• Sonuç bulunamadı

Atatü rk Dönemi Türk dış politikasını incelerken diğer bölümlerden farklı bir yöntem izlenecektir. Dönem iki bölüm halinde incelenecektir. Bunun sebebi, Atatürk Dönemi’nin Türk dış politikasında tarihsel bir dönemin adı olması ve fakat tarihsel bir dönem olmasının ötesinde Türk dış politikasının ana karakteristiğinin genel çizgilerinin de belirlediği dönem olmasıdır. İşte bu gerekçe ile öncelikle Atatürk Dönemi’ne dair bir (a) genel bakış ortaya konmaya çalışılacak, bu dönemde Türk dış politikasının geneline şamil olan gelişmeler değerlendirilecektir. Daha sonra dönemin (b) tarihsel seyri incelenecek, Türk dış politikasının tarihsel seyri içindeki yeri değerlendirilmeye çalışılacaktır.

a) Genel Bakış:

Türk dış politikası, Kurtuluş Savaşı ve sonrasında Atatürk tarafından belli zorunluluklar dahilinde tayin edildi. Bunun doğal bir uzantısı olarak genel

28

karakteristik de yine bu zorunluluklardan etkilenerek oluştu. Fakat, zorunlulukların yanı sıra ve ötesinde Atatürk ilke ve inkılaplarında ifadesini bulan amaç ve yönelim Türk dış politikasının karakterinin tayininde daha etkin olmuştur. Öyle ki bu etkinlik, günümüze kadar değişen şartlara ve konjonktüre rağmen her zaman değişen şekillerde ve yoğunluklarda sürmüştür. Dünyadaki değişimlere uyum sağlayarak (en azından bu değişimlerden etkilenerek) oluşan, gelişen, değişen Türk dış politikası hiçbir zaman Atatürk tarafından belirlenen şu hedeften sapmadı: Tam bağımsızlığın ve ülkesel bütünlüğün korunması için dünyadaki güç dengelerinden istifade etmek (Perinçek, 1993: 170). Kendi bağımsızlık ve ülkesel bütünlüğü için çalışırken başka ulusların aynı haklarına saygılı olmak. Bir diğer söyleyişle “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinden ayrılmama prensipleri çerçevesinde şekillendi.

1923 yılında Lozan Barış konferansı kilitlendiğinde Mustafa Kemal, gazetecilere verdiği uzun brifingde, dış politikanın temeli güçlü bir iç politika, güçlü bir kamu yönetimi ve güçlü bir örgütlenmedir. İç ve dış politika daima birbiriyle bağlantılı olmalıdır (Mango, 2002) demek suretiyle dış politikada hedef koyabilmenin ve bu hedefi gerçekleştirmenin yolunu göstermekteydi..

Mustafa Kemal, 1923’te en mantıklı politikanın aynı kültüre ve ırka mensup insanların yaşadığı bu topraklarda (Misak-ı Milli) kalmak, organik olarak gelişerek bir uygarlık kurmak olduğunu belirtmiştir. Birkaç ay sonra İzmir iktisat kongresinin açılışında askeri zaferlerin iktisadi başarılarla taçlandırılmadıkça geçici olacaklarını ifade etmiştir (Mango, 2002). Türk dış politikasının milliyetçi ve iktisadi düşünüşünün ve karakterinin bir tezahürü olan bu sözler, tüm dünyada aynı ırk ve kültüre mensup insanların (Türklerin) bir araya getirilmesi gereğine (Mango, 2002) duyulan inanç ile bir arada düşünüldüğünde daha manidardır.

Bugün, genelde Türk dış politikası ve özelde Türk Orta Doğu dış politikası Kemalist çizgiden sapmadan yürütülmektedir (Mango, 2002). Zira Atatürk’ün gösterdiği hedef ve bu hedefi destekleyen ilkelerin çoğu bu gün birer Anayasa hükmüdür. Örneğin; Kürt sorunu ile ilgili olarak ‘vatanın bölünmez bütünlüğü’ ve ‘resmi dil’ katılığı bu gün T.C. Anayasası’nda yerini bulmuş olan Atatürk’ün çerçevesini çizdiği Türk dış politikasının temel karakterini oluşturan ilkelerdir.

