• Sonuç bulunamadı

Anlatıcı ve Belleğin Rolü

1.2. Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre Yaşanan Dönüşümler

1.2.3. Anlatıcı ve Belleğin Rolü

temsillere ihtiyaç duyan kavram tipine girer. “Geçmişin”, “şimdinin” ve “geleceğin” ne olduğu, belli bir “anda” yaşayan kuşağa bakar. Bu üç düzlem, kuşakların bayrak yarışıyla birlikte sürekli yer değişir ve elbette anlamları da değişip durur. Geçmiş, şimdi ve gelecek kavramları ise olayları yaşayan bir kişinin veya insan öbeklerinin deneyimlerinin sıralanışından başka bir şey değildir. Akıp giden olaylar silsilesi içindeki belli bir uğrak, belli bir an, ancak onu yaşayan, algılayan insanın kendisiyle kurduğu ilişki sayesinde, “geçmiş” veya “gelecek” karakterine bürünmüş öteki anlara göre,

“şimdi” karakteri taşıyabilir. “Geçmişin”, “şimdinin” ve “geleceğin”, üç ayrı sözcük olmalarına rağmen tek bir kavram oluşturduklarını söylemek mümkündür (Elias, 2000:

106–7).

çözümüdür.

Bu kültür aşamasında belleğin, ataların anlatılarının torunlara ulaşmasını ve daha sonra bunların kuşaklararası bir gelenek haline gelmesini sağlayan bir işlevi vardır. Anlatı, belleğin bu işlevine göre biçimlenmiştir. Bu işlev ise, anlatının tekrar edilerek bellekte tutulmasıdır. Buna bağlı olarak, anlatının yinelenerek bellekte tutulacak olması da sözlü anlatının biçimini belirlemiştir. Kısaca, sözlü kültürde bir anlatı, tekrar edilerek bellekleşir ve bellekteki haliyle (deyim yerindeyse ataların söylediği biçimiyle) sonraki kuşaklara –yeniden- sözle tekrar edilerek aktarılır.

Açıkçası yazı ve yazı teknolojisi bellekten büyük ölçüde etkilenmiş olmasına karşın (Lian, 1988: 100), sözlü kültürdeki belleğin tekrara dayalı aktarım işlevi yazılı kültürün yazı teknolojisiyle değerini kaybetmiş, bunun yerine yazının kendi doğasındaki aktarım gücüyle birlikte belleğin işlevi de farklılaşmıştır. Bu farklılaşmayı ayrıntılarıyla çözümleyen Ong, yazı icat edilmeden bir başka ifadeyle yazılı kültürden önce, onun tabiriyle “birinci sözlü kültür”de dilin ses temelli oluşu tarafından etkilenmiştir. Ong’un

“dilin sese dayanan” (1999: 18) bir olgu olduğuna ilişkin vurgusu, yazılı kültürün temelinde sözlü kültürün olduğu yönündeki temel iddiası için önemlidir. Onun bu iddiası, sözlü kültürden yazılı kültüre geçişteki değişimi şöyle betimler:

Tüm insanların doğuştan girdiği sözlü kültürle, herkesin sonradan edindiği yazı teknolojisinin karşılıklı alışverişi ruhumuzu derinden etkilemektedir.

İnsan varlığı ve soyu açısından, bilinci belirgin bir dille ilk olarak aydınlatan, özneyi yüklemden ayırıp sonra da ikisini birbirine iliştiren ve toplumsal insanları birbiriyle bağlayan sözlü kelimelerdir. Yazı, bölünmeyi ve yabancılaşmayı getirmekle birlikte, daha üstün bir birlik de sağlar. Benlik duygusunu pekiştirir ve insanlar arasında daha bilinçli bir etkileşim kurar.

Yazı, bilinç düzeyini yükseltir (1999: 19–20).

Konuşma hem yazılı kültür hem de sözlü kültür için önemli olarak görülür. Yazı öncesi kültürde konuşma, özellikle bilgi aktarımı işlevi görürken yazılı kültürde konuşma, özellikle bilgi aktarma işlevi görür; ikincisi ise daha ziyade bir faaliyettir. Ong’un ifade ettiği gibi herhangi bir yazılı metin, ilk bakışta yazılırken, gerçek alıcının bulunmadığı, tek fiziksel ses yapısı sesten oluştuğu için, söylenen söz insanın içinden gelir.

