• Sonuç bulunamadı

M. Hulûsi Dosdoğru’nun Şehir adlı şiir kitabını değerlendirirken, şairin kullandığı serbest nazım şeklinin kendisine tam bir musiki hissi veremediğini söyler

2. ŞAİR

“Şairin gururu âdeta bir darb-ı mesel olmuştur.” diyen Halit Fahri, her millette bunun görülebileceğini söyler. İçinde bulunulan yüzyılda şairin benlik davasının eskisi kadar kalmadığını, geçmiş edebiyatlarda buna gereğinden fazla yer verildiğini belirtir. Lâtin ve Yunan Edebiyatında şairlerin kendileri için yazdıkları methiyeleri hatırlatır. Eski Osmanlı şairlerine hiç tereddüt etmeden “mağrur” diyen şair, divanlara bakıldığında bunun görülebileceğini söyler. (s. 503). Hemen bütün şairlerin şahıslarını “medh ü senâ” dan hoşlandıklarını ileri sürer. Hangisinin diğerinden daha büyük olduğunun “hepsi hâme-rân olmakla diğerine faikiyyet iddiasında” olan bu şairlere sorulmaması gerektiğini düşünür. Şairlerin münekkitlerin medhiyesini bekleyecek kadar sabırlı olmamalarını tenkit eder.

Şairlik gururunun ahlâkî olup olmaması konusunda biraz müsamahakâr olunmasını isteyen Halit Fahri, hayatta görülen gururların en masumunun şairin

“tefâhür-i şahsî” si olduğunu düşünür. Eserleriyle insanlara zevk bahşeden ve karşılığında hiçbir şey istemeyen şairin tefahürünün hoş görülmesini, buna katlanılmasını ister. (s. 504). Zamanın değiştiğini işaret eden Halit Fahri, o gün için insanlığa benliğinden bahsedecek şairin yalnız ruhundaki ve dolayısıyla insanlığın ruhundaki duyguları işlemesi gerektiğini savunur.

“Eski şairler için yalnız bir âlem mevcuttu. O da kendileri idi. Muhitleri bir boşluk, bir ademdi.” diyen şair, onların topluma kuşbakışı baktıklarını ileri sürer.

258 ORHON, Orhan Seyfi, “Şair Bir Sanatkârdır”, Son Havadis, (29 Nisan 1972), s. 5.

Şairin toplum içerisinde yaşayıp, mütevazı olduğu müddetçe sevileceğini savunur.

Toplumdan uzak olmaması gerektiğini, dertleri, hicranları, aşkları, neşeleri anlatabilmek için toplumla iç içe olması gerektiğini belirtir. “Dehanın altın tacını şair kendi kazansa bile, onu insâle nakledecek el, milletin elidir.” der. Şairleri toplumla bütünleşmiş görmek isteyen Halit Fahri, gururla değil, tevazu ve samimiyetle hitap etmelerini ister. “Kökünden ayrı yaşayan nebat olmadığı gibi muhitinden uzak yaşayan şairlerin de olamayacağını” savunur. (s. 505).259

Çeşitli milletlerin edebiyat tarihleri incelendiğinde, şairlerde aynı “fezâil veya fezâyih” in az çok ortak olduğunun görüleceğini ileri sürer. Fazla paraya veya mala tamah duygusunun onların eksikliği olduğunu belirtir. Eski şairlerin bu duygunun daha çok etkisi altında olduklarını düşünür. Onların “peri-i ilhâmın nağmekâr fısıltıları kadar altınların sadâ-yı ma‘denîsine de mağlûp olduklarını” söyler. (s. 424).

Bu gün için de şairler arasında “san‘at, para ve kadın temin etmedikçe…”

düşüncesini dil ya da kalben söyleyenler olduğunu belirtir. “Şark’ta da Garp’ta da şairlerin ekserisi kafiyelerin musikisiyle sarışın maden paraların sesini vaktiyle yekdiğerinden tefrik etmek istemiyorlardı.” der. XVII. yüzyılda Fransız şairlerin ya hükümdarları ya da prensleri medheden bir “kâse-lîs” olduklarını ileri sürer. O zamanlar sanatın sanatçıya başka türlü hayat temin edemediğini hatırlatır. Garp’ta böyleyken Türk Edebiyatında bugün bile sanatçıların eserleriyle yaşayamadıklarına dikkati çeker. Garp’ta şairlerin sadece hükümdarlar için değil, bir çok kibar kadın için de yazdıklarına değinerek La Fontaine’i örnek gösterir. Şairlerin bu durumdan memnun olduğunu, çünkü içlerinde parayı az sevenin çok az olduğunu ileri sürer.

