• Sonuç bulunamadı

III. ORHAN PAMUK’UN HAYATI VE ESERLERİ

1.2. ÇEVİRİNİN TARİHİ

1.3.4. ÇAĞDAŞ ÇEVİRİNİN TEORİK YÖNTEMLERİ

Çağdaş çeviribiliminde iki temel çeviri teorik yöntem mevcut – dilbilimsel – bu yöntemde çıkış noktası diller arasındaki struktürel benzerlikler ve farklardır ve edebi – estetik, üslup ve sanatsal yönlerin öne çıktığı yöntem. Temel teorik yöntemlerle birlikte ise, çeviriye 6 yaklaşm mevcut, birincisi toplumsal dilbilimsel yaklaşımdır – buna göre, bir metnin çevrilebilirliği onun içeriğinden ziyade, yaratıldığı toplumun etkisine, sosyal ortama, hedef dilin kullanıldığı ortama ve benzer toplumsal etkenlere göre belirleniyor. Aynı şekilde, çevirmen de, yaşadığı, yetiştiği toplumun ürünüdür ve çevirirken, hedef ve her zaman olmasa da, çoğu zaman kendisinin de mensup olduğu toplumun zihniyeti ve zevklerine göre hareket etmeli, aksı takdirde sonuç hedef kitlesine yabancı, kopuk, okunabilirliği düşük bir metin olabilir. Bu yaklaşım, metnin yazı kısmının ötesine de gidebilir, örneğin, E. Nida, tasarım veya kapak renginin de en az metin kadar önemli olduğuna vurgu yapıyor – hedef ülkedeki kültürel kodlamalarda kitabın cilt malzemesi veya kapak tasarımı okurların kitaba yaklaşımı olumlu ve olumsuz etkileyebilir, mesela, Arap ülkelerinde kitabı ciltlemek için domuz derisinden mamul edilen malzeme kullanmak, Arap toplumunda yaygın dini ve sosyal değerlere karşı olduğu için kitaba ve onunla birlikte içerdiği metne onarılamyacak kadar büyük zarar verip olumsuz çağrışımlar yükleyebilir. Çin’de ise, sarı renk Çin İmparatorluğunun eski parlak günleri ile özdeşleştiği için olumlu etki yaratabilir. (Nida: 45) Böylece, bu yaklaşımı tercih eden bir çevirmen, kendi ve kaynak metnin yaratıldığı toplumları iyi bilmeli ve kelime veya imge seçiminde tercihleri de buna göre yapmalı. Bu yaklaşım, özellikle çeşitli bilgilerin doğruluğunu kolayca kontrol edilebilen günümüzde daha da büyük önem kazandı. Orijinalın bazı özelliklerini hedef dile nakil sürecinde çevirmenin eserin toplumsal dilbilimsel yönlerine ve kaynak kültürünün temellerine hakim olmaması nihai sonucu hedef kitle için anlaşılması zor, yabancı bir metne dönüştürebilir. Türkçe – Gürcüce Orhan Pamuk çevirileri çerçevesinde, 2017 yılında “ჩემი უცნაური ფიქრები“(Garip Düşüncelerim) adı ile yayımlanmış, Ekaterine Akhvlediani tarafından yapılmış Kafamda Bir Tuhaflık’ın çevirisini böyle bir örnek olarak görebiliriz – çevirmenin, çağdaş Türkiye tarihi ile yoğun ilişkide olan kitaba yaklaşımı, maalesef, bir kitabı çevirebilmek için gereken

bilgilerden sadece Türkçe ve Gürcüce bilgilerine sahip olduğunu ispatlar niteliğinde – söz konusu eserde Orhan Pamuk’un yoğun olarak işlediği Alevi-Sünni çatışması, Sağ-Sol ayrımı, sosyal kökenlerinin karakterler üzerindeki etkisi vs herhangi bir uyarlama çabasına girişmeden, not, açıklama vs yapmadan veriliyor, dolayısyla sonuç ortalama bir Gürcü okuru için anlaşılması zor, zihniyetine yabancı bir metin olarak görülebilir. 11 Toplumsal dilbilimsel teorinin daha geniş boyutu polysystem teoridir – daha çok Tel Aviv Ekolü ile özdeşleşmiş, Gideon Toury ve İtamar Even-Zohar’ın gelişmesinde büyük katkıda bulunduğu bu teori, çevirmenin yaşadığı toplumun zevklerle estetik kurallarınca yönlendirildiğini varsayıyor ve böylece, bir metnin diğer dille aynen naklini edebiyattan ziyade toplumsal bir olay olarak görüyor. (Gentzler, 1990: 197-200)