Konuşmacı bir topluluğa seslenirken, dinleyiciler, hem kendi aralarında hem konuşmacıyla bir bütündür. Konuşmacı bir metin dağıtıp dinleyiciden okumasını isterse, metni okumaya başlayan her kişi kendi dünyasına çekilir ve bu birlik, konuşmacının tekrar sözü almasına dek dağılır. Yazı ve matbaa yalıtır (Ong, 1999: 93).

Yazılı kültürde konuşma, özellikle bilgi aktarımı işlevi görür; hâlbuki sözlü kültürde konuşma, daha ziyade birine bir şey yapma, bir edimden ibarettir. İkincisi, herhangi bir yazılı metin, ilk bakışta, metin yazılırken gerçek alıcının (okur veya dinleyici) bulunmadığı, tek yönlü bilgi iletilen kâğıt parçasıdır. Bireyciliğin olmadığı sözlü kültür dönemleri, gerek evrenle ilgili kozmolojik olaylar gerekse gündelik yaşamdaki problemlerin çözümünde işe-yarar modeller olarak “deneyim”, bir sonraki kuşağın yaşamını idame ettirmesi için sunulan ve sözle tekrara dayanan bir anlatı biçimini şekillendirir.

Walter Benjamin, “hikâye anlatıcısının hayatımızda hiçbir hükmü” kalmadığını,

“anlatıcılık sanatının sona erdiği” doğrultusunda yerinir, buna delil olarak “deneyim değer kaybetti” tespitinde bulunur. Benjamin’e göre, “bir şeyi layıkıyla hikâye edebilen insanlara gittikçe daha az rastlıyoruz” (Benjamin, 2012a: 77). Dilden dile aktartılan deneyim Benjamin’de hikâye anlatıcılarının beslendiği kaynaktır. Söz ile aktarılan, kavranılan anlatıları, yazmaya koyulanlar arasında “en büyük” olanlar ona göre hikâye anlatıcısının anlatısına sadık kalanlardır (2012a: 78). Benjamin’in tespiti dikkate değer bir konuyu açığa çıkarır: Hikâye edilen bir “anlatı”, söz ile aktarılması, bir deneyimi aktarmaktır. Daha doğrusu, bir “deneyim”, “söz”le aktarılan bir “anlatı” olarak hikâyeleşir. Adorno’da (2007: 143) deneyimin bizatihi kendisi, insanların birbiriyle konuşmasının ön koşuludur. Benjamin’de deneyime yapılan vurgu, deneyimlerin kuşaktan kuşağa aktarılmaya devam eden bir “bellek” olmasınadır. Bu da anlatı yoluyla sözel veya yazılı olarak geleneğin sonraki kuşaklara intikalini belirler. Benjamin’in ayrımlamadığı ama bizim ayrımlayabileceğimiz bir şey var o da tecrübe ve deneyim arasındaki farktır. Tek bir cümleyle açıklamaya çalışılırsa tecrübe, insanın başına gelen şeylerdir; deneyim ise insanın başına gelen şeylerle ne yaptığı ve yapacağıdır.

Geleneğin aktarılması ve kavranması gibi bir misyonu üstlenen yazı, “görüntü” gücü ile görevini yerine getirmeye koyulur. Bunun karşısında söz, ses ve ritüel aracılığıyla bu

görevi yapmaya çalışır. Eğer yazının, aslında “kökeninde, orada bulunmayan kişinin sesidir; ev ise insanın belki de hâlâ özlemini duyduğu, güvencede olduğu ve kendini hoşnut hissettiği ilk yerleşim yeri olan ana rahminin yerini tutar” (Freud, 1999: 50) düşüncesi kabul edilirse, yazının hatırlama faaliyetindeki yeri belirlenmiş olur. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, hatırlamayı anlatının bahçesinde dolaştıran dilin hem sese hem de görüntüye dayanan yapısıdır. Bu bakımdan ses ve görüntü arasındaki ilişki aslında anlatıcının ve dolayısıyla anlatının sözden yazıya nasıl değiştiğini anlatmaya yetecektir.