Topladıkları parayla değerli kütüphaneler yapanlara da değinir.

259 Halit Fahri, “Şairlik Gururu”, Yeni Mecmua, 26(3 Kânunisani 1917), s. 503-505.

Şairin fazla haset sahibi olmasının sadece Garb’a ait bir şey olmadığını, Şark’ta belki bundan daha fazla olduğunu düşünür. Acem şairlerin büyükleri övmek için çok mübalâğalı, Arap şairlerin de halifeleri övmek için sayfalar dolusu şiirler yazdıklarını söyler. “Bütün bu şiirlerin son kafiyesi, bir kâse akçenin rûh-nevâz musikisidir.” der.

Yüzyıllarca Arap ve Acem Edebiyatının etkisi altında “kıvranan”;

kelimelerini, şekillerini hatta konularını onlardan alan Türk Edebiyatının mehdiye konusunda onlardan geri kalmadığını belirtir. Şairlerin divanlarda ancak münacat ve naatlerden sonra yaptıkları medhiyelerle para kazandıklarını ileri sürer. Paranın önemli olduğunu ve o dönemde ancak böyle kazanıldığını söyler. Paranın şair için kadın kadar cazip bir şey olduğunu düşünür. Tezkirelerde rastlanan “Kudemâdan…

mâdihlerindendir.” tabirinin, nerede doğup nerede öldüğünü kaydeden bilgiler kadar önemli olduğuna dikkati çeker. (s. 425). Eski şairlerden bazılarının ihsan alma konusunda sadece medihlerle kalmayıp doğrudan doğruya “dilenircesine” amaçlarını bildirdiklerine yer verir.

Şairin “atiyyelerle geçinen tufeylî bir mahlûk” olarak yaşamasının insanlık için şeref verici bir duygu olmadığını belirtir. Bunun için de bir çıkış yolu buldukları;

en basit düşüncelerin bile bir “te‘vîl” le tamamen değiştirdiklerini söyler. Fuzuli’nin sevgilisi için gönlünden kopan feryatların “aşk-ı ilâhî” den ileri geldiğinin zannedildiğini iddia eder. Türk Edebiyatında her şairin atiyyeden kısmetini alamadığına, bazılarının mahrum kaldığına değinir. Övülmenin daima hoşa gittiğini söyleyen şair, insanın sosyal mevkii yükseldiği oranda “medh ü sena” ya olan

meclûbiyetinin arttığını düşünür. Şairlerin insanların can alacak damarını bulduklarını ileri sürer. (s. 426).260

Yusuf Ziya, şairlerin muhitleri üzerinde büyük etkiler bıraktığını, muhitin de sanatçılar üzerinde derin izler bıraktığını belirtir.261

Halit Fahri, bir şair veya romancı için “şey‘î görüş vision objictif” in çoğu zaman tehlikeli bir yol olduğunu düşünür. Bir eserin ne kadar “realizm iddiası” nda olursa olsun sanatçıın şahsının eserin tamamen dışında olmadığını belirtir.262

Halit Fahri, millî şair denildiğinde iki türlü anlayışın dile getirildiğini söyler.

Bazılarının millî şair diye vatandan, vatanın istiklâlinden, cenkten, zaferden bahseden şairleri anladıklarını belirtir. Bazıları da böyle bir ayrımı gereksiz görüp eserlerinde millî zevki yaşatan bütün sanatkârları bu ad ile anarlar. Şair, bunların hangisinin doğru olduğunu sorar. Kendi cevabını vermeden önce “şair” üzerinde durur. Halit Fahri, şairin herhangi bir memleketin ferdi olduğunu, o memleketin de asırlardır birikmiş birçok hatırası olduğunu söyler. O memleketin şairinin de bütün bu hatıralara bağlı olduğunu belirtir. Bunda verasetin de önemli bir etkisinin olduğunun inkâr edilemeyeceğini söyler.

