof artık bir Hıristiyan filozofluğuna evrilerek, hümanizmin savunuculuğunu yapmaya yönelmiştir. Bu kişiler Ortaçağın entelektüelinden farklıdırlar (Le Goff, 1994, s. 16). Le Goff böylece bilinen anlamda Ortaçağın zengin düşünürlerinden değil, daha çok kendi çizdiği sınırlar içerisindekileri entelektüel sıfatının içine dâhil eden

24 Ortaçağa yönelik küçümseyici tavırları reddeden Kılıçbay, özellikle entelektüeli bu dönemin özellikleri ile açıklar: “Entelektüel, bir hükümdarın veya bir zenginin himayesinde ve onun uşaklarıyla aynı statüde olan bir kimse değildir. Entelektüel altın kafeste yetişmez. Ve altın kafesteki kişi ne kadar bilgili olursa olsun, bu bilgisini yalnızca belirli bir kesime sunmaktadır, toplumsallaşmamıştır ve toplumsallaşılmadan entelektüel olmak da mümkün değildir. Bu açıdan entelektüel tamamen Ortaçağa ait bir üründür” (Kılıçbay, 1995, s. 12).

entelektüellerden söz etmektedir: Mesleği yazmak veya öğretmek - daha doğrusu ikisi birden - olan biri, hocalık ve bilginliği profesyonel olarak yapan biri, kısacası bir entelektüel, ancak kentlerle birlikte ortaya çıkmıştır. Bunun doğuşu da on ikinci yüzyılda tam olarak gerçekleşen bir durumdur (Le-Goff, 1994, s. 22).

Görüldüğü gibi Le Goff, entelektüeli önceki kullanımlarından farklı olarak filozofa tercih etmektedir ve kendi kitabında da neden entelektüel kavramını kullandığını şu şekilde açıklamaktadır:

Entelektüel, okumuş rahip (clerc) sınıfı olarak Batı Ortaçağına özgü bir soyun ardılıdır.

Bilgin, doktrin sahibi, okumuş adam, düşünür gibi birçok adın arasında entelektüel, sınırları iyice belirlenmiş olan bir ortamı işaret etmektedir. Yani okul hocalarının ortamını (Le Goff, 1994, s. 15-16).

Söz konusu dönemde kentlerin ortaya çıkması ile düşünceyi sokakta tartışan ve clerc olarak tanımlanan kişilerin çıktığı gözlenmektedir. Yazmanlar grubu olarak da adlandırılan bu çevreler, papazlar ya da keşişlerden farklıdır ve asli görevleri düşünmek ve düşüncelerini öğretmek mesleğini geliştiren okul öğretmenleri şeklinde ifade edilebilir. Kişisel düşünceyle, düşüncenin eğitim yoluyla yayımı, bu dönemde entelektüelin bir özelliği haline gelir (Demiralp, 2002, s. 123). Le Goff‟un, entelektüellerin kökenleri üzerine yaptığı değerlendirmenin, Gramsciyen bir tarzla ikili bir ayrıma dayandığını söyleyebiliriz: Organik entelektüeller ve eleştirel entelektüeller.

Organik entelektüeller, yüksek devlet görevlilerinden, devletin ideolojik yapısını ayakta tutan kişilerden oluşur. Eleştirel entelektüeller ise değerler üzerine, devletin politik meşruiyeti üzerine teorik düşünce ileri süren kişilerdir (Özcan, 2006, s. 44).Görüldüğü gibi, Le Goff düşüncesinde Ortaçağ entelektüelleri, her şeyden önce organik entelektüellerdir. Bu organik entelektüeller devlete sadık vatandaşlardır.