Tel-Aviv okulunun yaklaşımı, 1920’li yılların Rusya’da, Yuri Tyniyanov’un önde geldiği edebiyat tartışmalarına dayanıyor, Rus Formalistlerinden biri olan Tyniyanov, edebiyat ve sanatta, gelen her yeni kuşağın önceki kuşaklara karşı çıkarak, mevcut kurallarla değerli yıkarak aşmasını savunuyordu, ona göre, yeni edebiyatçılar, edebiyat sahnesinde kendi yerini mevcut olana katılarak değil, onun yerini alarak kazanmalıyıdılar, edebiyata bir bütün, bir kopmayan zincir olarak bakmayı Tyniyanov, en büyük hatalardan biri olarak görüyordu. Bu açıdan, Tyniyanov’un 1927 yılında yayımladığı “Edebiyatın Evrimine dair” ve Roman Jakobson’la birlikte kaleme aldığı “Dil ve Edebiyat Araştırmalarının Sorunları” büyük önem içermekte. (Genzler, 1990: 203) Tyniyanov, yazarı ve eserlerini yaşadığı ortamdan koparak, edebi kişiliğini böyle incelemeye çalışan teorileri tamamen reddediyor ve toplum ve genel olarak yazar üzerine çevre etkisini görmezden gelerek, sadece psikolojik açıdan inceleme yapılarak kaleme alınan edebiyat tarihi araştırmalarını sertçe eleştiriyor. Tinyanov’un görüşlerinin özetini verecek olursak, bunun için, üçüncü kaynaklara bakmaksızın, onun, Boris Eichenbaum’a ithafen, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, 1927’de yayımlanmış “Edebiyatin Evrimine Dair” (О Литературной Эволуции.) adlı denemesine bakmamız şarttır. 12

Deneme, yazarın, edebiyat tarihinin mevcut kuramlarına yönelik sert eleştirisi ile başlıyor – Tyniyanov, özellikle Batı’da başat edebiyat tarihi ekolünü bir nevi sömürge ilan ediyor ve bireysel psikolojik meselelere edebiyatın oluşum sürecinde etkin rol oynayan evrimsel sürecin ikinci plana itildiğini ifade ediyor. Tiniyanov’a göre, edebiyat tarihi, yazarları doğar çevrelerinden koparıp çevre ve toplum etkisi yerine araştırmanın başlangıç noktası olarak yazarın bireysel psikolojik özellikleri kabul etse, bunun sonucu, tipki tarih biliminde de görüldüğü gibi, bir kopuşa sebep olarak, edebiyat tarihini de bir çeşit “generaller tarihine” dönüştürecek, dolayısyla, nihai sonuç, bilimsel açıdan

11 Ayrıca Bkz. ფამუქი, ორჰან - ჩემი უცნაური ფიქრები,(მთ. ეკატერინე ახვლედიანი) დიოგენე, თბილისი, 2017 (Pamuki, Orhan – Çemi Utsnauri Pikrebi (Çev. Ekaterine Akhvlediani), Diogene, Tiflis, 2017)

12 Tınyanov’a göre özellikle Batı’da edebiyat tarihi tamamen sömürgeci, ‘oyun kurucu devletlerin’ elindedir ve herşey, yanlış olarak, edebiyat içi evrimsel süreçleri ihmal ederk, yazarın psikolojik haline bağlanıyor. – “ Положение истории литературы продолжает оставаться в раду культурных дисциплин положением колониальной державы. С одной стороны, ею в значительной мере владеет индивидуалистический психологизм (в особенностина Западе), где вопрос о литературе неправомерно подменяется вопросом об авторской психологии, а вопрос о литературнойэволюции — вопросом о генезисе литературных явлений” - Tınyanov, Yu. N. - Literaturnaya Evolyutsiya – İzbrannıye Trudı, Agraf, Moskva, 2002, S. 189

eksik kalmaya mahkum olacak; ayrıca, Tiniyanov, edebiyat tarihinin yaşayan, gelişmekte olan edebiyatla ilişkisini faydalı bulsa da, bazi durumlarda, özellikle edebiyat tarihine kuralcı, gelenekçi yaklaşıldığı sürece kurallar ve değerler çatışması kaçınılmaz ve sonucunda, edebiyat tarihini edebiyat dışı yöntemlerle araştırma eğiliminin ortaya çıkması kaçınılmazdır. (Tyniyanov: 190) Bu yoldan çıkılarak, Tel Aviv Ekolü, çeviri faaliyetlerine de Tiniyanov yaklaşımını uygulamaya çalışıp, çeviriye, bir dilden diğer dile çevirmekten ziyade, edebi eserleri yani malzemeyi yeni çevreye adapte etmeye yönelik yöntem ve teorileri benimsediler. Tinyanov, edebiyatın gelişimini evrimsel bir süreç olarak görüyorsa, teorisini çeviride pratikte uygulamayı hedefleyen bir çevirmen de, çevirme süreci bir eseri, diğer dile çevirirken evrimsel süreçten geçirmek olarak algılamalı. Tel Aviv Ekolünün önemli isimlerinden İtamar Even-Zohar, Tinyanov’un teorisinden yola çıkarak, edebiyatı etkileyen, edebiyat içi ve dışı birden fazla ve bir arada varlık gösteren sistemin mevut olduğunu öne sürüyor ve bundan etkilenerek, teorisine polisystem yani çok sistemli adını veriyor.