Halit Fahri’ye göre şairin içinde yaşadığı muhitin emelleri, zevkleri aynı zamanda kendi emelleri ve zevkleridir. Bir şair içinde yaşadığı muhitin emellerini, zevklerini ne derece gösterebilirse o derece halkın ruhuna girmiştir. Çünkü halkın kalbi kendi kalbinde çarpmaya başlamıştır. Bir şairin eseri içinde yaşadığı muhitin

260 Halit Fahri, “Şairde Haset”, Yeni Mecmua, 22(6 Kânunievvel 1917), s. 424-426.

261 Yusuf Ziya, “Edebiyatımızda Aşk”, Şair, 9(6 Şubat 1919), s. 130.

262 Halit Fahri, “Refik Halid Bey”, Ümid, 13(4 Teşrinisani 336), s. 7.

rengine, kokusuna, kısaca hususiyetine uygun düşmek zorundadır. Aksi takdirde eser sahte olur.

“İşte herhangi bir şair muhitinden topladığı hisleri, hayalleri samimi bir surette eserlerinde tespit edebilirse, şüphesiz millî bir eser vücuda getiriyor demektir.” diyen Halit Fahri’ye göre bu eser bir mehtap tasviri de olsa bu mehtap herhangi bir memleketin mehtabı değil, şairin doğup büyüdüğü, ilham aldığı memleketin mehtabı olduğunu savunur.

Halit Fahri, “millî şairin millî zevki tespit eden şair” olduğunu belirttikten sonra nice şairlerin vatandan, askerden başka bir şey işlemedikleri halde millî olmadıklarına dikkati çeker. Çünkü bunlar millî zevke vasıl olamamışlardır. Bazı şairlerin sadece denizi, mehtabı, yıldızı, kadını işlediklerini; bunda son derece samimi oldukları için eserlerinin etkisi altında kalındığını belirtir. Bunlar muhitlerinin ilhamlarını samimiyetle işledikleri için millî şairdir. İşlediği deniz, mehtap, kadın, doğduğu, büyüdüğü muhitin bir parçasıdır.

Halit Fahri daha sonra Fransız Edebiyatında da böyle bir tartışmanın yer aldığını belirterek “Pol Sude” nin görüşlerine yer verir. O da millî şairin mutlaka cenkten, zaferden bahseden sanatçı olmadığını düşünmektedir. Yalnız destan olduğu için bir şiire hiçbir zaman millî vasfının verilemeyeceğini savunur. Şairin ve şiirin milliyetinin yaşanılan muhitin zevkine, geleneğine uygun düşmesile mümkün olabileceği görüşündedir.

Şair, bu meseleyi uzun uzadıya tartışmaya gerek görmez. Zamanlarının zevkini, geleneğiniini eserlerinde yaşattıkları için Fuzuli, Nedim, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit ve Yahya Kemal’in millî olduklarını belirtir. Fransızların en büyük millî şairinin Alfred de Musset olduğunu söyleyerek Türk Edebiyatında Fuzuli ne ise

Fransız Edebiyatında da Musset’nin az çok olduğunu belirtir. “İkisi de yalnız hicran terennüm ettiler ve bu hicran bir kadın aşkının verdiği ıztırapları tespit etti.” der.263

Halit Fahri, Alfred de Musset’nin şairi “kendi ciğerlerini açıp yavrularını besleyen pelikana” benzetmesinden yola çıkarak sanatın en derin sırrının bu hayalde gizli olduğunu söyler. Şairin de “o biçare kuş gibi kendi yavruları olan hislerini kendi kanı ve eti ile beslediğini ve her mısrasında hayatının bir damla yakutunun asılı olduğunu” belirterek şairlerin ne denli fedakâr çalışmaları gerektiğine dikkati çeker.264

Orhan Seyfi, kendilerinde sanat eseri ortaya koymanın kudret ve kabiliyetini görmeyenlerin ilim ve sanat namına şaire yol göstermeye çalışmalarına bir mana veremez. Bunların çok tekrar edilmiş fikirlerin bir daha tekrarından ibaret olan nasihatler olduğunu düşünür. Şaire yol göstermeye çalışmayı garip bulur. Çünkü ona göre şair, maddî hayatı bakımından diğer insanlar gibi olsa bile manevî hayatı bakımından insanüstü sayılır. O, güzellik ve hakikat yolunda insanların vicdanlarının rehberiyken ona nasıl yol gösterileğini merak eder. “Onun sesi, diğer bütün insanların seslerinin üstünden kalplerimize nüfuz eden ilâhî bir hitab olmalıdır.” der.