Türkiye’yi Batılı demokratik ulusların saygın bir üyesi yapmaya yönelik Kemalist hedefin en belirgin şekliyle tezahür ettiği alan bu gün Türk dış

29

politikasının en karmaşık ve ihtilaflı konulardan biri olan AB ile ilişkilerdir. Bu gün değişen koşullara rağmen genel kabul görmektedir ki AB ile ilişkilerin temel güdüsü ne tam üye olma hedefine ulaşmak ne de ekonomik çıkarlardır. Bu ilişkilerdeki başlıca motivasyon kaynağı, Batının refah seviyesine ulaşmaktan çok vazgeçilmez olan Kemalist hedeftir.

b) Somut Gelişmeler:

Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla tamamlanmasının ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika öncelikleri, Lozan Antlaşması’nın yeni Türk devletine sağladığı yeni uluslararası kimlik ve uluslar arası hakların pekiştirilmesi şeklinde belirmekteydi. Bu amaca yönelik olarak eski düşmanlarla, değişen şartlar ve menfaatlerin gerektirdiği şekilde dostane ilişkilerin kurulması, dış politikada daha güçlü, istikrarlı ve çok taraflı ilişkiler geliştirilmesi; “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” hedefinin gerçekleştirilmesi, ulusal bağımsızlık ve bütünlüğün pekiştirilmesi, böylece Batıya yönelimin daha hızlı ve sıhhatli şekilde gerçekleştirilmesi ve bu amaca yönelik tarz ve tavır belirlenmesi öncelikli hedef olarak kabul edilmekteydi.

1923’te imzalanan ve 1924 ‘te onaylanan Lozan Antlaşması, yeni devleti uluslararası alanda bir eşit olarak kabul eden ilk belge olması münasebetiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran belge olarak kabul etmek mümkün görünmektedir. Hatay ve Musul Sorununu bir istisna olarak kabul edersek yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırlarının uluslararası alanda belirtilmesi yönüyle de Lozan Antlaşması ilk politik zaferdi. Fakat burada halledilmemiş sınır sorunu da yeni Cumhuriyet için ilk önemli dış politika sorununu teşkil etmekteydi. İlk önemli dış politika sorununun Orta Doğu ile alakalı olması çalışmamız ve çalışmamızın öneminin anlaşılması açısından önemli bir nüanstır.

Musul Sorunu ile ilgili olarak Lozan’da öngörüldüğü gibi 1924 yılında İngiltere ile görüşmelere başlandı. Sorunun çözümü için yapılan çalışmalar ve görüşmeler netice vermedi. Tarafların bölgede yaptığı nüfus sayımları birbiri ile çelişmekteydi. İnönü, İngiltere ile görüşmeler esnasında bir hamle yaparak

30

TBMM’nin Türkleri ve Kürtleri temsil ettiğini savunmuştu. Fakat Bunun böyle olmadığını ispat etmek istercesine 1925 yılında ülkenin doğusunda Şeyh Sait isyanı çıktı. Böylece Musul nüfusunun çoğunluğunun Türk ve Kürtlerden müteşekkil olması, Türkiye açısından bir avantaj olması bir yana bir dezavantaja dönüşmüş görünmekteydi. Türk tarafına göre Musul, Güneydoğu Anadolu’nun coğrafi, ekonomik ve stratejik devamıydı ve Türkiye’ye bırakılmalıydı. İngilizler, bu takdirde Türk sınırının Bağdat’a 60 mil kadar yakınlaşacağı için,bu durumun Irak’ın güvenliğini tehdit edeceğini savunmakta, Musul’un Arap, Kürt ve Gayr-ı Müslim nüfusuna bunu anlatamayacaklarını dile getirmekteydi. Tarafların kendi aralarında anlaşmaya varamamaları ve görüşmelerin tıkanması üzerine Lozan’da öngörüldüğü üzere Cemiyet-i Akvam’ın hakemliğine başvuruldu. Cemiyet Musul’u resmen Irak toprağı saydığını 16 Aralık 1925’te ilan etti. Türkiye durumu kabullenerek 5 Haziran 1926’da İngiltere ve Irak ile Sınır ve İyi Komşuluk Anlaşması imzaladı. O dönemde dış politikada yalnız olan Türkiye, bundan sonra İngiltere ile hiçbir alanda hasım olmamaya karar verdi.