Even-Zohar, ayrıca, Tiniyanov’un, toplum tarafından ‘klasik’ sayılan edebiyata geleneksel edebiyata verilenden fazla değer verildiğini öne süren, hiyerarşi teorisini de benimser. Ayrıca, Even-Zohar’a göre, edebiyatta evrimsel sürecin gelişmesi için ilk şart mevut kurallardan sapmaktır – edebiyatı gelişme sürecine götüren mevcut edebiyat çerçevelerinden çıkıştır – mevut sistemler arasında çekişme yaratan hareketler, sistemler arası ilişkileri yeniden değerlendirilmeya açarak değişmeye itiyor. (Gentzler: 217)

Even-Zohar’ın öne sürdüğü bir diğer fikir, tercüme edebiyatın da bir sistem olup işgal ettiği yerin, bu veya şu ülkenin kültürel gücüne göre değişmesidir. Ona göre, Anglo-Sakson veya Fransız kültürleri gibi, köklü, zengin sistemler, daha yeni, kültürel açıdan daha zayıf sistemlerle kıyasla, çevirilere, kriz dönemleri dışında, daha az önem verir, hatta marjinal uçlara bile itiyorlar, daha yeni ve az etkili sistemlerde ise, çeviriler merkezi rolda olup hayati önem taşıma kapasitesi bile taşıyabiliyor, böylece, çevirilerin ön veya arka planda olup olmaması a priori belirgin birşey olmaktansa, toplumun özelliklerine göre belirlenen bir olayıdır. Even-Zohar’ın İsrail ve Hollanda örnekleri ile gösterdiği örneklerde, çeviriler, edebiyat gelenekleri çok gelişmiş veya sağlam olmayan ülkelerde, edebiyat alanındaki boşlukları doldurarak, yerli yazarların yeni edebiyat türleri anadillerine nakledebilmeleri için temel yaratıyor, böylece, çeviriler, hedef dilinin gelişim sürecinde büyük katkıda bulunma yeteneğine sahipler. (Even-Zohar, Akt. Gentzler: 219) Böyle olunca, toplum, çevrilecek metinlerin seçiminde belirleyici rol üstlenir – metinler, toplumun ihtiyaçlarına göre seçilir, dilsel, sanatsal, edebi açılardan ihtiyaç duyulan metinler, hedef dildeki eksiklikleri giderme amacına hizmet edebilme özelliklerine göre seçilip yeni dile kazandırılıyor ve eserle birlikte, hedef dil yeni yöntemler, üsluplar, teoriler ve kelimeleri de elde etmiş oluyor. Sistem kriz yaşamıyorsa, o sisteme çeviriler ikinci planda kalıp hedef sistemin kurallar ve çerçeveleri ile sınırlı, marjinal yer işgal eder, ancak, sistem kriz yaşamaya başlasa, o zaman çeviri tekrar yenilikçi, zenginleştirici, sisteme yeni ruh ve katan etken haline gelebilir, hatta, göreceli olarak ‘fakir ‘ sistemlerin bulunduğu ortamlarda, çeviri, birincil rol üstlenerek, çeviriler ve orijinal metinler arasındaki çizgi muğlak hale getirebilir.

Sözün kısası, polysistem teorisi, çevirinin, özellikleri ve etkisinin topluma göre, toplum tarafından şekillendiğine inanır, çevirinin oynadığı ve oynayacağı rol, hedef dile ve o dilde yaratılan edebiyata olası katkıları, toplum üzerinde etkisi ve diğer detayıların tamamen çevreye göre belirlendiğine

inanıyor ve bu açıdan, onun statik olmadığı, gün geçtikçe evrim sürecinden geçerek geliştiğine ve yeni gerçeklere, çevreye temas kurarak adapte olduğuna inanıyor.