Le Goff her ne kadar on ikinci yüzyılı entelektüelin doğum çağı olarak kabul etmiş olsa da, ondan önce Karolenj dönemi olarak ifade olunan, sekizinci yüzyılın sonu ile dokuzuncu yüzyılın ilk yarısını kapsayan ve Rönesans öncesi dönem olarak da adlandırılan bir dönemde de entelektüelden söz edilebilir. Karolenj döneminde gözlenen entelektüel hareket, monarşinin ve kilisenin yönetimi için eleman yetiştirme dışında, bir düşünce yayma gayreti içinde olmadığı gibi, ne araçları ne de zihniyeti itibarıyla çıkar gözeten bir tavır sergilemiştir (Le Goff, 1994, s. 24). Ortaçağ ise insan hakları, demokrasi, eşitlik, kentsel uygarlık gibi özgürleştirici yanları ile entelektüelin düşünsel

faaliyet yapmasını desteklemiştir. Ve buna bağlı olarak entelektüel, Batı Ortaçağı döneminde üniversiteler içerisinde doğmuştur (Kılıçbay, 1995, s. 11).

Söz konusu dönemin entelektüelinin genel olarak tanımını yapacak olursak, onların yeni insanlar olmak ve yeni şeyler yapmak ile ilgili canlı duygulara sahip olduklarını söylemek mümkündür. Rönesansın da özünü belirleyen „yeniden doğuş‟ duygusu, bir yerde bunun anlamlandırılmış halidir. Aynı zamanda bu çağın entelektüelleri, modernlerdir ve kendilerine model aldıkları eskilerden beslenmenin yanı sıra Antikiteden aldıkları öğelerle yenilenmişlerdir. Böylece on ikinci yüzyıl entelektüeli, malzemesi eskilerden oluşan, eskilerin taklidi olan bir profesyonel şeklinde tanımlanmaktadır (Le Goff, 1994, s. 29-30). Le Goff‟a göre entelektüelin Avrupa‟da şehirlerin kurulmaya başlamasıyla ortaya çıkmasında, kent ortamının, kentlerdeki ticaret ve endüstrinin gelişmesi ve kentlerin ticari mallar kadar, fikirler içinde buluşma noktası olmaları, insanların düşüncelerinin mübadele yerleri haline gelmeleri ve böylece entelektüel alış verişin yapılmasının kolaylaşması da etkili olmuştur (Le Goff, 1994, s.

32). Kent bu anlamda manastırların, koruyucu senyörlerin malikânesi ile kuşatılmış, kırsal yerleşim yerlerinden çok farklı toplumsallaşma ortamı sağlamıştır (Ilgaz, 2002, s.

109). Ayrıca bu kentler kültürel anlamda Batı ile Doğu arasında ilişkiyi sağlayan, özellikle Yunan ve Arap-İslam kültürünün bilim eserlerinin çevirileri ile Avrupa düşünce hayatına yön veren merkezlerdir. Batı‟da katedraller ve üniversitelerde, Doğu‟da medreselerde kurumsal olarak yapılan çeviri faaliyetleri25 Batı‟nın felsefe, pozitif bilimler, ahlak ve akıl yürütme gibi pek çok alanda gelişmesine sebep olmuştur.

Bu gelişme yukarıda tanımlanan haliyle Le Goff‟un tarif ettiği, akıl ile imanı birlikte faal kılan, yeninin peşinde olan entelektüel tipini doğurmuştur. Dolayısıyla, modern

25 Avrupa‟ya Doğudan, Bizanstan, Ortadoğudan gelen yazmaların etkisinin fazla olmasının nedeni, çevirmenlerin de bu dönemde etkili olmasıdır. Batı Yunancayı bilmez, bilim dili latincedir. Bu anlamda hem Arapça hem de Yunanca eserler çevrilmektedir. Özellikle bunu yapan uzman ekipler mevcuttu. İşte bu çevirmenlerin özellikle entelektüel düşünce anlamında Rönesansa olan katkılarına baktığımızda, Latin mirasının Batı kültüründe bıraktığı boşlukları doldurmuşlardır denilebilir. Le Goff, felsefe ve özellikle de bilim alanında bu işlevi gördüklerini ifade eder (Le Goff, 1994, s. 34-35).

entelektüellerin kökenleri genellikle Ortaçağ Avrupası‟nın üniversitelerinde bulunmaktadır denilebilir (Bottomore, 1997, s. 67)26.