1925 yılında ülkenin doğusunda patlak veren Şeyh Sait İsyanı, Musul’un kaybedilmesinin yanı sıra daha önemli bir sorunun, yeni Cumhuriyette Kürt Sorununun, ilk tezahürlerinden biri olması açısından önemli bir olaydı.4 Kürt Sorununun cumhuriyet tarihi boyunca farklı yoğunluk ve şekillerde ortaya çıktığını hesap edersek bu isyanın önemi, Türkiye’nin Orta Doğu dış politikası açısından daha sıhhatli bir şekilde anlaşılabilir.

Türk Devleti, 1925 yılında Milletler Cemiyeti’nin Musul’a ilişkin kararının hemen ardından SSCB ile bir dostluk ve saldırmazlık antlaşması imzaladı. Bu dönemde uluslararası gelişmelerin çok iyi gözlemlenerek ve değerlendirilerek bu değişme ve gelişmelerden istifade edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun en güzel örneklerinden biri Hatay Sorunu konusunda Fransa ile anlaşmaya varılarak çözüm üretilmesi sürecidir. O dönemde Avrupa’da ortaya çıkan ve her geçen gün tırmanan Hitler-Mussolini korkusu Fransa aleyhine kullanılmıştı. Fransa’nın bu koşullar altında Türkiye karşısında direngen davranamayacağı tahmin edilmiştir. Bu çerçevede yürütülen barışçıl dış politika neticesinde 1939 yılında Meclis’in kendisini

4

Şeyh Sait İsyanı’nın etnik olarak kürt kimliğine dayanmasının yanı sıra hareketin İslami boyutunun da göz ardı edilmesi mümkün değildir.

31

feshetme ve anavatana katılma kararı alması sağlanmış 1938 yılında bağımsızlığa kavuşan Hatay bu karar ile ana vatana katılmıştır (Shaw ve Shaw, 2000).

Bu dönemin belirgin özelliklerinden biri de uluslararası organizasyon ve oluşumlara yakın ilgi gösterilmesidir. Burada amaç, böylece bir güvenlik (ittifaklar) çemberi oluşturup güçlendirmek idi. Bu eğilimin bir göstergesi ve uzantısı olarak 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye olunmuştur. Balkan ülkeleri ile bir işbirliği antantı oluşturulması gündeme gelmiş, ilk toplantı Atina’da 1930 yılında yapılmıştır. Bu toplantıda Balkan ülkeleri arasında bir “Balkan Paktı” kurularak üye ülkeler arasında siyasi, iktisadi ve kültürel alanlarda yakınlaşmanın sağlanması kararı alındı. 1933 yılının Eylül ayında paktın gerekliliğinin savunucuları olan Yunanistan ile Türkiye arasında bir ön anlaşma yapıldı. Pakta katılması yönünde Bulgaristan’a çağrı yapıldıysa da Bulgaristan buna müspet cevap vermedi. 9 Şubat 1934 tarihinde Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında Atina’da Balkan Paktı imzalandı. Pakt üyeleri, İtalya’nın Etiyopya’yı işgalini beraber kınadılar. Boğazların statüsünün değişerek Türk hakimiyetinde olması gerektiği yönünde görüş birliğine vararak Montreux Konferansı’nda Türkiye’yi desteklediler.