Çeviriye bir diğer yaklaşım iletişimsel yaklaşımdır, bu, daha çok sözlü tercümelerde kullanılan, kelimelerden ziyade mananın hedef kitleye ulaştırılması gerektiğine inanan yaklaşımdır. Kurucusu olarak Sırp kökenli Fransız dilbilimcisi Danica Seleskovitch kabul edilen bu ekol, eserin, okurun hisslerine, iç dünyasına, bilinçaltına yönelik anlamını aktarmaya öncelik veren, şuur teorisi olarak tanınan yaklaşımı ile tanınıyor. İletişimsel yaklaşım, dört ana unsura dayanıyor – 1) Kaynak diline hakim olmak. 2) Hedef dile hakim olmak. 3) Kültürel arka planlara ve ayrıntılara hakim olmak. 4) Çeviri ve iletişim yöntemlerine hakim olmak. (Jungwha, 2003: 2) İletişimsel yaklaşım için önemli olan bir metnin manasını diğer dil kullanan toplumlara ulaştırmak ve bu açıdan, dil, onlar için sadece bütün dünya için aynı ifadeleri aktarmak için kullanılan araçtır - kavramlar, algılar, fikirler evrenseldir, farklı olan sadece dil farkı kaynaklı ifadelerdir.

Çeviriye üçüncü majör yaklaşım yorumbilimsel (Hermeneutic) yaklaşımdır. George Steiner’in çalışmaları ile özdeşleşmiş bu yaklaşım, insanlararası iletişimin her halukarda bir nevi tercüme olduğunu savunuyor. Steiner’e göre, bir metnin çevrilebilirliği de arkasındaki niyete bağlı – anlamsız şiirler, glossolalia ve benzer anlamsız ifadelerden oluşan edebi veya iletişimsel birimler aslında çevrilemez, çünkü arkalarında ifade edilmek istenen bir bilgi yok. (Steiner, 1999: 186) Bu yaklaşıma göre, sözlü veya sözlü olmayan herhangi bir iletişim şekli, çevirlmeye yani başka bir dile veya işaret sistemine anlamı ile aktarılmaya müsaittir; ayrıca, metinlerin çeşitililiğinde ötürü, her metne uygun yaklaşımı ayırmak imkansız – kültürel, dilsel ve anlamsal özellikler metinden metine önemli değişiklikler gösterdiği için her birine ayrı, diğerinden farklı şekilde yaklaşmak gerekiyor.

Yorumbilimsel yaklaşıma göre, çevirmen, ne demek istendiğini yazardan bile daha iyi bilmeli.

Steiner’e göre, çevirmen, uzun yoldan geçerek, çeviri orijinale eşit hale getirmeli, fakat bu eşitlik öncelikli olarak gizli anlamları, imaları aktarmalı ki eserin orijinaline has otantik ifadeleri çevirinin okur kitlesine anlaşılır kılsın. Böylece, Steiner, eserin aslına sadakat olarak onun içeriğine ve iletmek istediği mesaja sadakatı görüyor, gerisi, eserin kavramsal otantikliği korunduğu sürece, taviz verilecek ayrıntılardan meydana geliyor - çevirmen, anlamları korumakla sorumlu olsa da, herşey hedef dile aynen aktarmak zorunda değil. Bu açıdan, Steiner’e göre, çeviri, bir çevirmenin metne güvenerek, onun anlamını çözerek, yeni dilde, orijinal dilde eserin işgal ettiği yerin hedef dildeki karşılığını elde edecek bir metni yaratmasıdır ve bir sentez olduğu için felsefede tam karşılığı yok(Steiner, 2004:186-192).

Çeviriye bir diğer önemli yaklaşım dilbiilimsel yaklaşımdır, bu yaklaşım, metne bir strüktür olarak yaklaşıyor, buna göre, herhangi bir metin dil strüktünü oluşturan öğelerden meydana geliyor.Bu yaklaşıma göre, bir metnin çevrilebilirliği, dillerarası farklar ve benzerliklerce belirlenir ve birbirlerinden büyük ölçüde farklı metinler çevrilmeye her zaman tam olarak müsait olmayabilirler.

Bu yaklaşımı tercih edenlerden Jean Darbelnet, dillleri, aralarında bazi boşlukları da bulunduran paralel strüktürler olarak görüyor ve çeviri sırasında bu boşlukları doldurmayı, çevirmenin görevlerinden biri olarak görüyor. (Darbelnet, 1958/1999:85) Darbelnet’e göre, yabancı dilden çevrilirken denk gelinen boşlukları doldurmak – yani kaynak dilde mevcut kavramların hedef dilde karşılıklardan yoksun olması, birkaç yolu ile aşılabilir; örneğin, hedef dilde bulunmayan, orijinal dili