Onun çerağının insanların yürüdüğü karanlık yollara ışık saçması gerektiğini söyler.

Şairin bu yönünden şüphe duyulduğu zaman “sazı koltuğunda gezen bir serseri” den farkı kalmadığını ileri sürer. Ümmetin peygambere Allah yolunda rehberlik edemeyeceği gibi, şaire de güzellik ve hakikat yolunda aciz idrakle, basit ilimle yol gösterilemeyeceğini savunur. Birkaç sanatçıın ve münekkidin seçeceği konuları

263 Halit Fahri, “Millî Şiir, Millî Şair”, Alemdar, 2679/ 379 (30 Kânunıevvel 1335/ 30 Kânunıevvel 1919), s. 3.

264 Halit Fahri, “Gençlikte Şiir Heyecanları”, Türkiye Edebiyat Mecmuası, 1 (Eylül 1339/ 1923), s.

15.

işleyen, onların gösterdiği yoldan yürüyenlerin zannedildiği gibi, “millî şair”

olmadığını; ancak bir okul öğrencisi olabileceğini belirtir. “Millî şair” in zıddının ne olabileceğini sorar. “Gayr-i millî” nin “beynelmilel şair” anlamına mı geldiğini merak eder. Eğer böyleyse bu şairi özler. Bütün dillere çevrilip okunan bir şairden bütün milletin gurur duyacağını belirtir. Türk Edebiyatını diğer milletlerin edebiyatı gibi uluslar arası bir mevkiye yükseltecek “millî şair” i herkesin özlediğini söyler.

Şairlerin şiir yazmak ve konuyu seçmek için âlimlerden fetva alamayacağını savunur.265

Halit Fahri, “Heyecan ve ihtiras, hayatın hangi tezahüründe yok ki bütün çarpıntısını kalpten alan san‘at eserleri bundan mahrum olabilsin?” diyerek heyecansız eseri ölü doğmuş çocuğa benzetir. Bu heyecan ve ihtirasın “şuura geçtikten sonra haricîleşmesi” gerektiğine inanır. “Zira kalbin karanlık delhizlerinde kaynayan tesirler muhuhakemenin meş‘alesiyle aydınlanabilirler.” İnsanın sabit fikirleri olduğu gibi sabit duyguları da olduğunu belirterek ihtirasın kalbin böyle bir kâbusu olduğunu ve onu daima kendisiyle meşgul ettiğini söyler. “Tabiî temayüllere hakim bir kuvvet” olan ihtirasın yalnız aşka değil; ilme, hakikate, adalete, şöhrete, paraya da saplanabileceğini düşünür. Bu duygunun hem intizamsızlık ve felâket sebebi hem de bir vecd ve cûşiş saiki olabileceğine dikkati çeker. “İhtirasâtımızı iyi idare etmek, ahlâken olduğu kadar ihtimal bediiyatın da büsbütün prensibidir.”

diyerek edebiyata hizmet etmek isteyenlerin bu gerçeği görmelerini ve ona göre çalışmalarını ister. Böyle olduğunda suni ve taklidi heyecanların başkaları üzerinde etkili olamadığının anlaşılacağını düşünür. Genç sanatçılardan samimi ve şuurlu

265 **, “Şaire Yol Gösterenler”, Güneş, 2(15 Kânunisani 1927), s. 1.

olmalarını bekler. Mazinin daima yaşayan ve yaşayacak olan eserlerin birçok fazileti yanında özellikle buna sahip olduklarına dikkati çeker.266

Edebiyat âleminde yazılacak başka konular bulunmadığı zaman şairlere akıl hocalığı yapma, yol gösterme isteğinin belirdiğini hatırlatır. Şairlere yöneltilen hücumların bir dereceye kadar mecmuacılık addedilse bile gerçekte manasızlık teşkil ettiği görüşündedir. “Esasen sanatkâra kılavuzluk etmek isteyen herhangi bir münekkid- pek büyük, pek âlim, pek ma‘ruf bir şahsiyet değilse- ancak alâkadarlar nezdinde bir hoşnutsuzluk hissi uyandırabilir.” der ve bunun bazen de garip olduğunu belirtir.