Bu dönemin önemli gelişmelerinden biri de Orta Doğu ile geliştirilen barışçıl ilişkilerdir. Kurtuluş Savaşı sırasında kurulmuş olan dostluk ilişkileri giderek geliştirilen Afganistan ile 1928 yılında bir Dostluk Antlaşması imzalandı.1934 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti ile iki ülke arasındaki ilişkiler gelişme trendine girdi. Irak ile ilişkiler Musul sorununun halledilmesinden sonra düzeldi ve gelişerek sürdü. Bölge ile geliştirilen bu iyi ilişkilerin bir uzantısı ve sonucu olarak 1937 yılında Türkiye, Afganistan, İran ve Irak arasında Saadabad Paktı imzalandı. Sovyetler Birliği ile de iyi ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı. 1935 yılının Kasım ayında SSCB ile imzalanan dostluk antlaşması on yıl süreyle uzatıldı. Her ne kadar bu mutabakat uzun sürmediyse de Türk tarafı, 20 Temmuz 1936 da Montreux’de Boğazlar Meselesi görüşülürken İngilizlerinin desteği ve Fransızların olumlu tavrının yanı sıra Sovyet Yönetimi’nin desteğini elde ederek bu mutabakatın semeresini almış oldu.

10 Kasım 1938 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün hayata gözlerini kapatması ile bu dönem son bulmuş oldu. Burada küçük bir ayrıntıya değinmek gerekiyor: Her ne kadar Hatay’ın anavatana katılması,

32

Atatürk’ün vefatından sonra gerçekleşmişse de Hatay hususunda yürütülecek politika üzerinde İnönü ile Atatürk ayrı düşmüşler, İnönü uygulanan politikaya muhalefet etmiş, fakat Hatay’ın anavatana katılması Atatürk’ün uyguladığı ferasetli politikanın doğal bir sonucu olarak gerçekleşmişti. Bu sebeple konu bir bütün olarak bu dönem içinde ele alınmıştır.

2. Tek Parti Dönemi (1938-1950):

Atatürk’ün ölümünden sonra dış politikada karar alma mekanizması, yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün inisiyatifine geçti. 1939 yılında Avrupa’da ortaya çıkan gelişmeler, özellikle Alman-İtalyan tehdidi ve öte taraftan beliren Sovyet tehdidi dolayısıyla ittifak arayışlarına girişildi. Aynı yıl İngiltere ve Fransa ile bir üçlü ittifak antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya Türkiye’nin talebiyle, antlaşmanın taraflarına yüklenen yükümlerin Türkiye’yi SSCB ile savaşa sürüklemeyeceğine dair bir hüküm konmuştur (Erge, 2002: 100). Bu hükmün (çekincenin) öneminin anlaşılabilmesi için uzun zaman geçmesine gerek kalmayacaktı. İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere tarafından müttefiki olan Türkiye’ye kendi saflarında savaşa girmesi hususunda talep ve baskı geldiğinde Türkiye bu çekince maddesine sığınacaktı (Erge, 2002: 100).

Genellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye için “tarafsız” klişesi kullanılır. Oysa 1939 Üçlü İttifakı nedeniyle Türkiye tarafsız değil, 1940’da Fransa’nın düşmesiyle anlamı pek kalmayan ittifak çerçevesinde kendini tanımladığı üzere aktif tarafsızdı (Criss, 2002: 150), yahut benzer bir ifade ile “savaş dışı” idi. Savaş boyunca devlet politikası, savaş dışı kalmak olmuştur. Amaç belliydi ve bunun için ne gerekirse yapılacaktı. Yapıldı da. Milli Şef İnönü’nün, savaş esnasında yurt gezilerinden birinde önüne çıkıp “sen değil misin 1 kuruşluk şekeri bana 5 kuruşa yedirten” diyen küçük bir kız çocuğuna “evet, 1 kuruşluk şekeri sana 5 kuruşa yedirttim, ama seni babasız bırakmadım” cevabı günün şartlarını fotoğraflayan bir anekdottur (Shaw ve Shaw, 2000). Savaş süresince Türk diplomasisi belki de tarihinin en hareketli günlerini yaşadı. Savaşan taraflarla devamlı diyalog içinde bulunuluyor ama mesafe de gözetiliyordu. 1941-1942 yıllarında Almanya’nın teşvik