kullanan kültüre has nesnelerle kavramları tabir eden pek çok kelime aynen kullanılabilir, hatta, bu, çeviriye orijinal diline has atmosfer bile katabilir. Uzun vadede ise, bazi yabancı kelimeler, sıkça kullanılması nedeniyle artık dile tamamen entegre olmuş durumda, yani, onları kullanmak artık tam anlamda yabancı kelime kullanmak gibi algılanamaz. Aynı şekilde, çevirisinin hedef kitlesi için anlaşılır olacağına emin olunmuşsa, ödünçleme alıntı (Calque) yani kaynak dilde bulunan bazı ifadeleri doğrudan, kelime-kelime hedef dile çevirme sayesinde, dile kazandırılabilir – ödünçleme alıntılar da yabancı kelimeler gibi, yoğun şekilde kullanıldığı takdirde hedef dilde de kendilerine yer ediniyorlar. Ayrıca, ödünçlemeler, pek çok durumda, yabancı kelimelere sahiplenmekten daha iyi çözüm olarak görülür – yabancı kelimeler konusunda tercih yanlış olup hedef kitlelerce beğenilmeyebilir, benimsenmeyebilir ya da, ödünçlemenin vereceği olası sonuçlarla kıyasla, çevirinin otantikliğini kabul edilebilir seviyeden daha olumsuz etkileyebilir, bu yüzden, pek çok çevirmen, eserin doğallığını koruma adına, mümkün olduğunca yabancı kelimeleri getirmekten kaçınıyor, yerine ise, uygun olup olmadığını dikkat ederek, uygun bulduğu yerlerde ödünçleme kullanmayı tercih eder.

Dilbilimsel yaklaşım, metnin içeriğinden ziyade kültürel kodların nakline önem veriyor, Russel’in de belirttiği gibi, dilbilim dışında örneğin, peynirle hiçbir teması olmaya kişi için peynir kelimesi birşey ifade edemez(Russell, Akt. Jakobson,1959), ancak, semiotik açıdan, işaretlere ve sembollere, dolayılı olarak da kelimelere atfedilen anlamlara bakacak olursak, Jakobson’a göre, bir nesne ile sadece dilbilim dışında bir temasta bulunmak yetmez ve bir nesneye dilbilimsel, semiotik anlam vermek için nesnenin dilin semiotik yanları ile temasta bulunması gerekiyor. Aynı nesne veya kavramı betimleyen kelimeler de, dillerin özelliklerine göre, farklı dilde konuşan bireylerde farklı çağrışım yaratabilir, dolayısıyla, tercüme sanatında hedef kitlenin istifade ettiği kodlamalara başvurmadan uygun semiotik çeviri yapmak zordur.

Beşinci ve belki en yaygın yaklaşım edebi yaklaşımdır.Bu yaklaşım, çevirilere bilimselden çok sanatsal açıdan yaklaşıyor ve bir dilden diğer dile metin, özellikle edebi eser naklinde, estetik ayrıntılara, metni aslına sadık kalınarak çevirmektense, onun kaynak dildeki estetik ve sanatsal değerini çeviride de korumasına önem veriyor. Çevirmenin, yayıncının, okurların dikkatını çekerek, yeni dile kazandırılmasına neden olacak hususlar zaten eserin estetik değerleridir, dolayısıyla, hedef dilin okur kitlesini de kendine çekebilme adına, çevirmen hassassiyet göstererek, eserin orijinal üslubu ve estetik özelliklerini koruyarak hareket etmek zorunda. Bu yaklaşıma göre, kuru, dilbilimsel yaklaşım, orijinal metnin sadece estetik değeri değil, bazen anmlamının da kaybolmasına yol açabilir ve bu anlamdan, metnin edebi eser, turist kılavuzu veya reklam içerikli elektronik mektup olması fark etmiyor – hepsı aynı şekilde estetik, yaratıcı yaklaşımı talep ediyor. Tim Parks, örnek olarak, her ikisi Hint-Avrupa dil ailesine mensup ve pek çok benzer kelime ile yanıltıcı eşdeşe sahip İtalyanca – İngilizce çevirileri gösteriyor. Parks, örnek olarak bir turistik kılavuzu gösteriyor, örnek metin, aslına sadık, doğrudan çevirinin bir örneğidir, ancak, çevirmen, metne sanatsal ve yaratıcı yaklaşmaktansa, doğrudan çeviri yapmayı tercih etmiştir; sonucunda, tercüme metin, hedef dili İngilizceyi ana dili olarak kullananlar veya bu dili bilenlere absürt gelebilecek şekilde yeni dilin estetik çerçevelerine adapte olma kabiliyetinden yoksundur (Parks,2007:1-2). Böylece, doğrudan çevirmek, metnin asıl anlamı ve estetik değerlerinin kaybolmasına sebep olabilir, yukarıda söz konusu olan metin, İtalyanca orijinalı