“Şair, bu veya şu mevzular etrafında yazsa muvâfık olur. Bedbîn yazarsa ictimaî mazeretler tevlîd eder.” gibi öğütlerin şairler üzerinde etkili olmadığını düşünür. Ona göre şair, duyduklarını yazıp, hulyasında olanları terennüm edecektir.

Bunları zayıf bir şekilde terennüm etmesi durumunda kabahati şairden çok maddileşen hayatta görür. “Şiirin bütün güzel sanatlar gibi tahayyülün mevlûdu”

olduğu görüşündedir. Asrî hayat şartları içinde “hulya” nın kalmadığını, hulya kalmayınca da şiirin kalmayacağını belirtir. Gelişen sanayi ile beraber şairlerin uzlet köşelerinin tamamen ortadan kalkmasa bile tabiatın manzarasının değiştiğini söyler.

Tabiat çirkinleşmiştir. Bir taraftan tabiatın değişimi, diğer taraftan çetinleşen hayat şartlarının şairin ilham ufuklarını daralttığını düşünür. Durum böyle olunca şiirin gittikçe bedbinleşmesini, hatta “asrîlik kisvesi giymiş bir “mistisizme”” yönelmesini tabiî bulur. Şair, hiçbir zaman bedbinliği şiirde gaye edinmediğini vurgular. Bunun yanında ıztırap çeken şairin bu ıztırabını samimi bir şekilde anlatmasına karşı olmadığını ekler. Hayat akışı içinde nice hassas insanların tatlı bir uzleti gönülden

266 Halit Fahri, “Genç İsti‘dâdlar Karşısında Umumî Birkaç Mülâhaza”, SF, 1600/126(14 Nisan 1927), s. 343.

özlediklerini belirtir. Ona göre “hulya” budur. Hülya, “kalbin hizmetkârı olan tahayyüldür.”

Şair, insanın yalnız kaldığı zamanlarda hayallerle yaşadığını belirtir. “Hulya”

ile sunî hulya dediği “romanesk” in birbirinden ayrılmasını ister. Romanesk için

“zekâsı az olan insanın hulyası” der. Şiirin “yakaza”, “hulya” ve “rüya” hâlleri gibi hayattan aldığı üç derece olduğunu söyler. Yakazanın “söylenilen veya yazılan şeylerin tamamıyla idrak edildiği an” olduğunu belirtir. Hülyanın “asıl uyku denen hâl ile uyanıklık arasındaki vaziyet” olduğunu söyler. Rüyanın ise sadece uykuda geçenler olduğunu ekler.

Halit Fahri’ye göre insan, kendisini tahayyülün ve uzletin cazibesine terk edebildiği zamanlarda hülya halindedir ve henüz rüya haline geçmemiştir. Hülyadan samimi bir eser çıkarabilmek için araya “romanesk” unsurlar karışmamalıdır.

“Çünkü romanesk olanlar, kendi hulyalarını ciddiye alırlar, kendi mevhûm-ı rü‘yetlerini hakikat sanırlar, bir kelimede boş hayaller âleminde uçarlar. Halbuki hakikî hulya ve onun güzelliğini, şiirini yapan şey, insanın o hulyayı gayr-ı hakikî bilmesidir. Yalan söylendiği için o hulyanın güzel olduğu hissedilir. Hayatı o vakit, asla malik olamayacağı renklerle süslemekten, asla vücüt bulmayacak şeyi tasavvurda uyandırmaktan zevk alınır ve bilhassa o şeyi hakikatle karşı karşıya getirmekten hasıl olan acı teheyyücü hisseylemek için bir zıll-i hayâl yaratılır.”