Duyma insanın dil yetisinin gelişebilmesi için olmazsa olmaz özelliğidir. Duyma eyleminin nesnesi olan ses, dilin ete kemiğe bürünmesini sağlar. İnsanın dil dünyasını biçimlendiren duyulan ses, insanın cenin içindeyken dahi maruz kaldığı bir fenomendir.

Burada işitmeyle bakmak arasındaki en önemli farkı oluşturan “maruz kalmak”

durumudur. İnsan, bakmak istemeği şeyleri de görür; görmek istemediğinde kafasını çevirmesi, nesneye sırtını dönmesi veya en kolay şekliyle gözlerini kapaması gerekir.

Bu durumda “görmek” ile “bakmak” arasında bir fark olsa da, bir bilinçli bir istencin sonucudur. Başka bir deyişle insan ister. Ancak duyma söz konusu olduğunda durum hiç de böyle değildir. Çünkü insan duymaya maruz kalır. Duymak istemiyorsa, o sesin bulunduğu mekândan uzaklaşması, kaçması gerekir ve kaçarken ses de onu takip eder;

ta ki, sesin soluğunun yetmediği yere kadar. Burada, sesin insanın içine doğru akması, insanın senin içine doğru akması, bir başka ifadeyle katılmasıdır. Ses, insanın “iç”ine girerken, insan da sesin “iç”ine girer. Bu sesle bir “iç”e dâhil olma ve dolayısıyla bir sesin “iç”e dâhil olmasını, “görüntü” karşında seyre dalanın eyleminden söyle ayrılır:

Görüntü insana teker teker, ayrı yönlerden gelir: Bir oda veya bir manzarayı seyretmek için gözlerimi bir noktadan başka bir noktaya çevirmem gerekir.

Bir ses duyduğum andaysa, ses her yönden aynı anda bende toplanır; ses, beni algımın ve varlığımın çekirdeği, beni saran ses dünyasının merkezi yapar (Ong, 1999: 91).

Bu durumda, ses, insanı kendi varlığının merkezine yerleştirirken, aynı zamanda,

“ses”in ilettiği anlamı da çevreye bağlar. Karşılıklı anlaşmanın, bir başka ifadeyle dilin

mümkünâtını ses sağlar. Bu sözel28 (verbal), “bir aradalık” demektir. Heidegger

“anlama” ile “işitme” arasında varoluşsal bir bağ kurarak söyle der: “Dasein anladığı için işitir. /…/ Dinleme gibi bir şey, işitmenin bu ontolojik olarak aslî potansiyalitesi temelinde mümkün hale gelir” (Heidegger, 2002b: 328). Anlama dinlemeyi mümkün kıldığı kadar, dinleme de Varlık’ın aslî unsuru olan veya dünyada varoluşunu sürdürmesini sağlayan “anlama”yı mümkün kılar. Bu Heidegger’in insanın “bu-dünya-içinde-varlık” olmasını sağlayan bir koşuludur (2002a: 51). İnsanlar, aynı dünyanın, aynı mekânın içinde dâhil olduklarında işitirler veya işitmek sesin geldiği mekâna dâhil olmaktır. Böylece söyleneni de, “yalnızca ona dâhil olduğumuz için işitiriz”. Böylece,

“Söyleme işitmeyi bahşeder ve bu yüzden konuşma, başka bir söyleyişle dilin konuşması yalnızca onun içinde bulunanlar için konuşmadır”. Ona göre;

Söylemin anlama ve anlaşılabilirlikle bağlantısı, söylemin/konuşmanın bizatihi kendisine, işitmeye ait olan bir ontolojik imkân içinde apaçık ortaya çıkar. “Doğru” işitemediğimizde “anlayamadığımızı” söylememiz tesadüfi bir şey değildir. İşitme söylemin oluşturucusudur. Lingüistik ifade nasıl söyleme dayanıyorsa, akustik algı da işitmeye dayanır. …[Birisini]

dinlemek, birlikte-varlık olarak Da-sein ontolojik ötekine açık-olmasıdır (Heidegger, 2002b: 328).