oldukça başarılı, edebi İtalyanca ile yazılmış olsa da, İngilizce çevirisi, tercüme sürecinde estetik özellikleri ve örtülü anlamını kaybederek, asıl amacı turistleri çekmektense, onlarda ilgi uyandırmaktansa, alay konusu haline geldi. Anlamları aynı olan, fonetik olarak benzeşen kelimeler de, doğrudan çevrildiğinde, hedef dilin estetik çerçeveleri ile uyum sağlanmadıkça, çevirinin, özellikle edebi çevirinin hedefe, okur kitlesine ulaşmasına engel oluşturabilirler - metin aslına sadık kalmak, büyük önem taşıdığına rağmen, edebi yaklaşıma göre ancak hedef dilin estetik kurallarına uyum sağlamanın arkasından geliyor ve her halükarda, önemli, ama ikinci plana ait bir etken olarak kalıyor, dolayısıyla, edebi yaklaşım, öncellikli olarak, kelime-kelime sadakatın arka planda kaldığı, biçim ve üslubun başka bir dile, metnin ve dillerin imkan verdiği kadar uyarlaması olarak tasvir edilebilir. Fakat, gerçek anlamda uyarlama, edebi yaklaşımın sadece kollarından biridir – artistik, üslup özelliklerini korumaya çalışarak çevirmek seçenek olsa da, bazen, özellikle çocuk ve genç edebiyatı örneklerinde, bu yaklaşım çerçevesinde, metnin arka planı, içindeki simgelerle yeni dile benimsetmektir, bu kapsamda, çevirmenin uygun gördüğü takdirde, yer adları, karakter isimleri, kültüre özgü semboller vs, hedef dildeki muadilleri ile değiştirilebilir, bu unsurlar, her iki grubun yani hem hedef, hem kaynak dilden yararlanan okur kitlelerinin zihinlerinde, aslında aynı olmasalar da, aynı çağrışım yapmalı, böylece, semiotik ayrıntılara vakif olmadan edebi yaklaşımdan faydalanarak kaliteli uyarlama çevirisi yapmak imkansiz sayılabilir.

Edebi yaklaşımdan faydalanılarak yapılacak olan, uyarlama olmayan çevirilerdeyse, zorluk kaynak dilin gizli anlamlarını yakalamakla ilgilidir. Gizli anlamlar gibi, çoğunlukta sadece ana dili olarak kaynak dili konuşanlar için birşey ifade eden ayrıntıların, çeviri sürecinde kaybolması bazen yazarların da itirazlarına neden oluşturuyor. Parks, bu konuda böyle bir örnek veriyor: Nobel Ödülü, küreselleşme döneminde, jüri üyelerinin haşır-neşir olmadığı, hatta hiç bilmediği dilde eser veren yazarlara daha fazla verilmeye başlandı, dil engeli yüzünden orijinallere ulaşamayan jüri üyeleri genelde çevirileri okumak zorunda kalıyorlar, bu durum da örneğin, 2004 Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan Avusturyalı yazar Elfriede Jelinek’in itirazina sebep olmuştur – ona göre, çok sayda, sadece Almanca konuşanların anlayabileceği mecaz, deyim, argo ve kelime oyunu içeren eserlerinin çevirilerde nasıl işlediği, nasıl anlaşıldığı bile muammaydı. (Parks, 2007:234-235) Böylece, çeviriye edebi yaklaşım, iki şekilde kendini zuhur ediyor – birincisi, orijinal metne özgürce yaklaşarak, aynen çevirmektense üslubunu hedef dile nakletmektir, ikincisi ise uyarlamadır – burada, orijinale özgürce yaklaşmaktan ziyade, içinde geçen kültürel ifadelerin ve bazı kaynak kültüre has nesneleri de, bir seviyede hedef dile aktarılmaya çalışılıyor.

Çevirilerle altıncı temel yaklaşımsa, semiyotik yaklaşımdır. Semiyotik veya göstergebilim, semboller sistemleri, yapıları, anlamları ve onların iletişimdeki rolünü araştıran bir bilim dalıdır.