Şairin muhayyilesinde uyanan dünyayı ifade etmesinin zor olduğuna dikkati çeker. Özellikle bu dünya insan ruhunun derinliğine nüfuz edip, o derinlikte kaynayan ihtirasları ortaya çıkarmak olduğu zaman daha da zordur. Bu durumda şairin hayattaki rolü daha çetin, daha muazzam bir şekil alır. Bu edebî haşmet

karşısında âlimlerin keşiflerini kolay bulunur hakikatlerden addeder. Ona göre güç olan insanın kendi kalbinde geçen şeyleri, ihtirasları, tali ve kudretin esrarını anlatmaktır. İnsan ruhunun binlerce sene içinde bile hakkıyla anlaşılamayacağını söyler. (s. 306)

Şair, maddî bir asırda yaşandığı için maneviyatın da makinalaştığını düşünür.

İhtirasların, sevk-i tabiîlerin, temayüllerin adeta bir noktada temerküz ettiğine inanır:

Para. Maddî bir hayat hüküm sürdüğü için insanlar da dünyanın her yerinde parayla ve para için yaşamaktadırlar. O, “bütün maddî kuvvetlerin cihâz-ı asabîyi teheyyüce getirdiği nispette manevî kuvvetleri zayî ettiğini” düşünür. İnsanın bu teslimiyetine sadece “hulya” nın değil, “sevda” nın da kurban edildiğini söyler. Sonuçta ne şiir, ne tahayyül, ne de sevginin tatlı intizarı kalır. Aşkın öldüğü gibi şiirin de öldüğünü vurgular. İhtiras halinde taşınan his, artık sadece bir macera halini almıştır.

Halit Fahri, genel olarak insanların hulyaya daldıkları zaman bunun sonucunu beklediklerini, sonra yeniden hüsran dolu hayatlarına başladıklarını söyler. “Halbuki dahiler ve bu meyanda şairler hulyalarını zayi etmezler, o hulyayı hayatta hakikaten isâl etmek gibi “romanesk” bir hataya düşmeksizin yalnız sanatta hakikat haline getirirler.” diyerek heykeltraş, ressam ve musikişinasın da aynı şeyi yaptıklarını belirtir.

Yaşanılan asrın, maziye nispetle hülyaya daha az zaman bıraktığını tekrarlayarak şaire ilham kaynakları keşfettirmeye kalkışmanın garip olacağını vurgular. Onların serbest bırakılmalarını, ne zaman ve ne tahayyül edebilirlerse bunun bile bir kazanç olduğunu düşünür. (s. 307).267

267 Halit Fahri, “Hulyanın Ölümü”, SF, 1624/150 (29 Eylül 1927), s. 306-307.

Faruk Nafiz, daha önce şairi ele alırken onu “kadın” ve “erkek” olarak ikiye ayırdığını hatırlatır. Kadın şairde, eserini bir noktaya getirince “canı sıkılmışlara, asabîleşmişlere benzeyen bir hırçınlık” hali olduğunu ileri sürer. İfade ve şekilde kırıklıklar, düşüklükler meydana getirse bile bu durumun kadın şiirinin “en sevimli”

özelliği olduğunu söyler. Erkek şair için bir “noksanlık” olan bu özelliğin kadın için bir “kemal” olduğunu belirtir.268

Halit Fahri, şairin emir kulu olmadığını, onlara istenilenin yazdırılamayacağını söyler. Şairlerin kendi istediklerini, duyduklarını yazdıklarını belirtir. Şairden nasıl düşünmesi, nasıl yazması istendiği halde buna karşılık onun da bazı istekleri olabileceğinin gözardı edildiğini düşünür. Şairlerin kalplerindekileri topluma verdiğini, toplumun da şaire takdir nişanesi vermeye borçlu olduğunu ileri sürer. Toplumla sanatçı arasında yalnız bir cepheye değil iki cepheye de bakmak gerektiğini belirtir.269

Enis Behiç, 25 Haziran 1931’de Hikmet Feridun’un açtığı ankete verdiği cevapta, büyük şair, büyük sanatçı olabilmek için gerekli şartları sayar: 1. Yaradılışta kuvvetli bir istidat, 2. Güzelliğe, güzellere iptilâ; 3. Sönmez bir yükselme ihtirası; 4.