On ikinci yüzyıl kent entelektüeli, kendisini tam olarak diğer kentlilerin bir benzeri olarak, bir zanaatkâr, bir lonca mensubu gibi hissetmektedir. Kendisine yüklediği toplumsal işlev ise düşünce sanatlarının incelenmesi ve öğretilmesidir. Düşünce üretme, yalnızca bilgi değil, aynı zamanda doğrudan akılla bağlantılı olan bir üretim gerçekleştirmeyi içerir. Bu anlamda kendi başına diğer sanat dalları arasında bir sanattır.

Entelektüel bu yönüyle lonca mensubu olarak yüklendiği mesleğin bilincindedir. Bilim ile öğretim arasındaki gerekli bağlantıyı bilmektedir. Bilimin biriktirilip saklanması gerekliliğine inanmaz, dolaşıma sokulmasının önemine ikna olmuştur (Le Goff, 1994, s.

84-85). Böylece sadece birer pazar yeri olmayan kentler toplumsal anlamda yeni sayılabilecek bir iş bölümünü de beraberinde getirmiştir (Ilgaz, 2002, s. 109).

Dolayısıyla dönemin entelektüel yaratımında etkili birincil unsur, Batı Avrupa‟da kentleşmenin ivme kazanmasıdır. İkinci unsur ise manastırların kapalı ortamında yetişen okumuş rahiplerin yerini, önceleri kent okullarında, daha sonra on üçüncü yüzyıldan itibaren ise üniversitelerde, ücret karşılığı ders veren laik ve bir diğer ifade ile Kilise‟nin aşamalı/hiyerarşik düzenine bağlı olmayan hocaların almasıdır (Ilgaz, 2002, s. 109).

On üçüncü yüzyıla geldiğimizde, entelektüellerin kurdukları loncalar olarak üniversiteler oluşmuştur. Belli meslek grupları, bu üniversitelerin bulunduğu kentlerde, kendi çıkarlarını korumak ve tekel oluşturmak üzere örgütlenmişlerdir. Kentler, üniversitelerin birleştiği mekânlar olmuş, üniversiteler ise kalabalık denecek sayıda hocalara ve öğrencilere sahip birer güç odağına dönüşmüştür. Üniversite loncalarının sahip olduğu bu niteliksel çoğunluk diğer güç odakları için endişe yaratmıştır. Bu nedenle, üniversiteler özerkliklerini, toplumdaki bu iktidar odaklarına karşı, kilise ve laik iktidarın kendi çıkarlarına yönelik olarak sundukları destek ile mücadele ederek

26 Kentlerde ticaret ve endüstrinin gelişmesi, entelektüelleri meslek adamlarından biri olarak karşımıza çıkarır. Kentlerin oluşumundan önce Avrupa‟da rahip, soylu ve serfler arasında da zihni faaliyetle iş görenlerden bahsedilebilir. Ancak 12. yüzyıldan itibaren şehirlerin kuruluşuyla yazmayı ve öğretmeyi, yani zihni faaliyette bulunmayı meslek edinen insanlar ortaya çıkar (Le Goff, 1994, s. 78).