Martin Heidegger, söyleme bir başka ifadeyle konuşma (oral) ile duymayı ontolojik bir temelde birbirine bağlar: “Söylem ve işitme ontolojik bakımdan mümkünse insan dinleyebilir” (2002b: 329). Söyleme ve işitmeyi anlamada temellendiren filozof,

“dinlemeye muktedir olmayı”, dil geleneğinin içine doğmakla mümkün olan “önceden anlayabilme” koşuluna bağlayarak, konuşmayla “hakiki bir işitme potansiyeli ve şeffaf durumda bir başkasıyla –birlikte- varlık” olmak mümkündür (Heidegger, 2002b: 330).

Duymayı mümkün kılan önceden anlayabilmenin bir koşulu olarak “bir dil içine doğmak” şeklindeki düşünceyi, R. Rorty, “Dilimiz bize gelenek yoluyla intikal eder.

Biz bir geleneğin üzerinde ikamet ederiz” şeklinde dile getirir. Bu aynı zamanda, “bu geleneğin burada ve şimdi bize söylediği şeyi keşfetme tarzı”, “geleneğin sesini ve gelenek içinde bizimle konuştukları için şeylerin kendilerinin sesini dinlemek” anlamına gelen bir “yorum”, ona göre, “şimdiye kadar gözden kaçırılmış ihtimalleri, baştan beri seslendirilmekte olan, şimdiye kadar konuşulmamış sözleri işitmektir” (Caputo, 2002:

28 “Sözel (verbal) ile sözlü (oral) arasında bir ayrım vardır: İlki “kelimeyle ifade edilen her çeşit bilgi, açıklama vb. söz birim veya dizisi” iken, ikincisi “sadece konuşmayla, ağızla dile getirilen söylemi”

ifade eder.

126). Böyle bir durumda, dilin geleneği içinde ve dil geleneğiyle beraber birbirine eklemlenen, bir “anlam” ve “anlama” olarak “miras” duymayla şekillenmiş görmenin habercisidir bir başka ifadeyle yazının habercisidir. Bu şu demektir, Richard Rorty’nin

“yorum” dediği, duymayla şekillenmiş okumadır. Her ne kadar hermeneutik geleneğin ilk temsilcileri olan Schleiermacher’in ve Dilthey’ın “yorum” kavramını salt yazılmış olan ürünlere indirgense de, Gadamer’nın Heidegger’den aldığı etkilerle geliştirdiği dil ve metin görüşünde farklı bir boyuta ulaşır.

Diğer taraftan sesten farklı olarak görüntü insana dışsal olmasından dolayı, kendi uzamsallığı içindeki parçalı yapısından ötürü parçalı bir zamanın, bu zamanı oluşturan sekanslar serisinden oluşur. Ahmet Bozkurt’un deyişiyle photogrammelar29 tarafından oluşan serinin ortaya koyduğu bir anlamdır. Başka bir deyişle insan nereye bakarsa onu görür, gördüğü şey ile onun arkasındaki ve çevresindeki şeylerden onu ayırır. Bu da Ong’un, Merleau-Ponty’nin “görüntü parçalar” görüşüne başvurarak görüntüyü ayıran bir şey olarak tanımlamasını sağlar30. Bu ayrılma, görmek için, bir dıştan bakış eylemi veya seyretmek için gereken, nesneden uzaklaşmaktır. Oysa ses, insanın içine akar ve bu yönüyle sesin geldiği yer ile duyan kişiyi birleştirir: “Görüntü ayırır; ses birleştirir.

Bir şeyi görmek, seyretmek için o nesneden uzaklaşmak gerekir; hâlbuki ses, insanın içine akar. Merleau-Ponty’nin dediği gibi görüntü parçalar” (Ong, 1999: 90). Kısaca söylenirse, görüntü, insanı baktığı şeyden uzaklaştıran, ondan ayıran bir şeyken; ses, insanı duyduğu şeyle birleştiren, ona dâhil eden bir yapıdadır.