Zarif, keskin, çevik bir zekâ; 5. İrfan sermayesini sürekli artırmak iştiyakı; 6. Sürekli çalışma kabiliyeti; 7. Sanat uğrunda gerekirse rahatından, zevkinden, hatta midesinden fedakârlık yapabilmek; 8. Nefsini yalnız sanata vakfetmek; 9. Büyük dillerden hiç olmazsa birini iyi bilmek; 10. Türkçe’yi çok iyi bilmek ve şekle de önem vermek; 11. Kendine yöneltilen tenkitleri dikkatle telâkki etmek; 12. Kendi

268 F. N., “Renksiz Istırap”, Hayat, 118(28 Şubat 1929), s. 274/14.

269 Halit Fahri, “Şairlere Karşı Ebedî Terane”, Uyanış, 1768/83(3 Temmuz 1930), s. 70.

kendini tenkit edebilmek. Enis Behiç, bu şartların hepsei sağlandığında büyük sanarçı, büyük şair olunabileceğini savunur. Bunlardan yalnız biri bile eksik olduğunda, şairin bu yönden sarsıntıya uğrayacağını, aksayacağını ileri sürer. Bütün bunları birbirine bağlayan aslî bir kuvvetin varlığına inanır. Bunun, Allah’ın bir kulunda tecelli ettirdiği bir mazhariyet olduğunu, tarif edilemeyeceğini söyler. Büyük sanatçılarda bunun huzmelerinin hissedildiğini, fakat mahiyetinin bilinmediğini belirtir.270

“Bizde millî şair diye Mehmet Emin Bey’e derler: Bu, artık bir alem olmuştur. Mehmet Emin Bey belki millî şairin umumî tavsifine sığmaz gibi görünür. Zira millî şair, sanıyorum ki, yabancıların istilâsına uğramış, istiklâlini kaybetmiş ve başka bir harsı temessül etmek tehlikesine maruz kalmış cemaatların içinden çıkan ve kendi kanını taşıyanlara kaybettikleri şeyi var kuvvetile haykırarak hatırlatan söz ve saz adamlarıdır.”

diyen Faruk Nafiz, bunun için Macarların, Polenezlerin, Ermenilerin, Bulgarların millî ediplerinin olduğunu; Fransızların, Almanların ve Amerikalıların olmadığını belirtir. Bunun böyle olmasının Mehmet Emin Bey’in millî sıfatına etki etmeyeceğini; onun “Ben bir Türküm!” diye bağırdığı zaman Türk ekseriyetinin Osmanlı ekaliyetinin manevî istilâsına uğramakta olduğunu söyler.271

Halit Fahri, büyük şair olmak için iki vasfa sahip olunması gerektiğini söyler:

a) Mensup olduğu milletin nazım lisanına sağlam bir inşa, pürüzsüz, temiz bir ifade ve seyyaliyet vererek. Buna örnek olarak Tevfik Fikret’i gösterir.

270Miras ve Güneşin Ölümü, Güneş Matbaacılık, Ankara, 1951, s. XXXVI.

271 Hikmet Feridun, Bugün de Diyorlar ki (Harpten Evvelkiler-Harpten Sonrakiler), s. 195.

b) Daha nadir bir kıymet olarak, bir milletin nazım lisanına bilhassa yeni sesler getirerek yeni bir hayal ve his âleminin gizli kapılarından seslenmesini bilecektir. Ahmet Haşim’i bu ikinci sınıf şairler arasında değerlendirir. (s. 873)

Halit Fahri, Ahmet Haşim’in ölümünün ardından “millî şair”, “millî edebiyat”

diye yeni davaların ortaya atıldığını belirtir. “Acaba bunlar, milletine her yeni bir görüş ve duyuş tarzı getiren ve yeni bir sesle hitap etmesini bilen san‘atkârın millî olduğundan şüpheye mi düşmüşlerdir?” diyerek eğer böyle ise bundan garip, bundan zavallı bir iddia olamayacağını, kendi görüş ve safsatalarının samimiyetsizliğin açık bir delili olduğunu söyler. Onların Ahmet Haşim’i asla anlayamayacaklarını, (s. 874) millî edebiyatta Haşim’e yer vermeyeceklerini belirterek, acınacak bir zihniyette olduklarını ileri sürer. (s. 875).272