elde etmişlerdir (Le Goff, 1994, s. 92). Dönemin üniversiteleri kilise eğitimine alternatif olarak ortaya çıkarak, entelektüelin gelişimine olanak sağlamışlardır. Örneğin Paris‟in ünlü Sorbonne Üniversite‟sinin tarihine baktığımızda bu düşünsel gelişimin kökenlerini izlemek mümkündür. Sözü geçen dönemde bir kent olarak Paris, kendi içinde Atina benzeri bir bölünme halinde üçe ayrılmıştır. Büyük kent denilen bölümde tecimenler, zanaatçılar, esnaf ve halk yaşarken; soyluların, kralın sarayının ve katedrallerin bulunduğu bölüme ise iç kent denilirdi. Öğrencilerin ve okulların bulunduğu üçüncü bölüm ise üniversiteydi. Bu kentsel yapı günümüzde de geçerliliğini korumaktadır (Demiralp, 2002, s. 123). Le Goff‟a göre şehir üniversiteleri, eğitim alanında Kilise‟nin tekeline son vermiş, bilginin laik öğrencilere aktarılmasına fırsat sağlamış, hem öğreticilik hem de bilgi üretme görevini yerine getiren ilk entelektüelleri yaratmıştır. Bu nedenle kilise mensuplarının ve iktidar çevrelerinin dışında ayrı bir üniversite topluluğu oluşturması Ortaçağ‟da başlamıştır (Özcan, 2006, s. 44).

Üniversitelerin bu mücadele alanı içerisinde öne çıkan tartışmaları, her iki iktidarın-kilise ve laik çevrelerin- üniversitelere verdikleri destekleri kendi çıkarları için kullanmalarıdır. Özellikle papalığın desteği başat bir olgudur. Papalık, üniversitelerin özerkliğini özünde önemsemiş olsa da bunu kendi çıkarını gözeterek yapmaktadır.

Papalık tarafından verilen bu destek ile amaçlanan, üniversiteleri laik etkiden uzaklaştırarak, kilisenin yargı yetkisine bağlamaktır. Üniversiteler bu destek ile kilisenin kendi siyaseti için bir bütünleşme sergileyecektir. Bu durum üniversitelerin belli bir döneme kadar düşüncelerini Hıristiyan dünyasına yayma olanağı sağlamasına karşılık, diğer taraftan üniversitedeki entelektüelleri papalığın ajanları haline de dönüştürmektedir (Le Goff, 1994, s. 93-94).

On üçüncü yüzyıl ile birlikte üniversiteler içinde beliren entelektüelin içerdiği anlam, meslekleri düşünmek ve düşüncelerini öğretmek olanlardır (Le Goff, 1994, s. 16). Le Goff, entelektüelin kim olduğu yönündeki tartışmada belirleyici olanın, tarihsel anlamda Skolastiğin bir düşünme yöntemi olarak taşıdığı öneme dikkat çekerek Marie Dominique Chenu‟un bir sözüne yer verir: “Düşünmek, yasaları özenle saptanmış bir meslektir!” (Ilgaz, 2002, s. 108). Le Goff, üniversitelerin güç ve çıkar odaklarına, üniversite öğretim üyelerinin bir tür altsoylular sınıfına dönüşmesiyle akla dayanan bilginin ve eleştirel işlevin gerilediğini anlatır. On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda ise entelektüellerin ortadan kalkar (Demiralp, 2002, s. 123). Aydınlanma‟dan önceki

dönemde entelektüelleri tekrar tarih sahnesine görmemiz on beşinci yüzyılın sonlarında hümanistlerin etkin olmaya başlamasıyla gerçekleşir. Bu anlamda Batı uygarlığının tarihsel evreleri ile entelektüelliğin gelişim süreci birbirine paraleldir (Demiralp, 2002, s. 123).