Çeviriye semiyotik yaklaşım da, çeviriye, metinde kullanılan semboller ve onların, okur kitlesi ve belirli kültür taşıyan topluluklar için yarattığı sembolik dünyayı yorumlama ve diğer topluluklara aktarma amacıyla yaklaşıyor. Mesela, metnin orijinalının sembolik anlamı, kaynak dil ve kültürünü benimsemiş toplumlarda, görünen içeriğinden oldukça farklı olabilir, ancak bu farklar ancak kullanılan sembolleri bilen, anlayan insanlar için birşey ifade edebilir, böyle durumlarda, çevirmenin rolü sadece metnin çevirisi yapmakla kısıtlı değil, onun sorumluluğu, aynı zamanda, metnin simgesel anlamı ve kültürel arka planı da hedef kitleye ulaştırmaktır. Dil açısından anlamları benzer kelimelerin, kavramların sembolik anlamları farklı kültürel yapıya sahip toplumlarda

tamamen farklı nesneleri ifade etmesi oldukça muhtemeldir, dolayısıyla, hem metnin içeriğinin sembolik tarafına, hem kültürel değerine sadık kalabilmek için, çeviri sürecinde semiyotik yaklaşım, tercüme sürecinde ortaya çıkması muhtemel pek çok strüktürel hatayı ve dilbilimsel açıdan doğru, ancak göstergebilim açısından yanlış pek çok hareketi önleyebilir.

Semiyotik yaklaşımının temeli olarak, Saussure’nin dilin analize edilebilecek bir sistem olduğunu vurgulayan teorisini sayabiliriz, bu teoriye göre, herhangi bir dil, yorumlara ve işaretlerle açıklanmaya tabii bir sistemdir, dolayısyla, her metin, doğru yaklaşıldığı sürece, çevrilmeye müsaittir; bu teori 1907’de, Saussure’nin verdiği, Hint-Avrupa dilleri ile ilgili konfersanlar dizisinden başlıyor, burada, Saussure, ilk kez dillerin bir semboller sistemi, dil dil yapanın ise akıl ve semboller arasında kurulan bağlantıdır. (Akt. Joseph,2004:59) Saussure, sonraki derslerle konferanslarında teorisini daha da genişletti ve 1916 yılında Genel Dilbilim Dersleri adı ile çıkardığı kitabında daha büyük yer verdi. Saussure, ayrıca, sembollerin anlam değişimin de topluma göre şekillendiğini savunuyor – ona göre, bir sembolün anlamı, toplumun sürekli değişen ve çeşitlenen ihtiyaçlarına göre yeni şekillere girebilir. Bundan ziyade, kelimelerin ya daha doğrusu, sembollenin dışa vuruşları konusunda, Saussure, somut ve soyut kavramları betimleyen kelimeler arasında herhangi bir ayrım yapmıyor – onun için, her ikisi, insan aklında olan nesneleri temsil eden simgelerdir, (Joseph,2004:63) dolayısıyla, somut olarak ne oldukları arka plandadır.

Saussure’ye göre, bir sembol, bir ad ve nesne değil – daha fazladır ve bir kavram ve fonetik ifadesi olarak lanse edilebilir, fonetik ifade ise, her ne kadar sabit, maddi bir nesne olarak gözükse de aslında o daha soyut, sesin insanın zihninde bıraktığı izinin ifadesidir. Bunun kanıtı olarak Saussure, insanların, birbirilerini sadece dudak hareketlerinden anlayabileceğini gösteriyor – aklında yerleşmiş semboller, vokal ifadesi gerçekleştirilmeden bile insanların karşıdakilerin ne anlatmak istediklerinin anlamalarına yardımcı oluyor.(Saussure, 2011:66-67)

Saussure teorisinden yola çıkacak olsak, semiyotik yaklaşım, çeviriyi, kaynak dili taşıyan toplumun hafızasındaki sembollerden hedef dili benimsemiş toplumda kullanılan sembol sistemine aktarmaktır. Çevirmen, öncellikle, metnin orijinalinde kullanılan sembolleri analize ederek, aynı şekilde, mümkün olduğunca doğru, hedef toplumun hafızasında benzer çağrışımda bulunabilen sembolleri bulup kullanmalı, böylece, çeviri, okurlarında, orijinalının okurları üzerine yarattığı etkisinin aynısını yaratabilir. Semiyotik yaklaşım, böylece, daha çok anlamları nakletmeye yönelik bir yöntem olarak görebiliriz, dolayısıyla, çevirmene en büyük serbest alan ve özgürce yaklaşım hakkı tanıyan sistem de semiyotik yaklaşım olabilir. Semiyotik yaklaşım, böylece, bir anlamda avantajlı konuma sahip sayılabilir – metnin sembolik, psikoloji ve bilinçaltına yönelik yanlara odaklanarak, sonunda, eserin sadece dilsel tarafı değil, psikolojik özelliklerini de hedef toplumuna ve değerlerinde uyarlabiliyor.