Şairin hayatıyla eserleri arasında bir tutarlılık olması gerektiğini savunan Halit Fahri, yabancı bir muhitte yabancılar gibi yaşayan birinin yurdun herhangi bir köşesini “sayıkladığında” samimi olmadığına inanır. Böyle “çapraşık ilhamlar” la yazan şairin eserinin millî değil ancak “gösteriş” olabileceğini ileri sürer.273

Halit Fahri, “iyi şair” konusuna değinir. “Esasen fikir ve duygu mahsulü bütün eserlerde, aşağı yukarı bütün edebî nevilerde sözün bittiği yerde durmasını bilmek başlıca hüner değil midir?” der. Bir hikâyenin sonunda, bir romanın bölüm bitişinde, bir piyesin perde kapanışında hep aynı kuvvetli tesirin aradığını belirtir ve “Oradan ötesini düşünmek okuyanın, gören ve seyredenin hakkıdır.” der.

“İhtiyar” şiirinin ilk üç kıtasını beğenen şair, dördüncü kıtayı o kadar beğenmez. Şiirin hiçbir şiiriyeti olmayan bir beyitle bitmesine bir anlam veremez.

Ahenksizliği ilk kusur, düpedüz ve renksiz sözü ikinci kusur olarak görür. Şiirdeki

272 Halit Fahri, “Ahmet Haşim’in Hayatı”, Yeni Türk Mecmuası, 10 (Temmuz 1933), s. 873-875.

273 Halit Fahri, “Edebiyatta Bir Genç Nevhager”, Uyanış, 2066/381(26 Mart 1936), s. 274-875.

bu hali güzel ve dimdik yolunda yürüyen bir adamın birdenbire belkemiği sakatlanmış gibi yürümesi ve bu son adımıyla kaldırıma yıkılması gibi, bir manzumenin böyle ayağının sürçmesini de ona benzetir.

Şair, daha sonra “Teselli” şiirinin son bölümünü verir:

“Senelerce bekleyiş... ah belirmeyen gölge Bir mendil gibi artık kumsalda unutulmuş, Dilde tekrarlanan dün, bu kirpiklerde nem ve, Nihâyet bir söğüdün gölgesinde duruluş.”

Burada ince bir hissin çok samimi hayallerle ifadesini bulur. Son mısranın, hayatı bir teselli ile sona erdiren yumuşaklığını beğenir. Bu şiirin bitişini, fikrin tam bir mantıkla sona erişi olarak görür. Bir tek fazla mısranın değil, bir tek fazla kelimenin bile bu zevki bozacağını söyler. Bir şiire başlayış kadar bitirişin de çok önemli olduğuna dikkati çeken Halit Fahri, bu ihmal edildiğinde en güzel eserlerin bile kıymetten düşebileceğini söyler. “İyi şair, sözün bittiği yerde sazı elinden bırakmasını bilendir.” der.274

“Hiçbir lirik duygu, sadece genç kalplerin çarpıntısı değildir.” diyen Halit Fahri, tabiatın güzellikleri karşısında vecde gelen şairin her yaşta tabiatı bir anlayışı olduğunu savunur. Kadın aşkının yaradılışına göre bir şairin kalbinde ölünceye kadar “bir meşale gibi yanıp tutuştuğunu” söyler. Bunun için seksen yaşını geçen Abdülhak Hamit’in ve sayısız aşk maceralarından sonra yetmiş iki yaşındayken genç bir kıza karşı kalbi çarpan Goethe’nin “ruhen” genç olduklarını düşünür. Halit Fahri, bu ilhama bağlı cihetler yanında şairin işlene işlene incelen üslûbuna,

“mısralarının molozlarını ata ata ve pürüzleri temizleye temizleye inci kadar saf

274 “İki Şiirin Mısraları Arasında Doğan Hakikat”, Son Posta, 2874 (31 Temmuz 1938), s. 9.

Benzer Belgeler