Devam eden süreçte, fikirlerin yayılıp, üretilmesi bağlamında yeni bir toplumsal ortam sağlayan Avrupa‟nın ortamından farklılaşan bir döneme geçilmiştir. Bu dönemde Aristokrasi elinde tutuğu silahla idari denetimi sağlarken, onun karşısında ise Kilise yer almaktadır. Kilise‟ye karşılık oluşan dergiciler, yazarlar (la république des letters), grubu da, fikirlerin üretim olarak kilise hiyerarşisine yeni ve radikal bir alternatif sunuyordu. Kilise, sahip olduğu „Tanrısal bilgelik‟ ile istikrarın sürekliliğinde somutluk kazanan bir kesimdi ve dikey yapısı ile de düşünürlere ve yazarlara sarsılmaz, aşkın bir hakikat zemini sağlıyordu. On beşinci ve on yedinci yüzyılda devam eden Reform hareketleri, Kilisenin tek olan tanrı yorumuna çok anlamlılık getirmişler ve bu sayede yeni laik felsefeciler kuşağının ortaya çıkmasına hizmet etmişlerdir. Özellikle on altıncı ve on yedinci yüzyılda bu düşünürler varlıkları ile boy göstermişlerdir. İşte bu şartlar içerisinde düşünürlerin birliktelikleri, çekim merkezi olarak yaygınlaşmıştır. Artık dikey iktidar yapılarına karşılık, mutabakat yoluyla birliktelik sağlayan yatay topluluklar çekim merkezi halini gelmişler ve bir çeşit düşünce özgürlüğü alanı sağlanabilmiştir. Devlet iktidarının yarattığı baskıdan uzak bir şekilde filozoflar, birbirleri ile ilişki içerisinde yaşıyorlardı. Aslında bu toplumsal ortam ile gerçeğe aykırı laik hakikat arama kuralı, filozoflara modern entelektüellerin oluşumunda kalıcı bir rol vermiştir. Ancak bu filozoflar grubunun her biri birbirinden farklı özelliklere sahipti.

Aralarında zenginler, yoksullar bulunuyordu. Buna rağmen aralarında fikir, tartışma, mantık gücü olduğundan, kendi aralarında tartışan ve mutabakata varan bir filozof grup olgusu doğabiliyordu. Herkesin her şeyi konuştuğu, görüş birliği ve ortak görüşü aradığı bu grup üyeleri, tartışma ile sonuca varabiliyorlardı. Onlar için hakikat, mutlak bir insan yapımı idi. İnsan aklı ise en üstün otorite olarak kabul ediliyordu. Bu anlamda, république des lettres, toplumsal olarak yaygın ve sıkı sıkıya kenetlenmiş bir karşılıklı iletişim ağı ile entelektüel olarak böyle bir ağı işler hale getiren bir dizi karşıt göreneğe dayanan bir yaşam tarzının göstergesi olmuştur. Özerklik olarak yaşanan iktidardan soyutlanma, çok uzun sürmemiştir. Mutlak monarşi, geleneksel araçlarla başa çıkılmayacak kadar geniş çaplı idari görevlerle karşı karşıya kalmıştır. Toplumsal

yapının alt üst olan dengeleri, alışılagelmiş toplumsal denetim ve bütünleştirme mekanizmalarının değerini azaltmış ve yalnızca boyutları açısından değil, nitelik olarak da yeni sorunları gündeme getirmiştir. Görünüşte sınırsız olan bu güç, artık toplumsal yapıyı yeniden biçimlendirme deneylerine girişmenin çekiciliğine kapılan mutlak monarkta toplanmıştır; toplumsal yapı ise, iktidarın çok geniş çaplı araçlarıyla karşılaştırıldığında artık işlenebilir ve esnek yapıda görünmektedir. Ancak bu, daha iyi bir toplum için büyük bir tasarımı zorunlu kılmıştır; uzmanlara, danışmanlara daha iyi bilenlere gereksinim vardır (Bauman, 2003, s. 47, 48).

Bu sürecin devamında entelektüelin en büyük kültürel hazırlığının yapıldığı toplumsal dönüşüm evresi ile bir diğer ifadeyle Fransız Devrimi ile karşılaşılacaktır. Bu kültürel hazırlık, Aydınlanma‟ya da yön çizecektir. Ancak, bu yön çizmenin entelektüel ve akıl ilişkisi değerlendirilmeden olanaklı olmadığı ortadadır. Zira, entelektüelin toplumsal işlevi, sekülarizm, ideoloji gibi toplumsal kavramlara ilişkin tavrı, akıl üzerinden açığa çıkartılabilir.