Çeviriye yaklaşım yöntemini seçmek, bir çevirmen için büyük bir sorumluluk ve çoğu kez, edebiyat açısından çeşitli fedakarlıklar gerektirebilir – metnin aslına sadık kalarak titizce çeviri yapmak metnin edebi değeri için en doğru tercih olmayabilir, semiyotik yaklaşıma fazla öncellik vermek meçhulun meçhul ve anlaşılmaz kalmasına neden olabilir – yanlış tercih hedef dil ve kültüre sahip toplum için tıpkı orijinal metin gibi anlaşılmaz ve uzak kalabilir, uyarlama metnin duygusal ve kültürel arka planının kaybolması ile sonuçlanıp hedef dilde de yapmacık durabilir –

örneğin, Küreselleşme Çağında her türlü bilgi edinme imkanlarına sahip bir genç Kale Blomkvist olarak bildiği karakteri Ben Bergson olarak kabul edebilir mi? Pek olası değil. Çevrilebilirliği yüksek olmayan, şiir gibi edebiyat çeşitleri de ayrı yaklaşım ister, şiirselliği korumak mı yoksa metne sadakat mı sorusu şiiri diğer dillere kazandırmaya çalışanların cevap vermeye çalıştığı en büyük sorulardan biridir – şiir, doğasının gereği, kaynak dilin en ince özelliklerine göre strüktürlenen bir edebi türdür, dolayısıyla, özellikle dilbilgisi açısından çok farklı dillere aktarılması zor ve bunun yerinde, daha çok orijinal metnin içeriğine uyarak hedef dilde yeni bir manzum metin yaratma yöntemi tercih ediliyor. Örneğin, aglutinatif, son eklerine göre şekillenen Türkçe yazılmış bir manzum metnin tamamen farklı yapıya sahip İngilizceye nakletmek, teknik olarak imkansız, özellikle Türk şiirinde son eklerinin kafiye üzerinde etkisini göz önüne alsak; hatta, Türk şiirinin bazı çeşitlerinde, örneğin halk şiirinde, bu etki çok büyük ve bazen bütün metnin kafiyesini belirleycek niteliğindedir. Şiirin bu özelliği, bazen çevirmenleri, şiirin içeriğine sadık kalma adıyla, manzum eseri nesir olarak çevirmeye itiyor – ki destan gibi, içerik ağırlıklı manzum edebi eserler söz konusu olunca bu yaklaşım en doğru bir seçenek de olabilir – örneğin, Nida’ya göre, şiir, belirli kalıplarla sınırlı olduğu için hedef dilin şiir kalıplarına tamamen uymayabilir ve hedef dilden yararlanan okurlara garip, sıradışı ve yapmacık gelebilir, bu yüzden, hedef okur kitlesinin kültürel hassasiyetlerini dikkate alınarak, bazi manzum eserlerin nesir olarak çevrilmesi daha uygun olabilir, bunun örneği olarak Nida, Homeros’u gösteriyor – Nida’ya göre, Batı Avrupa edebiyatında destanlar genel olarak nesir şeklinde anlatıldığı için, manzum destanlar sıradışı görünüyor ve kimi çevirmenler, bu yüzden orijinal şekline rağmen, destanları Batı Avrupa dillerine nakletmek için mensur çevirileri tercih ediyorlar. (Nida,2011:142) Metnin kurmaca olup olmaması da bazen çevirmenin yaklaşım tercihini etkileyecek kapasiteye sahip olabilir – örneğin dini metinler çevirisinde, olası sosyolojik sonuçları göz önüne alınarak, metnin orijinaline sadakat en önde çıkan meseledir – Kuran-ı Kerim, bu açıdan, iyi bir örnek oluşturuyor – Arapça gibi yazım kuralları farklı, sesli harflerin yazılmadığı ve gerektiği yerde harekelerin kullanıldığı dilde yaratılmış eseri başka, farklı imla kurallarına sahip dile metnin içeriğine sadık kalarak nakletmek büyük bir zorluk olarak önümüze çıkıyor, ayrıca, dini metinlerin çevirilerinde yapılmış hatalar ve eksiklikler, toplumdilbilimsel açısından da etki yaratabilecek kapasitededir. Metin türü böylece, yaklaşım tercihini etkileyen en büyük faktordür – mesela bir bilimsel metni çevirmek için dil bilmek ve metnin aslına sadakat yeterken edebi eserlerle ilgili olarak aynı şey söylemek mümkün değil – bilimsel bir metin, genel olarak okurun bilinçaltına ve estetik değerlerine hitap etmeyip görünen nesne ve hareketleri betimlemeyi hedefliyor, dolayısıyla, bilimsel bir metin çevirirken edebi yaklaşıma başvurmak anlamsız kalıyor, aynı şekilde, roman, hikaye vb çevirirken semiyotik ve edebi yönlerini görmezden gelmek nihai sonucun yetersiz kalmasına neden olabiliyorlar. Aynı şekilde, sembol ağırlıklı, psikolojik yanları ağır basan metin, semiyotik yaklaşımla daha başarılı bir şekilde diğer dile nakledilebilir.